şair
Makedonya Türk Edebiyatı
1910 yılında Üsküp’te doğdu. İyi bir medrese öğrenimi gördü. Öğreniminin sonunda müderrisliğe yükseldi. İki dünya savaşı arasında Makedonya Türklerinin yetiştirebildiği, sayıları çok az olan aydın ve ulemadandır.
İnançlarından taviz vermeye yanaşmadığından, 1945 yılında yeni kurulan Yugoslavya rejiminin gazabına uğradı. Dini liderlikle suçlanıp yargılandı. Hapse atıldığı sırada illegal “Yücel” Teşkilatı da ortaya çıkarılmıştı. “Yücel” Teşkilatı içinde çalıştığına dair herhangi bir bulgu yoktur. Her nasıl olursa olsun, asıl amaç, Makedonya Türkleri arasında liderliğe yükselebilecek saygın kişilerin susturulması, bununla da halkın tamamen sindirilmesiydi. 1956 yılma kadar hapis yattı. Bir yıl da Bosna Hersek’te bulunan Doboy’da “taş kırmaya” gönderildi. Hapiste geçirdiği yıllar sağlığını bozmuş, onu bedenen çöktürmüştü. Hapisten çıkışından sonra da, sadece şekil değiştiren eziyetten yakayı kurtaramadı. Uzun zaman işsiz kaldı. Müezzinlik yapmasına bile izin verilmeyip mağdur edildi. Hayatının son yıllarında, Makedonya Devlet Arşivi’nde işe alındı. 1963 yılında vefat etti.
İki dünya savaşı arasında başlayan şiir çalışmalarını ölümüne kadar sürdürdü. Hapishanede geçirdiği yıllarda bile şiiri terk etmedi. Hapisteyken kaleme aldığı seksen bin kadar mısraı, ele geçirilip başına başka dertler açmasın diye, dostları tarafından imha edilip yakılmıştır. Türlü şahısların elinde kalmış üç yüz bin civarında mısrası bulunduğu söylenmektedir.
Dini, milli ve sosyal konulara ağırlık veren Abdül Fettah Rauf’un şiirlerinin büyük bir kısmını, ölümünden hemen sonra, öğrencilerinden Kemal Aruçi Vrapçişte’ye götürmüştür. Kimi örnekleri Üsküp’te yayımlanmakta olan “El Hilal” dergisinde yayınlanmıştır. Şiirleri, şu ana kadar kitap haline getirilememiştir.
HAKKINDA YAZILANLAR
Üsküp’te Abdül Fettah Rauf da Yaşadı
05.03.2006
“Önce yazdığı şiir havasını bir nebze de olsa soluyalım istedim hep beraber. Bu nedenle, “Haftanın Şiiri” köşesine, okuyabilme fırsatı bulduğum şiirlerinden, çok sevdiğim “Kuvvet ve Hak” şiirini gönderdim.
Abdül Fettah Rauf, bir dönemde, belli bir rejim tarafından örülen “ideolojik duvarı” aşamayan, bu nedenle de sınırlı sayıda kişinin, hakkında son derece sınırlı şeyler bildiği, önemli ve değerli aydınlarımızdan biri. Ancak onun daha geniş kitlelere tanıtılamamış olmasının faturasını, sadece, kendine rakip istemeyen bir ideolojiye, bu ideolojinin katı savunucusu bahse konu rejime çıkartmaya kalkmamalıyız. Bunda, 1945 yılından beri aydın geçinenlerimiz başta olmak üzere, hepimizin günahı vardır elbette.
Suat ENGÜLLÜ’nün Yazısı
Çocukluk anılarında, Abdül Fettah Rauf’un hayal meyal suretini bir andaç gibi saklayan “imtiyazlı kişilerden” biri olarak, aramızdan erken ayrılmasının Allah’ın takdiri olduğuna asla şüphem yok. Ancak böyle olmakla birlikte, keşke daha uzun yaşasaydı da, oturup kendisiyle şiir, şiiri, şiirimiz hakkında konuşabilseydim der dururum hâlâ. Tıpkı keşke kadri bilinseydi de şiirleri kitaplaştırılsaydı; tek tük şiirini okuyarak değil, şiir kitaplarını okuyarak tanıyabilseydik, tanıtabilseydik onu.dediğim gibi.
İnşallah bir gün bunu da görmüş, bu olanağa da kavuşmuş oluruz. O zamana kadar, ulaşabildiklerimizle yetinmekten başka bir seçeneğimiz yok. Tıpkı “Yedi İklim” dergisinde yayımlanan bu naçizane yazıyı yazarken, benim de, birkaç şiiri ve hakkında ulaşabildiğim çok aza bilgiye dayanarak yazmaktan başka bir seçeneğim olmadığı gibi.
Tarihçiler hak verir mi bilemem; ama ben diyorum ki Osmanlı devri, Rumeli’nin elden gidişiyle kapanmıştır. Kapanmasına kapanmıştır da, bu “felâketi” yaşayan, Balkan Savaşları’ndan beri devam eden (zaman zaman diner gibi görünen, fakat hep tekrar tekrar azan) trajediye maruz kalan, “Rumeli terk edilmez” diyenlerimiz, uzun bir süre daha bu acı gerçeği sineye çekememişlerdir. Geçen zaman içinde, Rumeli coğrafyası yeni baştan “şekillenmiş”, yeni yeni devletler ortaya çıkmış, farklı rejimler gelmiş geçmiştir, ama özellikle “Rumeli’nin göbeğinde” yer alan o “paylaşılamayan toprak parçası Makedonya” da, ezelden beri “evlâd-ı fatihan” olmanın gururunu gizlemeyen Türkler, Osmanlı’nın bıraktığı kültür mirasını yaşatmaya, bu önemli hazineye karınca kararınca bir şeyler daha katmaya uğraşıp durmuşlardır. Ülkeler arasındaki ilişkilerde daima “oynadıkları köprü rolüyle hatırlanan Türkler”, Makedonya Cumhuriyeti’nin Balkanlar’da bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkışına kadarki dönemde, Türkiye’den hiç yardım görmemelerine rağmen (oysa, iki sınır ötelerde büyük başarılara ulaşmalarını sağlayacak, eninde sonunda mutlaka geleceğine inandıkları bu yardıma öylesine umut bağlamışlardı ki sormayın), içinde bulundukları şartları ve sahip oldukları imkânları zorlayarak önemli işler de başarmışlardır. Hiç kuşkusuz bütün bu başarılanlar arasında, Balkan Savaşları’nın araya girmesiyle kesintiye uğrayan Makedonya Türk Edebiyatı’na tekrar hayatiyet verebilmiş olmaları başta gelmektedir.
Bugüne kadar hayatı, eserleri, yaratıcılığı hakkında herhangi bir çalışmanın maalesef yapılmadığı, iki dünya savaşı arasında neredeyse tek başına edebiyat mücadelesi verdiği bilinen Üsküp Rufaî Tekkesi’nin şeyhi Şeyh Saadeddin Efendi’ nin son derece zor şartlar altında, büyük imkânsızlıklar içinde bir yere kadar getirebildiği yolun, İkinci Dünya Savaşı sonrasında doğan yeni şartlar ve imkânlar ortamında devamı sayılması gereken Makedonya Türk Edebiyatı, elli yıl gibi kısa bir süre içinde, kopmaz bir parçası olduğu Türk Edebiyatı’ ndan “koparılmış” olarak gelişmiş olmasına rağmen, hiç mi hiç küçümsenemeyecek bir düzeyi yakalamıştır. 1943 yılının sonlarından itibaren bu topraklarda “hakimiyetini ilân eden” rejimin bağlı olduğu ideoloji ile belirlenen sınırlar olmasaydı ve 1950’li yıllarda ortaya çıkan ilk kuşak Makedonya Türk yazarları inanç ve düşünceleriyle doğal olarak belirlenen “ideolojik sınırın” ötesinde kalanları da “kurdukları edebiyat sofrasına” almaya biraz olsun gayret sarf etselerdi, Makedonya Türk Edebiyatı’ nın ulaştığı nokta, muhakkak ki çok çok yukarılarda olurdu.
“İdeolojik sınırın” ötesinde kalan, Makedonya Türk yazarlarınınsa kendisini de aralarına katmaya herhangi bir teşebbüste bulunma zahmetine bile katlanmayı göze alamadıkları edebiyatçılardan biri ve hiç kuşkusuz en değerlisi, Üsküplü şair Abdül Fettah Rauf’ tur.
Ne yalan söylemeli; elden gidişi, içimizde hep bir ukde olan Rumeli’yi, “Yüce Hak inayetisin bize / A güzel vatan, a şirin vatan / Atalar emanetisin bize / A güzel vatan, a şirin vatan” dizeleriyle anlamlı bir biçimde yücelten Abdül Fettah Rauf, 1910 yılında Üsküp’te dünyaya gelmiştir. Hacı İshak sülâlesindendir. Babası, Üsküp eşrafından Rauf Efendi, oğlunun iyi bir eğitim görüp yetişmesi için elinden geleni esirgememiştir. Fakat onu, kendi mesleği olan tüccarlığın dışında tutmuş, dönemin ünlü din âlimlerinden Ataullah Efendi’nin yanında yetişmesini sağlamıştır. Kendisi de okumaya ve ilme meraklı olan Abdül Fettah Rauf eğitimini müderrisliğe kadar sürdürmüştür.
Bir inanç ve fikir adamıdır. İki dünya savaşı arasında Makedonya’da zar zor yetişebilen, sayıları çok az olan aydın ve ulemanın önde gelenlerindendir. Kısa fakat onurlu yaşamı boyunca, inanç ve fikirlerinden taviz vermeye kesinlikle yanaşmamıştır. Aslında bir erdem sayılması gereken bu tavrına karşılık yüksek bir bedel ödemiştir. Öyle ki 1945 sonrası Yugoslav rejiminin gazabına uğrayan Makedonyalı Türk aydınlarından biri olmuştur. Rejim açısından “tehlikeli” görülen kimselerden kurtulmak için en olmadık suçların icat ve isnat edildiği bu dönemde, “rejim aleyhtarlığı” yaptığı gerekçesiyle tutuklanıp yargılanmıştır. Yedi yıl ağır hapis ve “cebri iş”, üç yıl siyaset yasağı cezasına çarptırılmıştır.
Abdül Fettah Rauf’un, “cani” damgasını yediği, ihanetle suçlandığı ve “İslâm camiasındaki mevkilerini suiistimal ederek halkın ve devletin aleyhine” faaliyette bulunmak suçundan hüküm giydiği sıralarda, Makedonya’da, illegal “Yücel” Teşkilâtı da ortaya çıkarılmıştı. Makedonya Türklerinin ulusal ve dinî hak ve özgürlüklerinin savunulması mücadelesini veren “Yücel” Teşkilâtı’ nın “beyni olduğu(?)” söylenen “El Azhar” mezunu Şuayip Aziz teyzesi oğludur. Ancak, Abdül fettah Rauf’ un “Yücel” Teşkilâtı içinde faaliyette bulunduğuna dair herhangi bir bulgu yoktur.
Birbirini izleyen bu olayların asıl amacı, Makedonya Türkleri arasında ulusal ve dinî liderliğe yükselebilecek, insanların sevgi ve saygısını kazanmış kişilerin saf dışı bırakılması, geniş halk kitlelerinin, gözdağı verilmek suretiyle sindirilmesinin sağlanmasıydı.
Hapiste, özellikle “taş kırmaya” gönderildiği Doboy’da (Bosna Hersek) geçirdiği yıllar, sağlığının bir hayli bozulmasına sebep olmuş, bedenen çökmesine yol açmıştı. Gerçi 1954 yılında hapisten çıkmıştı ama izlenmeye devam edilmişti. Uzun zaman işsiz bırakılmış, müderris olmasına rağmen, müezzinlik yapmasına bile izin verilmeyip son derece mağdur edilmişti. Hayatının son yıllarında Makedonya Devlet Arşivi’nde işe alınmıştı.
Üsküp’te yaşayan bizim kuşağın çocukluk anılarına bir kâbus gibi yerleşen 1963 yer sarsıntısından kısa bir süre önce Tanrı’nın rahmetine kavuşan Abdül fettah Rauf’u tanıyanların, anımsayanların sayısı pek fazla değildir herhalde günümüzde. Çoğu anıları silen, çoğunu âdeta kalın bir sis tabakasıyla örten koca bir otuz yıl geçti çünkü ölümü üzerinden.
Uğradığı akıl almaz iftiralara ve bu iftiraların sonucu olan haksızlıklara rağmen, Abdül fettah Rauf, 1945 sonrası dönemde aynı ya da benzer kaderi paylaştığı Makedonyalı aydın hemşerilerinin çoğundan şanslı sayılır yine de. Bütün suçları vaat edilen, kısmen tanınan ulusal ve dinî hak ve özgürlüklerin gereğince yerine getirilmesinin savunuculuğunu yapmak olan bu aydınların çoğu, verdikleri değerli mücadele dışında, artlarında başka bir iz bırakamazken, Abdül fettah Rauf, kaleme alınmalarının üzerinden onca yıl geçmiş olmasına rağmen, ne yazık henüz değerlendirilememiş, bir an önce değerlendirilmeyi bekleyen defterler dolusu şiirler bırakmıştır.
Abdül Fettah Rauf, un şiir çalışmaları iki dünya savaşı arasındaki dönemde başlamış, ölümüne kadar da hiç aralıksız devam etmiştir. Bir “rejim komplosunun” kurbanı olarak hapiste geçirdiği, ömrünü bile kısalttığı muhakkak olan, hayatının en ağır yıllarında bile, şiiri bir an olsun terk etmemiştir. Hapisteyken kaleme aldığı seksen bin civarında mısrası, ele geçirilip başına yeni dertler açmasın diye, dostları tarafından imha edilip yakılmıştır. Ayrı ayrı şahısların elinde kalmış -umarız değeri bilinip korunmuş-, gün yüzüne çıkarılmayı, okuruyla buluşturulmayı bekleyen, üç yüz bin kadar mısrası bulunduğu söylenmektedir. Edindiğimiz bu bilgiler, kendisinin şiir üzerindeki çalışmalarının ne denli yoğun olduğunu göstermektedir.
Şimdilerde olup bitenleri daha ellili yıllardan görebilen, Türk-İslâm kültürünün birer abidesi olan Manastır ve Pirlepe saat kulelerine haç dikilmesinin acısını bundan kırk kadar yıl önceleri yaşayıp “Hani yok mu meşalemi yakan / Kim olur ya alnına haç takan / Bu cinayete hani bir bakan / A güzel vatan, a şirin vatan” diye feryat eden Abdül Fettah Rauf, eski Türk geleneğinin izinden yürüyerek savunduğu inanç ve düşüncelerin sınırları içinde kalarak günceli ve çağdaşı yakalamaya gayret göstermiştir. Şiirlerinin bir bölümünde Hatifî mahlasını kullandığını gördüğümüz şairin şiirlerini, konuları itibarıyla dört gruba ayırabiliriz:
a. Dinî şiirler: İslamî düşünce ve yaşama tarzının hakim olduğu şiirlerinin en büyük bölümü, dinî konulara adanmıştır. Bu şiirlerinde görülen önemli bir özellik, getirmeye çalıştığı yorumların, bir bakıma yaşanan zamanın yansıması oluşudur. Buna bir örnek vermek gerekirse, 1958 yılında yazdığı “Leylei Miraç” şiirinin şu iki dizesini hep birlikte okuyabiliriz:
“Miracı kıyas etme bu dünyada roketle
Bir ilgisi yoktur bu ilâhî hareketle.“
Hatırlanacağı gibi, şiirin kaleme alındığı yıllar, uzay araştırmalarının büyük bir hız kazandığı yıllardı. Uzay çalışmalarının büyük bir heyecanla izlendiği, insanoğlunun dünyanın dışında bir “kara parçası” olan Ay’a ayak basmaya hazırlandığı bu yıllarda, “aklın ermediği” bazı dinî konularda “bilim kurgusal” yorumlar üretilmekteydi. Abdül Fettah Rauf’ un bu şiiri, Miraç konusunda üretilen bu gibi “yorumlara” tepki olarak doğmuştur.
b. Sosyal şiirler: 1945 sonrasında kurulan rejim, Yugoslavya’da yaşayan Müslüman topluluğu rahatsız edici gelişmeleri de beraberinde getirmiştir. Bu gelişmeler, Makedonya’da yaşayan Türkler arasında hem ulusal, hem dinî endişelerin doğmasına yol açmıştır. Olaylar yıldırım hızıyla gelişmiş, haksızlık ve baskılar birbirini izlemiştir. Sonunda bıçak kemiğe dayanış, yüz binlerce insan göçe zorlanmıştır. Bu akıl almaz zulmün tanığı olan şair, bu acı tablo karşısında isyan edecektir kuşkusuz:
“Sürülür öz vatanından sürünür yurttaşlar
Meskenetle aşağı doğru eğilmiş başlar.”
Balkan Savaşları’ndan sonra, Rumeli’den Türkiye’ye en büyük göç olarak tarihe geçen 1953 göçünün patlak vermek üzere olduğu 1952 yılında yazılmış olan bu dizeler, Makedonya, dolayısıyla da Kosova Türklerinin bu büyük trajedisi hakkında yazılmış ilk dizelerdir.
Abdül Fettah Rauf, sosyal konulu şiirlerinde sert bir eleştiri getirmektedir. Bu eleştiri kuşkusuz ki “rejimin zalimlerini” hedef almaktadır. Fakat dolaylı olarak, baskıya, haksızlığa, zulme maruz kalanları da, tepkisizlikleri ya da yanlış tepkileri yüzünden eleştirmekten geri durmamaktadır.
c. Millî-tarihî şiirler: Osmanlı millî anlayışı ve tarihî sınırlarının dışına çıkmayan bu şiirler, aslında ömrünün sonuna kadar katıksız bir “evlâd-ı fatihan” olarak yaşayan Abdül fettah Rauf’ un “övünç-hüzün-özlem” şiirleridir. Millî değerlerini, tarihî mirasını şiirleştirirken gösterdiği isyan aşırıcılığa kaçmamaktadır. Ele aldığı konulara akılcı yaklaşımı, romantizm tuzağına düşmesini önlemiştir. Tabiî ki bu, duyguların coştuğu anlar olmamıştır anlamına gelmez. Bir şiirinde “Yine bazen kabarır, biz beşeriz, hislerimiz” diyen şair de bunun bilincindedir. Ancak, övünç duygusuyla “Toprağında nice bin veli var yatan / Armağan eylemiş hür atan, mert atan / Nerde var böyle şen, böyle kutsal vatan” derken de, hüzne kapılıp “Hani bunca kutlu hayallerin / Sesi sustu Ibnî Kemallerin / Sebebi nedir ya bu hallerin?” diye hayıflanırken de, isyan bayrağını açıp “Rüzgârdan kanat takmalı sert atın / Bir şeref katmalı ömre her saatin / Zulme karşı savaş eski ırk san’atın” diye haykırırken de, “Nerde o devlet-ü şanları / At ile dağ deniz aşanları?” diye özlemini dile getirirken de ölçüyü kaçırmamış, kinden, nefretten hep uzak durmuştur.
ç. Felsefî şiirleri: Abdül Fettah Rauf, şiirlerinde yansıtmaya çalıştığı düşünceler ve bu düşüncelerle ilgili getirdiği yorumlar bakımından, İslâm felsefesi sınırları içinde hareket eden bir şairdir. Fakat kanımızca o, bu “sınırların değişmezliğini” kabul edip savunanlardan değildir. Okuma fırsatını bulduğumuz şiirlerinden edinebildiğimiz ilk izlenim bir kıstas sayılabilirse eğer, onun, bu “sınırların mümkün olduğunca geniş ve esnek” tutulmasından yana olduğunu iddia edebiliriz. Şiirlerinde ortaya koyduğu düşüncelere, bu düşüncelerle ilgili yorumlarına bakıldığında, değişmez dinî kuralların düşünceye engel sayılamayacağına, aksine yeni ufuklar açabileceğine inanmış, aydın bir kafa yapısına sahip olduğu ortaya çıkmaktadır.
İlerici, aydın kişiliğine kuşku duyulmasına alan bırakmayan diğer bir nokta da, “Hikmet-i Aristo, felsefe-i Çin” dizesinden de anlaşılabileceği gibi felsefeye hiç de yabancı olmayan şairin, İslâm âleminde yeterince önemsenmemiş olan “yazılı kültür”ün taşıdığı önemin bilincine sahip oluşudur. “Kalemle Hasbıhâl ve Kaleme Arzuhal” şiirinde bunu dile getiren şu dizelerine rastlamaktayız:
“Îzân dile gelirse beş kişiye duyurur
Lâkin kalem sesiyle beş kıtaya buyurur
Dilin sesi ânîdır kalemin câvidanî
Ey kalem ebediyen bize hakkı haykır dur”
Bu dizeleri haykırabilen bir şairin “irfân” üzerinde de önemle durması, “İrfânla bilindi nefs-ü âfâk / irfânla bilindi feyzi hallâk / İrfânsız akıl akılsız insan / İrfânla olur kemâl-ı ahlâk” gibi değerli yorumlar getirmesi kadar doğal bir şey olmasa gerek.
Düşüncenin ya da insan aklının sınırsızlığına, irfânsız ya da ilimsiz insan olmanın imkânsızlığına, duyarlığını yitirmiş ya da ölü ruhların hak-insanlık pazarından eli boş dönmeye mahkûm olduklarına inanan, bu inançlarını bir “halk düşünürü” edasıyla şiirlerinde dile getiren Abdül Fettah Rauf’un, en olgun çağında halkına ulaşabilmesi, rejimin sinsi baskılarına rağmen hiçbir zaman inançlarından kopmayan halkını aydınlatabilmesi önlenmiştir ne yazık ki. Bunda, “katı rejim yanlısı” hemşerilerinin de günahı büyüktür. Fakat kanımızca asıl üzücü olan, genç yaşta ölen şairin bilgisinden yararlanan, engin düşüncelerinden feyiz alan dostlarının, öğrencilerinin “ihanetine” uğramasıdır. İşte, bu sözünü ettiğimiz, Abdül Fettah Rauf’a “yakın çevresinin” ettiği ihanet, baskı rejiminin bile zor başarabileceğini başarmıştır ve bu büyük Üsküplü şairin şiirinin, ölümünün üzerinden otuz küsur yıl geçmiş olmasına rağmen, susturulmasını nerdeyse başarmıştır.
İddia edildiğine göre, şiirlerinin büyük bir bölümü, ölümünden hemen sonra, öğrencilerinden Kemal Aruçi tarafından Gostivar’a bağlı Vrapçişte (Raptiştah) köyüne götürülmüştür. Bugün, bu şiirler, büyük bir ihtimalle, kendisi de vefat etmiş bulunan Kemal Aruçi’nin, İstanbul’da bulunan oğlu Muhammet Aruçi’nin elinde bulunmaktadır.
Abdul Fettah Rauf’un şiirlerinin önemli bir bölümü, Zagreb Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul’a yerleşen ve 1993 yılında ölen öğrencisi Bekir Saddak, şairin Türkiye’ye göç eden oğlu Rıdvan Rauf’tan, yayınlatmak bahanesiyle almıştır.
Sağda solda kalmış, bari şimdilik akıbeti bilinmeyen üç yüz bin civarında mısraın çok az bir bölümü de, Abdül Fettah Rauf’un şiir dünyasına açılmasını ardına kadar candan temenni ve arzu ettiğim pencereyi biraz olsun aralamama yardımcı olan, kendisi de 1950’li yıllardan beri şiir yazmakla uğraşan, hayatını İstanbul’da sürdüren Üsküplü komşum ve hemşerim Cavit Saracoğlu tarafından korunmaktadır.
Evet, Abdül Fettah Rauf bir aydın, âlim ve şair olarak, hem Makedonya’da inançları doğrultusunda büyük bedel ödeyerek verdiği mücadeleyle, hem bugüne kadar maalesef kadri bilinmeyen şiir yaratıcılığıyla anılmayı, anımsanmayı, yaşatılmayı hak edenlerden biridir. Bunca yıl sonra anımsanmasının, anılmasının, yaşatılmasının en anlamlı yolu da, şiirlerinin bir bölümünün kitap hâline getirilmesidir. Umarız “dostlarının-yakınlarının” otuz küsur yıl süren ihaneti, bu imkânlara sahip bir hak dostu tarafından noktalanır.
Dipnot
1 1900 yılında Üsküp Rifaî Tekkesi postnişinliğine gelen Şeyh Saadeddin ardında birçok eser bırakmıştır. Makedonya Türk şair ve yazarları, özellikle son yıllarda, Şeyh Saadeddin’in Makedonya Türk edebiyatındaki önemine sık sık işaret etmektedirler. Ne yazık ki, bugüne kadar Şeyh Saadeddin’in hayatı, kişiliği, yaratıcılığı ve eserleri konusunda herhangi bir araştırma ve inceleme yapılmamıştır. Bu nedenle, 6 Şubat 1936 tarihinde ölen Şeyh Saadeddin hakkında elimizde fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Bizim, Şeyh Saadeddin ile ilgili son derece sınırlı bilgi edinebildiğimiz kaynaklar Yahya Kemal Beyatlı’nın “Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım” (İstanbul Fetih Cemiyeti, 3. Baskı, İstanbul, 1986)) adlı eseri ve “Yönelişler” Dergisi’nde yayımlanan M. Zihni Üskübî imzalı “Üsküp Rifaî Dergâhı’nın Tarihçesi” (Aylık Kültür ve Sanat Dergisi, Nisan 1983, İstanbul, yıl 2, sayı 22, sayfa 43-46) başlıklı yazıdır. 1988 yılında vefat eden Rifaî Tekkesi şeyhi Şeyh Haydar, Şeyh Saadeddin’in eserlerinin çoğunun ayrı ayrı şahısların ellerinde bulunduğunu ileri sürmüştür. Kendisi, Şeyh Saadeddin’in yaratıcılığından bazı örnekleri, değerlendirilmek üzere Prof. Dr. Nimetullah Hafız’a verdiğini de iddia etmiştir. Ne yazık ki Prof. Dr. Nimetullah Hafız bugüne kadar bu alanda herhangi bir çalışma ortaya koymuş değildir. Şeyh Haydar’ın koruyabildiği, Şeyh Saadeddin’e ait eserler, bugün, büyük bir ihtimalle Rifaî Tekkesi şeyhi olan oğlu Şeyh E. İbrahim’in elinde bulunmaktadır.
2 Makedonya Türk Edebiyatı Türk Edebiyatı’ndan “koparılmış” olarak gelişmiştir diyoruz çünkü krallık Yugoslavya rejimi de, sosyalist Yugoslavya rejimi de, kendine özgü yöntemlerle, Makedonya’da yaşayan (Tito Yugoslavyası’nın özellikle ilk yıllarında) Türklerin ana ülke ile bağlarını koparmak istemişler, Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkilerini asgarî düzeyde tutmuşlardır. Bu durumdan Makedonya Türk Edebiyatı da “nasibini” almıştır. Öyle ki Makedonya Türk Edebiyatçıları 60’lı yıllara kadar Türk Edebiyatı’ndaki gelişmeleri doğru dürüst izleyememiş, gelişiminde bundan kaynaklanan sorunlarla karşılaşmıştır. Balkan Savaşları’ndan sonra Türkiye dışında kalan Türklerin geliştirmeye büyük gayret sarf ettikleri edebiyatların anlam ve önemini maalesef idrak edememiş olan Türk edebiyatçılar da, Makedonya Türk Edebiyatı ile yakından ilgilenmemiş, bu edebiyatın daha kısa sürede daha büyük bir gelişim kaydetmesi yolunda gereken destek ve yardımı göstermemişlerdir.
3 Abdül Fettah Rauf hakkındaki bilgileri ve bu yazıda bazı bölümlerini verdiğim şairin şiirlerini, Cavit Saracoğlu vermiştir. Fırsattan yararlanarak, yardımları nedeniyle kendisine teşekkürlerimi dile getirmeyi borç biliyorum.
4 Fettah Rauf ve Onun Grupuna Dahil Balistlerin Yargılanması, “Birlik” Gazetesi, Üsküp, 1 Ekim 1947, s. 4.
5 Makedonya İslâm Dinî Camiası’nın Evkaf Meclisi Yönetmenleri ve Ülema Meclisi Üyelerinin Müşterek Oturumları Yapıldı, “Birlik” Gazetesi, Üsküp, 20 Şubat 1948, s. 4.
6 5. dipnota bakınız.
7 “Yücel” Teşkilâtı’nın başkanı olan Müderris Şuayip Aziz, 19-26 Ocak 1948 tarihleri arasında Üsküp’te yapılan duruşma sonunda, daha üç dava arkadaşıyla birlikte idama mahkûm edilmiştir. İdam cezasının tam ne zaman ve nerede infaz edildiği hâlâ bilinmemektedir. Konu hakkında daha geniş bilgi edinmek isteyenler 20-27 Ocak 1948 tarihleri arasında yayımlanan “Birlik” ve “Nova Makedonıja” gazetelerinden yararlanabilirler. “Yücelciler’in davasına önemli ölçüde gölge düşürecek iddiaların yer almasına rağmen, Mehmed Ardıcı’nın anılarını içeren “Yücelciler 1947” (İnsan Yayınları, İstanbul 1991) kitabına göz atmada da yarar vardır.
8 Manastır Saat Kulesi’ne 28 Ağustos 1992, Pirlepe Saat Kulesi’ne ise 27 Eylül 1992 tarihinde, Makedon Ortodoks Kilisesi’nin düzenlediği dini törenle haç dikilmiştir. Ne yazık ki, üstelik Makedonya’nın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke olan Türkiye Cumhuriyeti yönetici ve yetkilileri bu konuda “suskun” kalmayı “tercih etmiştir”.
9 Abdül Fettah Rauf’un kimi şiirlerini, 1987 yılından bu yana, Türkçe, Arnavutça ve Makedonca olarak yayımlanmakta olan, Makedonya İslâm Birliği Meşihatı Yayın Organı “Hilâl” İslâmî Kültür ve Haber Gazetesi (ayda bir çıkar) zaman zaman okurlarına takdim etmektedir.
Kuvvet ve Hak
Denizde hayvanlar kendi cinsinden
Karada insanlar kendi cinsinden
Zayıfı boğarlar yaşamak için
Hikmet-i Aristo felsefe-i Çin
Burada birleşmiş gücü alkışlar
Hak nedir acaba böyle şey mi var
Dikilen heykeller birkaç dağ taşı
İşleyip oyarak milyonla başı
Yiyen bir ejderha timsâlidir o
Kan içen bir zulmün taş hâlidir o
Mazlumlar oyarlar yine o taşı
Alçıyı yoğurur bunca göz yaşı
Taştan bir yüreği taştan dökerler
Sonra gün gelir taşa dikerler
Yenenle yenilen âlemidir bu
Yiyenle yenilen âlemidir bu
Güçlü bir zulmü hak durduramaz yok
Bir açın hâlinden anlamaz hiç tok
Güçleri yıkacak yine güçtür güç
Güçsüz bir varlığın yaşaması güç
Fakat bu felsefe doğru mu asla
İnsanı hayvandan ayıran mana
Yine bu savaşı hak için yapsın
Kuvvete tapmasın tek hakka tapsın
Kuvvetli ol fakat zayıfı ezmek
Yadelin yurdunda dolaşıp gezmek
Kastiyle değil de zayıfa hizmet
Kastiyle güç bulup hakka et hürmet
Hayat bir cidâlden dedin ibaret
Düşün ki önce sen bir insan idin
Ot gibi it gibi savaşma doğrul
İnsanlık zevkini insanlıkta bul
Yemek bir kanundur sen de ye fakat
Düşün ki yemeğe muhtaçtır sakat
Kör zayıf topal aç o avare de
Çare bul yaşasın o biçâre de
Bir güneş kâfidir bütün dünyaya
Nûrunu nârınla dökme gayyâya
Bir kerre yetişir beşere vatan
Nedir bu didişme ömre semm katan
Kaynaklar ırmaklar suya kandırır
Savaştan volkanlar yakar yandırır
Savaşı şanlı bir sefer mi sandın
Cılızı çiğnemek zafer mi sandın
Kuvveti hakka sen yalancı şahit
Tutarak eğlenme zulm sana ait
Kuvveti hakka sen hizmetçi eyle
İnsanlık icâbı değil mi böyle
Hayvandan nebattan farklı ol farklı
Fark arada garplı ya şarklı.
(Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi 7, Suat Engüllü, Makedonya Türk Edebiyatı, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1997, s. 141-142)
http://www.makturk.com
05.03.2006
“Önce yazdığı şiir havasını bir nebze de olsa soluyalım istedim hep beraber. Bu nedenle, “Haftanın Şiiri” köşesine, okuyabilme fırsatı bulduğum şiirlerinden, çok sevdiğim “Kuvvet ve Hak” şiirini gönderdim.
Abdül Fettah Rauf, bir dönemde, belli bir rejim tarafından örülen “ideolojik duvarı” aşamayan, bu nedenle de sınırlı sayıda kişinin, hakkında son derece sınırlı şeyler bildiği, önemli ve değerli aydınlarımızdan biri. Ancak onun daha geniş kitlelere tanıtılamamış olmasının faturasını, sadece, kendine rakip istemeyen bir ideolojiye, bu ideolojinin katı savunucusu bahse konu rejime çıkartmaya kalkmamalıyız. Bunda, 1945 yılından beri aydın geçinenlerimiz başta olmak üzere, hepimizin günahı vardır elbette.
Suat ENGÜLLÜ’nün Yazısı
Çocukluk anılarında, Abdül Fettah Rauf’un hayal meyal suretini bir andaç gibi saklayan “imtiyazlı kişilerden” biri olarak, aramızdan erken ayrılmasının Allah’ın takdiri olduğuna asla şüphem yok. Ancak böyle olmakla birlikte, keşke daha uzun yaşasaydı da, oturup kendisiyle şiir, şiiri, şiirimiz hakkında konuşabilseydim der dururum hâlâ. Tıpkı keşke kadri bilinseydi de şiirleri kitaplaştırılsaydı; tek tük şiirini okuyarak değil, şiir kitaplarını okuyarak tanıyabilseydik, tanıtabilseydik onu.dediğim gibi.
İnşallah bir gün bunu da görmüş, bu olanağa da kavuşmuş oluruz. O zamana kadar, ulaşabildiklerimizle yetinmekten başka bir seçeneğimiz yok. Tıpkı “Yedi İklim” dergisinde yayımlanan bu naçizane yazıyı yazarken, benim de, birkaç şiiri ve hakkında ulaşabildiğim çok aza bilgiye dayanarak yazmaktan başka bir seçeneğim olmadığı gibi.
Tarihçiler hak verir mi bilemem; ama ben diyorum ki Osmanlı devri, Rumeli’nin elden gidişiyle kapanmıştır. Kapanmasına kapanmıştır da, bu “felâketi” yaşayan, Balkan Savaşları’ndan beri devam eden (zaman zaman diner gibi görünen, fakat hep tekrar tekrar azan) trajediye maruz kalan, “Rumeli terk edilmez” diyenlerimiz, uzun bir süre daha bu acı gerçeği sineye çekememişlerdir. Geçen zaman içinde, Rumeli coğrafyası yeni baştan “şekillenmiş”, yeni yeni devletler ortaya çıkmış, farklı rejimler gelmiş geçmiştir, ama özellikle “Rumeli’nin göbeğinde” yer alan o “paylaşılamayan toprak parçası Makedonya” da, ezelden beri “evlâd-ı fatihan” olmanın gururunu gizlemeyen Türkler, Osmanlı’nın bıraktığı kültür mirasını yaşatmaya, bu önemli hazineye karınca kararınca bir şeyler daha katmaya uğraşıp durmuşlardır. Ülkeler arasındaki ilişkilerde daima “oynadıkları köprü rolüyle hatırlanan Türkler”, Makedonya Cumhuriyeti’nin Balkanlar’da bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkışına kadarki dönemde, Türkiye’den hiç yardım görmemelerine rağmen (oysa, iki sınır ötelerde büyük başarılara ulaşmalarını sağlayacak, eninde sonunda mutlaka geleceğine inandıkları bu yardıma öylesine umut bağlamışlardı ki sormayın), içinde bulundukları şartları ve sahip oldukları imkânları zorlayarak önemli işler de başarmışlardır. Hiç kuşkusuz bütün bu başarılanlar arasında, Balkan Savaşları’nın araya girmesiyle kesintiye uğrayan Makedonya Türk Edebiyatı’na tekrar hayatiyet verebilmiş olmaları başta gelmektedir.
Bugüne kadar hayatı, eserleri, yaratıcılığı hakkında herhangi bir çalışmanın maalesef yapılmadığı, iki dünya savaşı arasında neredeyse tek başına edebiyat mücadelesi verdiği bilinen Üsküp Rufaî Tekkesi’nin şeyhi Şeyh Saadeddin Efendi’ nin son derece zor şartlar altında, büyük imkânsızlıklar içinde bir yere kadar getirebildiği yolun, İkinci Dünya Savaşı sonrasında doğan yeni şartlar ve imkânlar ortamında devamı sayılması gereken Makedonya Türk Edebiyatı, elli yıl gibi kısa bir süre içinde, kopmaz bir parçası olduğu Türk Edebiyatı’ ndan “koparılmış” olarak gelişmiş olmasına rağmen, hiç mi hiç küçümsenemeyecek bir düzeyi yakalamıştır. 1943 yılının sonlarından itibaren bu topraklarda “hakimiyetini ilân eden” rejimin bağlı olduğu ideoloji ile belirlenen sınırlar olmasaydı ve 1950’li yıllarda ortaya çıkan ilk kuşak Makedonya Türk yazarları inanç ve düşünceleriyle doğal olarak belirlenen “ideolojik sınırın” ötesinde kalanları da “kurdukları edebiyat sofrasına” almaya biraz olsun gayret sarf etselerdi, Makedonya Türk Edebiyatı’ nın ulaştığı nokta, muhakkak ki çok çok yukarılarda olurdu.
“İdeolojik sınırın” ötesinde kalan, Makedonya Türk yazarlarınınsa kendisini de aralarına katmaya herhangi bir teşebbüste bulunma zahmetine bile katlanmayı göze alamadıkları edebiyatçılardan biri ve hiç kuşkusuz en değerlisi, Üsküplü şair Abdül Fettah Rauf’ tur.
Ne yalan söylemeli; elden gidişi, içimizde hep bir ukde olan Rumeli’yi, “Yüce Hak inayetisin bize / A güzel vatan, a şirin vatan / Atalar emanetisin bize / A güzel vatan, a şirin vatan” dizeleriyle anlamlı bir biçimde yücelten Abdül Fettah Rauf, 1910 yılında Üsküp’te dünyaya gelmiştir. Hacı İshak sülâlesindendir. Babası, Üsküp eşrafından Rauf Efendi, oğlunun iyi bir eğitim görüp yetişmesi için elinden geleni esirgememiştir. Fakat onu, kendi mesleği olan tüccarlığın dışında tutmuş, dönemin ünlü din âlimlerinden Ataullah Efendi’nin yanında yetişmesini sağlamıştır. Kendisi de okumaya ve ilme meraklı olan Abdül Fettah Rauf eğitimini müderrisliğe kadar sürdürmüştür.
Bir inanç ve fikir adamıdır. İki dünya savaşı arasında Makedonya’da zar zor yetişebilen, sayıları çok az olan aydın ve ulemanın önde gelenlerindendir. Kısa fakat onurlu yaşamı boyunca, inanç ve fikirlerinden taviz vermeye kesinlikle yanaşmamıştır. Aslında bir erdem sayılması gereken bu tavrına karşılık yüksek bir bedel ödemiştir. Öyle ki 1945 sonrası Yugoslav rejiminin gazabına uğrayan Makedonyalı Türk aydınlarından biri olmuştur. Rejim açısından “tehlikeli” görülen kimselerden kurtulmak için en olmadık suçların icat ve isnat edildiği bu dönemde, “rejim aleyhtarlığı” yaptığı gerekçesiyle tutuklanıp yargılanmıştır. Yedi yıl ağır hapis ve “cebri iş”, üç yıl siyaset yasağı cezasına çarptırılmıştır.
Abdül Fettah Rauf’ un, “cani” damgasını yediği, ihanetle suçlandığı ve “İslâm camiasındaki mevkilerini suiistimal ederek halkın ve devletin aleyhine” faaliyette bulunmak suçundan hüküm giydiği sıralarda, Makedonya’da, illegal “Yücel” Teşkilâtı da ortaya çıkarılmıştı. Makedonya Türklerinin ulusal ve dinî hak ve özgürlüklerinin savunulması mücadelesini veren “Yücel” Teşkilâtı’ nın “beyni olduğu(?)” söylenen “El Azhar” mezunu Şuayip Aziz teyzesi oğludur. Ancak, Abdül fettah Rauf’ un “Yücel” Teşkilâtı içinde faaliyette bulunduğuna dair herhangi bir bulgu yoktur.
Birbirini izleyen bu olayların asıl amacı, Makedonya Türkleri arasında ulusal ve dinî liderliğe yükselebilecek, insanların sevgi ve saygısını kazanmış kişilerin saf dışı bırakılması, geniş halk kitlelerinin, gözdağı verilmek suretiyle sindirilmesinin sağlanmasıydı.
Hapiste, özellikle “taş kırmaya” gönderildiği Doboy’da (Bosna Hersek) geçirdiği yıllar, sağlığının bir hayli bozulmasına sebep olmuş, bedenen çökmesine yol açmıştı. Gerçi 1954 yılında hapisten çıkmıştı ama izlenmeye devam edilmişti. Uzun zaman işsiz bırakılmış, müderris olmasına rağmen, müezzinlik yapmasına bile izin verilmeyip son derece mağdur edilmişti. Hayatının son yıllarında Makedonya Devlet Arşivi’nde işe alınmıştı.
Üsküp’te yaşayan bizim kuşağın çocukluk anılarına bir kâbus gibi yerleşen 1963 yer sarsıntısından kısa bir süre önce Tanrı’nın rahmetine kavuşan Abdül fettah Rauf’u tanıyanların, anımsayanların sayısı pek fazla değildir herhalde günümüzde. Çoğu anıları silen, çoğunu âdeta kalın bir sis tabakasıyla örten koca bir otuz yıl geçti çünkü ölümü üzerinden.
Uğradığı akıl almaz iftiralara ve bu iftiraların sonucu olan haksızlıklara rağmen, Abdül fettah Rauf, 1945 sonrası dönemde aynı ya da benzer kaderi paylaştığı Makedonyalı aydın hemşerilerinin çoğundan şanslı sayılır yine de. Bütün suçları vaat edilen, kısmen tanınan ulusal ve dinî hak ve özgürlüklerin gereğince yerine getirilmesinin savunuculuğunu yapmak olan bu aydınların çoğu, verdikleri değerli mücadele dışında, artlarında başka bir iz bırakamazken, Abdül fettah Rauf, kaleme alınmalarının üzerinden onca yıl geçmiş olmasına rağmen, ne yazık henüz değerlendirilememiş, bir an önce değerlendirilmeyi bekleyen defterler dolusu şiirler bırakmıştır.
Abdül fettah Rauf, un şiir çalışmaları iki dünya savaşı arasındaki dönemde başlamış, ölümüne kadar da hiç aralıksız devam etmiştir. Bir “rejim komplosunun” kurbanı olarak hapiste geçirdiği, ömrünü bile kısalttığı muhakkak olan, hayatının en ağır yıllarında bile, şiiri bir an olsun terk etmemiştir. Hapisteyken kaleme aldığı seksen bin civarında mısrası, ele geçirilip başına yeni dertler açmasın diye, dostları tarafından imha edilip yakılmıştır. Ayrı ayrı şahısların elinde kalmış -umarız değeri bilinip korunmuş-, gün yüzüne çıkarılmayı, okuruyla buluşturulmayı bekleyen, üç yüz bin kadar mısrası bulunduğu söylenmektedir. Edindiğimiz bu bilgiler, kendisinin şiir üzerindeki çalışmalarının ne denli yoğun olduğunu göstermektedir.
Şimdilerde olup bitenleri daha ellili yıllardan görebilen, Türk-İslâm kültürünün birer abidesi olan Manastır ve Pirlepe saat kulelerine haç dikilmesinin acısını bundan kırk kadar yıl önceleri yaşayıp “Hani yok mu meşalemi yakan / Kim olur ya alnına haç takan / Bu cinayete hani bir bakan / A güzel vatan, a şirin vatan” diye feryat eden Abdül fettah Rauf, eski Türk geleneğinin izinden yürüyerek savunduğu inanç ve düşüncelerin sınırları içinde kalarak günceli ve çağdaşı yakalamaya gayret göstermiştir. Şiirlerinin bir bölümünde Hatifî mahlasını kullandığını gördüğümüz şairin şiirlerini, konuları itibarıyla dört gruba ayırabiliriz:
a. Dinî şiirler: İslamî düşünce ve yaşama tarzının hakim olduğu şiirlerinin en büyük bölümü, dinî konulara adanmıştır. Bu şiirlerinde görülen önemli bir özellik, getirmeye çalıştığı yorumların, bir bakıma yaşanan zamanın yansıması oluşudur. Buna bir örnek vermek gerekirse, 1958 yılında yazdığı “Leylei Miraç” şiirinin şu iki dizesini hep birlikte okuyabiliriz:
“Miracı kıyas etme bu dünyada roketle
Bir ilgisi yoktur bu ilâhî hareketle.“
Hatırlanacağı gibi, şiirin kaleme alındığı yıllar, uzay araştırmalarının büyük bir hız kazandığı yıllardı. Uzay çalışmalarının büyük bir heyecanla izlendiği, insanoğlunun dünyanın dışında bir “kara parçası” olan Ay’a ayak basmaya hazırlandığı bu yıllarda, “aklın ermediği” bazı dinî konularda “bilim kurgusal” yorumlar üretilmekteydi. Abdül Fettah Rauf’ un bu şiiri, Miraç konusunda üretilen bu gibi “yorumlara” tepki olarak doğmuştur.
b. Sosyal şiirler: 1945 sonrasında kurulan rejim, Yugoslavya’da yaşayan Müslüman topluluğu rahatsız edici gelişmeleri de beraberinde getirmiştir. Bu gelişmeler, Makedonya’da yaşayan Türkler arasında hem ulusal, hem dinî endişelerin doğmasına yol açmıştır. Olaylar yıldırım hızıyla gelişmiş, haksızlık ve baskılar birbirini izlemiştir. Sonunda bıçak kemiğe dayanış, yüz binlerce insan göçe zorlanmıştır. Bu akıl almaz zulmün tanığı olan şair, bu acı tablo karşısında isyan edecektir kuşkusuz:
“Sürülür öz vatanından sürünür yurttaşlar
Meskenetle aşağı doğru eğilmiş başlar.”
Balkan Savaşları’ndan sonra, Rumeli’den Türkiye’ye en büyük göç olarak tarihe geçen 1953 göçünün patlak vermek üzere olduğu 1952 yılında yazılmış olan bu dizeler, Makedonya, dolayısıyla da Kosova Türklerinin bu büyük trajedisi hakkında yazılmış ilk dizelerdir.
Abdül Fettah Rauf, sosyal konulu şiirlerinde sert bir eleştiri getirmektedir. Bu eleştiri kuşkusuz ki “rejimin zalimlerini” hedef almaktadır. Fakat dolaylı olarak, baskıya, haksızlığa, zulme maruz kalanları da, tepkisizlikleri ya da yanlış tepkileri yüzünden eleştirmekten geri durmamaktadır.
c. Millî-tarihî şiirler: Osmanlı millî anlayışı ve tarihî sınırlarının dışına çıkmayan bu şiirler, aslında ömrünün sonuna kadar katıksız bir “evlâd-ı fatihan” olarak yaşayan Abdül fettah Rauf’ un “övünç-hüzün-özlem” şiirleridir. Millî değerlerini, tarihî mirasını şiirleştirirken gösterdiği isyan aşırıcılığa kaçmamaktadır. Ele aldığı konulara akılcı yaklaşımı, romantizm tuzağına düşmesini önlemiştir. Tabiî ki bu, duyguların coştuğu anlar olmamıştır anlamına gelmez. Bir şiirinde “Yine bazen kabarır, biz beşeriz, hislerimiz” diyen şair de bunun bilincindedir. Ancak, övünç duygusuyla “Toprağında nice bin veli var yatan / Armağan eylemiş hür atan, mert atan / Nerde var böyle şen, böyle kutsal vatan” derken de, hüzne kapılıp “Hani bunca kutlu hayallerin / Sesi sustu Ibnî Kemallerin / Sebebi nedir ya bu hallerin?” diye hayıflanırken de, isyan bayrağını açıp “Rüzgârdan kanat takmalı sert atın / Bir şeref katmalı ömre her saatin / Zulme karşı savaş eski ırk san’atın” diye haykırırken de, “Nerde o devlet-ü şanları / At ile dağ deniz aşanları?” diye özlemini dile getirirken de ölçüyü kaçırmamış, kinden, nefretten hep uzak durmuştur.
ç. Felsefî şiirleri: Abdül Fettah Rauf, şiirlerinde yansıtmaya çalıştığı düşünceler ve bu düşüncelerle ilgili getirdiği yorumlar bakımından, İslâm felsefesi sınırları içinde hareket eden bir şairdir. Fakat kanımızca o, bu “sınırların değişmezliğini” kabul edip savunanlardan değildir. Okuma fırsatını bulduğumuz şiirlerinden edinebildiğimiz ilk izlenim bir kıstas sayılabilirse eğer, onun, bu “sınırların mümkün olduğunca geniş ve esnek” tutulmasından yana olduğunu iddia edebiliriz. Şiirlerinde ortaya koyduğu düşüncelere, bu düşüncelerle ilgili yorumlarına bakıldığında, değişmez dinî kuralların düşünceye engel sayılamayacağına, aksine yeni ufuklar açabileceğine inanmış, aydın bir kafa yapısına sahip olduğu ortaya çıkmaktadır.
İlerici, aydın kişiliğine kuşku duyulmasına alan bırakmayan diğer bir nokta da, “Hikmet-i Aristo, felsefe-i Çin” dizesinden de anlaşılabileceği gibi felsefeye hiç de yabancı olmayan şairin, İslâm âleminde yeterince önemsenmemiş olan “yazılı kültür”ün taşıdığı önemin bilincine sahip oluşudur. “Kalemle Hasbıhâl ve Kaleme Arzuhal” şiirinde bunu dile getiren şu dizelerine rastlamaktayız:
“Îzân dile gelirse beş kişiye duyurur
Lâkin kalem sesiyle beş kıtaya buyurur
Dilin sesi ânîdır kalemin câvidanî
Ey kalem ebediyen bize hakkı haykır dur”
Bu dizeleri haykırabilen bir şairin “irfân” üzerinde de önemle durması, “İrfânla bilindi nefs-ü âfâk / irfânla bilindi feyzi hallâk / İrfânsız akıl akılsız insan / İrfânla olur kemâl-ı ahlâk” gibi değerli yorumlar getirmesi kadar doğal bir şey olmasa gerek.
Düşüncenin ya da insan aklının sınırsızlığına, irfânsız ya da ilimsiz insan olmanın imkânsızlığına, duyarlığını yitirmiş ya da ölü ruhların hak-insanlık pazarından eli boş dönmeye mahkûm olduklarına inanan, bu inançlarını bir “halk düşünürü” edasıyla şiirlerinde dile getiren Abdül Fettah Rauf’un, en olgun çağında halkına ulaşabilmesi, rejimin sinsi baskılarına rağmen hiçbir zaman inançlarından kopmayan halkını aydınlatabilmesi önlenmiştir ne yazık ki. Bunda, “katı rejim yanlısı” hemşerilerinin de günahı büyüktür. Fakat kanımızca asıl üzücü olan, genç yaşta ölen şairin bilgisinden yararlanan, engin düşüncelerinden feyiz alan dostlarının, öğrencilerinin “ihanetine” uğramasıdır. İşte, bu sözünü ettiğimiz, Abdül Fettah Rauf’a “yakın çevresinin” ettiği ihanet, baskı rejiminin bile zor başarabileceğini başarmıştır ve bu büyük Üsküplü şairin şiirinin, ölümünün üzerinden otuz küsur yıl geçmiş olmasına rağmen, susturulmasını nerdeyse başarmıştır.
İddia edildiğine göre, şiirlerinin büyük bir bölümü, ölümünden hemen sonra, öğrencilerinden Kemal Aruçi tarafından Gostivar’a bağlı Vrapçişte (Raptiştah) köyüne götürülmüştür. Bugün, bu şiirler, büyük bir ihtimalle, kendisi de vefat etmiş bulunan Kemal Aruçi’nin, İstanbul’da bulunan oğlu Muhammet Aruçi’nin elinde bulunmaktadır.
Abdul Fettah Rauf’un şiirlerinin önemli bir bölümü, Zagreb Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul’a yerleşen ve 1993 yılında ölen öğrencisi Bekir Saddak, şairin Türkiye’ye göç eden oğlu Rıdvan Rauf’tan, yayınlatmak bahanesiyle almıştır.
Sağda solda kalmış, bari şimdilik akıbeti bilinmeyen üç yüz bin civarında mısraın çok az bir bölümü de, Abdül Fettah Rauf’un şiir dünyasına açılmasını ardına kadar candan temenni ve arzu ettiğim pencereyi biraz olsun aralamama yardımcı olan, kendisi de 1950’li yıllardan beri şiir yazmakla uğraşan, hayatını İstanbul’da sürdüren Üsküplü komşum ve hemşerim Cavit Saracoğlu tarafından korunmaktadır.
Evet, Abdül Fettah Rauf bir aydın, âlim ve şair olarak, hem Makedonya’da inançları doğrultusunda büyük bedel ödeyerek verdiği mücadeleyle, hem bugüne kadar maalesef kadri bilinmeyen şiir yaratıcılığıyla anılmayı, anımsanmayı, yaşatılmayı hak edenlerden biridir. Bunca yıl sonra anımsanmasının, anılmasının, yaşatılmasının en anlamlı yolu da, şiirlerinin bir bölümünün kitap hâline getirilmesidir. Umarız “dostlarının-yakınlarının” otuz küsur yıl süren ihaneti, bu imkânlara sahip bir hak dostu tarafından noktalanır.
Dipnot
1 1900 yılında Üsküp Rifaî Tekkesi postnişinliğine gelen Şeyh Saadeddin ardında birçok eser bırakmıştır. Makedonya Türk şair ve yazarları, özellikle son yıllarda, Şeyh Saadeddin’in Makedonya Türk edebiyatındaki önemine sık sık işaret etmektedirler. Ne yazık ki, bugüne kadar Şeyh Saadeddin’in hayatı, kişiliği, yaratıcılığı ve eserleri konusunda herhangi bir araştırma ve inceleme yapılmamıştır. Bu nedenle, 6 Şubat 1936 tarihinde ölen Şeyh Saadeddin hakkında elimizde fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Bizim, Şeyh Saadeddin ile ilgili son derece sınırlı bilgi edinebildiğimiz kaynaklar Yahya Kemal Beyatlı’nın “Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım” (İstanbul Fetih Cemiyeti, 3. Baskı, İstanbul, 1986)) adlı eseri ve “Yönelişler” Dergisi’nde yayımlanan M. Zihni Üskübî imzalı “Üsküp Rifaî Dergâhı’nın Tarihçesi” (Aylık Kültür ve Sanat Dergisi, Nisan 1983, İstanbul, yıl 2, sayı 22, sayfa 43-46) başlıklı yazıdır. 1988 yılında vefat eden Rifaî Tekkesi şeyhi Şeyh Haydar, Şeyh Saadeddin’in eserlerinin çoğunun ayrı ayrı şahısların ellerinde bulunduğunu ileri sürmüştür. Kendisi, Şeyh Saadeddin’in yaratıcılığından bazı örnekleri, değerlendirilmek üzere Prof. Dr. Nimetullah Hafız’a verdiğini de iddia etmiştir. Ne yazık ki Prof. Dr. Nimetullah Hafız bugüne kadar bu alanda herhangi bir çalışma ortaya koymuş değildir. Şeyh Haydar’ın koruyabildiği, Şeyh Saadeddin’e ait eserler, bugün, büyük bir ihtimalle Rifaî Tekkesi şeyhi olan oğlu Şeyh E. İbrahim’in elinde bulunmaktadır.
2 Makedonya Türk Edebiyatı Türk Edebiyatı’ndan “koparılmış” olarak gelişmiştir diyoruz çünkü krallık Yugoslavya rejimi de, sosyalist Yugoslavya rejimi de, kendine özgü yöntemlerle, Makedonya’da yaşayan (Tito Yugoslavyası’nın özellikle ilk yıllarında) Türklerin ana ülke ile bağlarını koparmak istemişler, Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkilerini asgarî düzeyde tutmuşlardır. Bu durumdan Makedonya Türk Edebiyatı da “nasibini” almıştır. Öyle ki Makedonya Türk Edebiyatçıları 60’lı yıllara kadar Türk Edebiyatı’ndaki gelişmeleri doğru dürüst izleyememiş, gelişiminde bundan kaynaklanan sorunlarla karşılaşmıştır. Balkan Savaşları’ndan sonra Türkiye dışında kalan Türklerin geliştirmeye büyük gayret sarf ettikleri edebiyatların anlam ve önemini maalesef idrak edememiş olan Türk edebiyatçılar da, Makedonya Türk Edebiyatı ile yakından ilgilenmemiş, bu edebiyatın daha kısa sürede daha büyük bir gelişim kaydetmesi yolunda gereken destek ve yardımı göstermemişlerdir.
3 Abdül Fettah Rauf hakkındaki bilgileri ve bu yazıda bazı bölümlerini verdiğim şairin şiirlerini, Cavit Saracoğlu vermiştir. Fırsattan yararlanarak, yardımları nedeniyle kendisine teşekkürlerimi dile getirmeyi borç biliyorum.
4 Fettah Rauf ve Onun Grupuna Dahil Balistlerin Yargılanması, “Birlik” Gazetesi, Üsküp, 1 Ekim 1947, s. 4.
5 Makedonya İslâm Dinî Camiası’nın Evkaf Meclisi Yönetmenleri ve Ülema Meclisi Üyelerinin Müşterek Oturumları Yapıldı, “Birlik” Gazetesi, Üsküp, 20 Şubat 1948, s. 4.
6 5. dipnota bakınız.
7 “Yücel” Teşkilâtı’nın başkanı olan Müderris Şuayip Aziz, 19-26 Ocak 1948 tarihleri arasında Üsküp’te yapılan duruşma sonunda, daha üç dava arkadaşıyla birlikte idama mahkûm edilmiştir. İdam cezasının tam ne zaman ve nerede infaz edildiği hâlâ bilinmemektedir. Konu hakkında daha geniş bilgi edinmek isteyenler 20-27 Ocak 1948 tarihleri arasında yayımlanan “Birlik” ve “Nova Makedonıja” gazetelerinden yararlanabilirler. “Yücelciler’in davasına önemli ölçüde gölge düşürecek iddiaların yer almasına rağmen, Mehmed Ardıcı’nın anılarını içeren “Yücelciler 1947” (İnsan Yayınları, İstanbul 1991) kitabına göz atmada da yarar vardır.
8 Manastır Saat Kulesi’ne 28 Ağustos 1992, Pirlepe Saat Kulesi’ne ise 27 Eylül 1992 tarihinde, Makedon Ortodoks Kilisesi’nin düzenlediği dini törenle haç dikilmiştir. Ne yazık ki, üstelik Makedonya’nın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke olan Türkiye Cumhuriyeti yönetici ve yetkilileri bu konuda “suskun” kalmayı “tercih etmiştir”.
9 Abdül Fettah Rauf’un kimi şiirlerini, 1987 yılından bu yana, Türkçe, Arnavutça ve Makedonca olarak yayımlanmakta olan, Makedonya İslâm Birliği Meşihatı Yayın Organı “Hilâl” İslâmî Kültür ve Haber Gazetesi (ayda bir çıkar) zaman zaman okurlarına takdim etmektedir.
Kuvvet ve Hak
Denizde hayvanlar kendi cinsinden
Karada insanlar kendi cinsinden
Zayıfı boğarlar yaşamak için
Hikmet-i Aristo felsefe-i Çin
Burada birleşmiş gücü alkışlar
Hak nedir acaba böyle şey mi var
Dikilen heykeller birkaç dağ taşı
İşleyip oyarak milyonla başı
Yiyen bir ejderha timsâlidir o
Kan içen bir zulmün taş hâlidir o
Mazlumlar oyarlar yine o taşı
Alçıyı yoğurur bunca göz yaşı
Taştan bir yüreği taştan dökerler
Sonra gün gelir taşa dikerler
Yenenle yenilen âlemidir bu
Yiyenle yenilen âlemidir bu
Güçlü bir zulmü hak durduramaz yok
Bir açın hâlinden anlamaz hiç tok
Güçleri yıkacak yine güçtür güç
Güçsüz bir varlığın yaşaması güç
Fakat bu felsefe doğru mu asla
İnsanı hayvandan ayıran mana
Yine bu savaşı hak için yapsın
Kuvvete tapmasın tek hakka tapsın
Kuvvetli ol fakat zayıfı ezmek
Yadelin yurdunda dolaşıp gezmek
Kastiyle değil de zayıfa hizmet
Kastiyle güç bulup hakka et hürmet
Hayat bir cidâlden dedin ibaret
Düşün ki önce sen bir insan idin
Ot gibi it gibi savaşma doğrul
İnsanlık zevkini insanlıkta bul
Yemek bir kanundur sen de ye fakat
Düşün ki yemeğe muhtaçtır sakat
Kör zayıf topal aç o avare de
Çare bul yaşasın o biçâre de
Bir güneş kâfidir bütün dünyaya
Nûrunu nârınla dökme gayyâya
Bir kerre yetişir beşere vatan
Nedir bu didişme ömre semm katan
Kaynaklar ırmaklar suya kandırır
Savaştan volkanlar yakar yandırır
Savaşı şanlı bir sefer mi sandın
Cılızı çiğnemek zafer mi sandın
Kuvveti hakka sen yalancı şahit
Tutarak eğlenme zulm sana ait
Kuvveti hakka sen hizmetçi eyle
İnsanlık icâbı değil mi böyle
Hayvandan nebattan farklı ol farklı
Fark arada garplı ya şarklı.
(Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi 7, Suat Engüllü, Makedonya Türk Edebiyatı, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1997, s. 141-142)
ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER
SON NEFESİMDE VATANIM
Geceye döndü yolunda nice gündüzlerimiz
Fecrini bekleyerek sönmededir gözlerimi?.
Öleceksem de eğer son nefesimde vatanım.
Aşkına ait olup coşmalı son sözlerimiz
Ne kefen istiyoruz biz ne de makber eyvah
Kime lâkin kalacak kimsesiz öksüzlerimiz
Ey büyük tarih sana gerçi dayandık kandık Yine
bazen kabanr biz beşeriz özlerimiz
Ne yokuşlar ne inişler yürüyüp tayyettik
Yolumuz çıkmadı Yâ-Rabb nerede düzlerimiz
Bir bahar aşkı ile kış demedik yaz demedik
Fakat uçlanmıyor ah kışlarımız güzlerimiz
Ne diken çiğnedik ey hâlik-i küll bir gül için
Buna bir şâhid-i âdil kanayan yüzlerimiz
Derdini söylemeye söz bulamaz bir kulunun
Sen bilirsin ne gerek böyle tehî sözlerimiz
YİNE VATAN İÇİN
Beni bir zulmî mûsâ-leh kovuyor yurdumdan
Ona karşı komaya güç bana yok yandım ben
Bakarım ufkunda kan rengine girmiş güneşi
Sanki bir memketin göklere çıkmış ateşi
Doğsa da sanki verem çehresi bağlar mehtap
Hep yıkılmış ne mezar kalmış ne minber mihrâb
Sürülür öz vatanından sürünür yurttaşlar
Meskenetle aşağı doğru eğilmiş başlar
Sanki göz yaşları halinde dökülmüş ciğeri
Kanlı yaşlarla selamlar gidiyorken bu yeri
Kime gitsin ana yurdu ata yurduydu bu yer
Gitmiyorlar onu tardetmedeler mücrimler
Kime Yâ-Rabb bunca büyük şanlı vatan
Kime ısmarlayayım ben seni ey yaslı vatan
KALEMLE HASBIHÂL VEKALEME ARZUHAL
Dertten anlar kaleme dertlerimi dinlettim Bir
ağaç parçasiyken derdim ile inlettim
Ey beyaz sahifeler yazdım kara yazımı
Bu kara bahtın kara yazısıyla kirlettim
Kimseler bilmez İken kalbime girip bildin
Her ne söylersem sana anlatmağa kabildin
Ey derdimin ortağı ey gönlümün sırdaşı
Kimsesiz kalmış garib kalbime sen dahildin
Dökülen göz yaşıma belki bir iksir kattın
Kuruyup yok olmadı bir kâğıtta yaşattın
Hüznüme bir dil verdin dilime bir ses verip
Gönlümün tercümanı sen duygumu anlattın
Sen geldin imdadıma ne geldiyse başıma
Hak’ka giden oluğu açtın şu göz yaşıma
Ahimi sen götürdün Allah’ımın arşına
Allah’ımı getirdin feyzin ile karşıma
Avare bir damlada ummanları çağlattın
Mahzun bir girye ile melekleri ağlattın
Volkanik bir ateşle yazdın coşkun kalbimi
Kalbimin ateşiyle yürekleri dağlattın
Mazilerin feyzini tarihlerin şanım
Milyonlarca dahinin ilmini irfanını
Milyonlarca şairin hainde ve efganım
Milyonlarca fâzılın fazlını iz’âmnı
Bunca yüce velinin ilâhi esbabını
Yüzlerce hakk nebinin vahyini kitabını
Veli nebî bir taraf ey kalem sensin bize
Nakleden sensin yine Rabbim’in hitabını
Bunca solmuş baharlar feyzi tasvirin ile
Bir şairin şiirinde yaşıyor gelmiş dile
Bütün tazeliğiyle bütün letafetiyle
Yaşar bin yıl evvelki batmış bir mehtap bile
Kalem senin eserin ne var ise muhallet
Senin ile bilindi büyük rehber Muhammed
Kar’an bile seninle anlatıldı beşere
Sen olmazsan cihanda bir şey olmaz müebbet
Beka Tûbâsmdan mı seni kesip almışlar
Kalemsiz bir memleket dehre nıes’ûl kılmışlar
Mektep medrese bütün bir kalemin eseri
İlmi fazlı hüneri kalem ile salmışlar
İzan dile gelirse beş kişiye duyurur
Lâkin kalem sesiyle beş k) taya buyurur
Dilin sesi anîdir kalemin câvİdânî
Ey kalem ebediyyen bize hakkı haykır dur
Feyyazsın çınlatır asırları hitabın
Her yerinde okunur her çağında kitabın
BİR ŞAİRE HOŞTERANE LAZIM
Bir şaire hoş terane lâzım
Lâkin ona da bahane lâzım
Güllerle şafakla al buluttan
Bir levhayı şairane lâzım
Mehtabı ve yıldızıyla âfâk
Pür vecd-ü huzur ederken işrâk
Ben söyleyeyim neşide-i hakk
Karşımda da beste versin ırmak
Olmazsa eğer gönülde heyecan
Hiç anlaşılır mı tende bir can
Hissiz ini yürek ölü demektir
insana gerek biraz da irfan
İrfanla bilindi enfüs-ü âfâk
İrfanla bilindi feyz-i hallâk
İrfâıısız akıl akılsız insan
İrfanla olur kemâl-i ahlâk
Ey kışla baharı halk eden Rabb
Kıldın bize kâinatı mihrâb
Mihrâb-ı celâletin önünde
Asâr-İ cemâlinin önünde
Gelmez mi ki hanların da vecde
Etmez mî bu kibriyâya secde
Her şey ediyor bu fikri tervîc
Tchyic ediyor şuuru tehyic
Allah’ını bilmeyen ne olsa
insanlara nispeten kalır hiç
Envâr-ı ezel temevvüc etsin
Esrâr-ı ebed tcheyyüc etsin
Eş’âr-ı bülendi Hatifi de
Efkâr-ı bülent tetevvüç etsin
KUVVET VE HAK
Diyorlar bu dünya savaş yeridir
Kimde güç var ise hayat eridir
Baksana otlardan hayvana kadar
Şuurlu dediğin insana kadar
Hepsi bu savaşa tutulmuş gider
İki güç daimi bir savaş eder
Cılız ot kuvvetli bir otu yener
Mağlûbu kendine gıda edip yer
Aslanlar kaplanlar sırtlanlar bütün
Sürünen zehirli yılanlar bütün
Bulu Har üstünde uçan kartallar
Kendinden zayıfı koşup kovalar
Zayıflar kurbandır güçlüler yaşar
Âcizler bu hale baş eğip şaşar
Denizde hayvanlar kendi cinsinden
Karada insanlar kendi cinsinden
Zayıfı boğarlar yaşamak için
Hikmet-i Aristo felsefe-i Çin
Burada birleşmiş gücü alkışlar Hak
nedir acaba böyle şey mi var
Dikilen heykeller birkaç dağ taşı
İşleyip oyarak milyonla başı
Yiyen bir ejderha timsâlidir o
Kan içen bir zulmün taş halidir o
Mazlumlar oyarlar yine o taşı
Alçıyı yoğurur bunca göz yaşı
Taştan bir yüreği taştan dökerler
Sonra gün gelir taşa dikerler
Yenenle yenilen âlemindir bu
Yiyenle yenilen âlemindir bu
Güçlü bir zulmü hak durduramaz yok
Bir açın halinden anlamaz hiç tok
Güçleri yıkacak yine güçtür güç
Güçsüz bir varlığın yaşaması güç
Fakat bu felsefe doğru mu asla
İnsanı hayvandan ayıran mana
Yine bu savaşı hak için yapsın
Kuvvete tapmasın tek hakka tapsn
Kuvvetli ol fakat zayıfı ezmek
Yadelin yurdunda dolaşıp gezmek
Kastiyle değil de zayıfa hizmet
Kastiyle güç bulup hakka et hürmet
Hayat bir cidalden ibaret dedin
Düşün ki önce sen bir insan idin
Ot gibi it gibi savaşma doğrul
İnsanlık zevkini insanlıkta bul
Yemek bir kanundur sen de ye fakat
Düşün ki yemeğe muhtaçtır sakat
Kör zayıf topal aç o avare de
Çare bul yaşasın o biçâre de
Bir güneş kâfidir bütün dünyaya
Nurunu nârınla dökme gayyaya
Bir kerre yetişir beşere vatan
Nedir bu didişme ömre senin katan
Kaynaklar ırmaklar suya kandırır
Savaştan volkanlar yakar yandırır
Savaşı şanlı bir sefer mi sandın
Cılızı çiğnemek zafer mi sandın
Kuvveti hakka sen yalancı şahit
Tutarak eğlenme zulm sana ait
Kuvveti hakka sen hizmetçi eyle
İnsanlık icâbı değil mi böyle
Hayvandan nebattan farklı ol farklı
Fark arada garplı ya şarklı