gazeteci, yazar
Taraf Gazetesi Eski Genel Yayın Yönetmeni
1950 yılında doğdu. Orta ve lise öğrenimini çeşitli okullarda dolaşarak tamamladı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne devam etti. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdi. Yirmi dört yaşında gazeteciliğe başladı. Gece muhabirliğinden, genel yayın müdürlüğüne kadar gazeteciliğin hemen hemen bütün kademelerinde çalıştı. 1987 yılında köşe yazarı oldu. 1990’da genel yayın müdürüyken gazeteciliğe ara verdi. Çeşitli televizyon programları hazırladı. Birçok yazısından dolayı yargılandı. 1995 yılında bir buçuk yıla mahkûm edildi. Taraf gazetesi genel yayın yönetmeni oldu. 14 Aralık 2012 tarihinde Taraf’tan ayrıldı.
ESERLERİ:
* Dört Mevsim Sonbahar (roman) 1982 yılında yayınlandı.
* Sudaki İz (roman) 1985 yılında yayınlandı, toplatıldı ve müstehcenlikten yargılanarak mahkeme kararıyla toplatıldı.
* Yalnızlığın Özel Tarihi (roman) 1991’de basıldı. * Tehlikeli Masallar (roman) 1996 Ekim’inde yayımlandı ve rekor sayılacak baskı sayısına ulaştı.
* Karanlıkta Sabah Kuşları (deneme) Kasım 1997’de yayınlandı.
HAKKINDA YAZILANLAR
Kriz günlerinde aşk!
Handan AKDEMİR
Aktüel 14 Mayıs 2001
AHMET ALTAN, “İSYAN GÜNLERİNDE AŞK”TA 31 MART VAKASI ORTAMINDA GELİŞEN AŞKLARI, KORKULARI, İSYANLARI VE O GÜNÜN TARİHİNİ ANLATIYOR.. “ASKERLER İKTİDARA GELDİĞİ İÇİN İTTİHATÇILAR’LA BERABER KENDİLERİNE RAKİP OLARAK GÖRDÜKLERİ DİNDARLARI HEMEN YOBAZLIĞA VE GERİCİLİĞE İNDİRGEDİ. DİNİN BİR RAKİP OLARAK KENDİ KARŞILARINA ÇIKMASINI ENGELLEDİLER..”
Ahmet Altan, “Kılıç Yarası Gibi”yle akmaya başlayan “nehir”in ikinci kitabında, “İsyan Günlerinde Aşk”ta 31 Mart Vakası ortamında gelişen aşkları, korkuları, isyanları ölülerin öykülerinden kurgulanmış olarak anlatıyor. Kadınların gizemli, korkutucu sırları, aşkları ve “sık sık yırtılıp yeniden yazılan bir tarih.”
* İktidar askerlikten daha heyecan verici olabilir mi? Romanınızda 31 Mart vakasını anlatırken Mustafa Kemal ve arkadaşları “Asker askerlik yapmalı siyaset yapmamalı” diyerek geliyor ama bir başka kahraman “Asker iktidarın tadını bir kez aldı mı bırakamaz” diyor.
– Doğrusu ben subayların bu kitabı okumasını çok isterim. Burada değişik asker ve subay tipleri var. O dönemde askerliği çok seven subaylar da vardı, siyaseti çok seven subaylar da. Tabii aralarında da ciddi bir mücadele. Bugün bu mücadele çok eksik Türkiye’de. Askerliği sadece askerlik için seven de vardır ama biz onları çok görmüyoruz. Daha çok siyaseti seven asker tipi toplumun önüne çıkıyor. İsmet İnönü “Asker derhal siyaseti bırakıp kendi mesleğine dönmeli” diye bildiri bile yayınlamıştı ama askerler dinlememişti. Bugün meselâ böyle bir tartışma yok. Askerliğe birçok açıdan bakılabileceğini görmek için subayların bu kitabı okumasını isterim gerçekten. Gerçek askerin subaylığı ve askerliği nasıl algıladığını görmek için.
* Osmanlı’nın birleştirici faktörü padişah mıydı? “Doktor başka bir yere gitse de doktordur ama bir padişah başka bir yere gittiğinde padişah değildir” diyorsunuz ama padişah gider gitmez askerler, İttihatçılar ve mollalar arasında savaş başlıyor…
– Çünkü iktidara talip olan birçok kurum padişahın varlığı nedeniyle kendi aralarında bir iktidar kavgası sürdüremiyor; en azından açıktan açığa. Padişah çekildiğinde ortada teslim alınacak bir iktidar kalıyor ve her grup bu iktidarı almak istiyor ve bunun için de kavga başlıyor. Türkiye problemlerinin hiçbirini halledemediği için yüzyıl önceki iktidar kavgası aynen devam ediyor. Yine askerler ve dinciler kavga ediyor.
* 23 Nisan marşlarının “Padişah kovuldu, düzen kuruldu” söylemi doğru olamaz herhalde?
– Kavga bitmedi ama. Türkiye’de iktidar aslında hiç kimse tarafından tam olarak sahiplenilemedi. Çünkü burada halka ait bir şey değil iktidar. Onun için halkın dışındaki güçler dövüşüp duruyor. İktidarı halka yayamadık; halk iktidarın bir parçası, sahibi olamadı. Ortada sadece iktidarın sahibi olmak isteyen gruplar kaldı. Bu grupların en güçlüsü de askerler ve dinciler.
* Aşk ve kölelik, tabiyet ve teslimiyet, inanç ve kulluk… Kitapta hem aşk hem de isyanda tekrarlanan temalar bunlar. Teba olmak neden huzur veren bir şey olmasın?
– Padişah huzurdan ziyade alışkanlık sağlıyordu. Teba oldukları zaman o kadar rahatsız olmuyorlardı çünkü tanrısal bir rolü vardı; ayrıca adam halife yani dini bir sıfatı da var. Onun için ona biat etmek, boyun eğmek onlara zor gelmiyor. Ama ortada padişah olmadığında birilerine boyun eğmek zor geldi. Bir kul bir kula nasıl boyun eğecek. Kaos bu yüzden çıkıyor. Teslimiyette bir huzur tabii ki var ama huzursuzluk da var. Ayrıca dönemin padişahı Abdülhamid çok kuvvetli bir karakterdi. Çok kuşkucu, vesveseli, hafiye teşkilatları kuran, insanların hayatını mahveden, bencil, paranoyaktı belki ama, yanısıra romana, müziğe, tıbba, nişancılığa, hayvanlara, hisse senetlerine meraklıydı. Kimse Pasteur’ü tanımazken onu davet etmişti. Herkes için kanlı bir adamdı, doğru ama, bu gerçek tek başına söylendiğinde artık gerçek değildir. Çünkü gerçek, birçok minik parçadan oluşmuş bir tablodur. Bu parçaların sadece bir tanesini gösterdiğinde yalan söylemiş olursun.
* Tarihi roman yazmak günümüzde geçen bir roman yazmaktan daha mı kolay? Romantik atmosferi garantileyen bir şey sağlamıyor mu?
– Hayır tam tersi, kıyaslanamayacak kadar zor. Bugünde geçen bir romanda bir şeyleri araştırmak zorunda değilsin; kahramanları kafanda yaratır, ilişkilerini biçimlendirir ve oturup yazmaya başlarsın. Ama tarihi romanda birçok araştırma yapmak, kitaplar okumak ,en zoru o karşına çıkan malzemeden en doğru kısımları seçmek zorundasın. Bir romanın kendi özel dünyasını kurarken tarihten aldığın gerçekliği onun içine yerleştirmek gerekir. Ama doğru, romantik olabilir çünkü dekor etkileyici bir sahne, bir isyan, bir ayaklanma.
* Kadınlar kendilerini anlamak, görmek için isyan bölümlerinin bitmesini beklemek zorunda. Bu bekletme istedikleri şeyi vermeden önce onları heyecanlandırmak gibi erotik bir işlev görmüyor mu?
– Hiç böyle düşünmemiştim. Kitabımı okuyan birkaç kadın normalde bu bölümleri atlayacağını, ama zevkle okuduğunu söyledi. Ama benim yazarken böyle bir düşüncem olmadı.
* “Tarihin sık sık yırtılıp yeniden yazıldığı bir diyar” tanımı sadece bizim coğrafyamıza özgü bir şey mi?
– Tüm coğrafyalarda tarih biraz yalandır. Ama bizdeki yalan ölçüsü neredeyse bütününü kapsar hale geldiği için tuhaflaşıyor. 31 Mart olayının gerçeği ile bize anlatılan hali arasında büyük fark var. Sokaktaki insanları çevirin; kaç kişi bunun askeri bir ayaklanma olduğunu, o zamanki din alimlerden çoğunun bu ayaklanmaya karşı çıktığını bilir. Bize bir yalan olarak öğretildi. Biz sanıyoruz ki toplumdaki dincilerin hepsi bir anda 31 Mart’ta ayaklandı. Hayır öyle değil. Sadece İstanbul’da birkaç tabur asker ayaklandı, bunları kışkırtan mollalar vardı ama onların kim olduğu hâlâ bilinmiyor. Ayrıca askerin kendi içinde de bir ayaklanma ve çözülme yaşanıyordu. Subaylar “alaylılar” ve “mektepliler” olarak ikiye bölünmüştü ve birbirlerinden nefret ediyorlardı. Bütün bir yüzyıl boyunca, cumhuriyet tarihi boyunca din tehlikesine referans olarak gösterilen 31 Mart ayaklanmasının aslında ne olduğunu günümüzün okumuş yazmışları bile bilmiyorsa o zaman biraz bu tarihin yalan olduğundan söz etme hakkına sahip olmuyor muyuz? Ve şunu sorma hakkına: Niye bize bunun doğrusunu anlatmadınız? Bu yüzden biz tarihe her baktığımızda dehşete uğruyoruz. Çünkü baştan aşağı yalan. Zucker isimli bir Hollandalı tarihçi “Mustafa Kemal hakkında Mustafa Kemal’den başka hiçbir kaynak yok” diyor. Her meydana heykelini diktiğimiz bir kişi ve hakkındaki tek bilgi kaynağı kendisi. Tarihi bütün çıplaklığıyla gördüğümüzde bugünkü iktidarı da bütün çıplaklığıyla görürsünüz, çünkü bugünkü ilişkiler tarihteki ilişkilerin aynı.Onun içindir ki tarih bu ülkede başka herhangi bir ülkede olduğundan çok daha tehlikeli bir iştir.
* Kimin işine yaradı bu yalan tarih?
– Askerler iktidara geldiği için İttihatçılar’la beraber kendilerine rakip olarak gördükleri dindarları hemen yobazlığa ve gericiliğe indirgedi. Dinin bir rakip olarak kendi karşılarına çıkmasını engellediler. Dini sadece yobazlıkla özdeşleştirip aydınları biraz yarım aydın, biraz hacivat, biraz züppe gibi göstermeyi halkın gözünden düşürmek için kullandılar. Türkiye’de sadece bir tek tip dindar varmış gibi çizildi hep. 31 Mart ayaklanmasına karşı çıkan gerçek dindarlar vardı. Günah işlemekten korkarlardı ama cezalandırılma değil, tanrının sevgisini kaybetme korkusuyla.
……
HABER
28 Şubat’ın atası 31 Mart
Doğan HIZLAN
Hürriyet 10 Haziran 2001
Göztepe’deki Hasan Paşa Apartmanı’nın 13. katına çıkınca, gördüm ki, Ahmet Altan çok satan bir romancının edebî rehavetini yaşıyor. Gazetelerde, dergilerde röportajları yayınlanmış, bilboard’larda yüzünü göstermişti. Bir çok kimsenin hayal edemediği bir rakama ulaşmıştı kitabın satışı; 50.000’e. Sorularımla biraz da bunun sırrını öğrenmek istiyordum. Bir bölümünü öğrendim, diğer bölümünü bulmak da eleştirmenlere kaldı. Benim gibi zor ağırlanır bir misafir için harekete geçti, çünkü beni tanıyordu, beş çayında ikram beklediğimi biliyordu. İsyan Günlerinde Aşk, şimdi her edebiyat severin okuma gündeminde. Onunla dostluğumuzun tarihi eskidir. Hürriyet dış haberlerdeki çalışmalarından, Bir Günün Hikáyesi’ne kadar uzayan bir iş arkadaşlığının pekiştirdiği dostluk. Önce anılar sohbeti başladı, arkasından sorular sökün etti. Elbette biraz birbirimize iğneli göndermeler yaptık. İnce alayın lezzetini birlikte çıkardık. 31 Mart İsyanı gibi herkesin bildiği ya da bildiğini sandığı bir konuyu romanlaştırdı. Aşklarıyla, siyasal ortamıyla, gerçek ve roman kişileriyle. Yeni romanında tarihten söz etmeyecekmiş. Öyledir yazarlar, başka konuları yazarak dinlenirler. Kitaplar, CD’ler, DVD’ler arasında gerçekleştirdik bu konuşmayı. Sanırım bu konuşmadan sonra, okuyanlar bazı sayfalara yeniden dönecekler, okumayanlar da epey ipucu bulacaklar.
Romanınızda 31 Mart vakasını dönem olarak anlatıyor ve hep söylenenin, okullarda öğretilenin aksine bunun bir gerici ayaklanması değil, asker ayaklanması olduğunu söylüyorsunuz. Çok daha yakın bir tarihte 28 Şubat’ı yaşadık. Bu ikisi bazı yanlardan benzerlik gösteriyor mu?
-Bizim yakın tarihimiz ne yazık ki karanlık bir tarih. Özellikle karanlık tutulmuş bir tarih. Tüm önemli noktaları saklanmış. Bütün devletlerde kan ve yalan vardır. Ama bizim tarihimizdeki yalan oranının çok yüksek olduğunu düşünüyorum. Çünkü bence bugünü biz geçmişteki bir yalanın üzerine inşa ediyoruz. Türkiye’deki iktidar yapısı geçmişteki yalanların üzerine inşa edildiği için bizde tarih çok ciddi bir tabudur. Ve onun için tarihçiler burda gerçekleri açıklamaktan korkarlar. Gerçekleri söyleyen bir tarihçinin başı büyük ihtimalle derde girer ve bunun çok örnekleri vardır.
FARK ENTELEKTÜELLERDEDİR
Resmi ve gayrı resmi tarih ayrımı nasıl olur?
-Resmi tarih, bir ülkede okullarda okutulan tarih demektir. Bütün devletlerin çocuklarına okuttukları tarihlerinde çarpıtmalar, kendilerini yüceltmeye yönelik yaklaşımlar vardır. Bir de gerçek tarih vardır. Ülkeleri birbirinden farklı kılan entelektüelleridir. Devletler kendi geçmişleri ile ilgili yalan söyleyebilirler. Ama o devletlerin entelektüelleri bu yalanları açığa çıkartır.
TARİH BİZDEN SAKLANIYOR
Bizde eksik olan bu mu?
-Bence maalesef fevkalade eksik. Mesela 31 Mart’ı ele alalım. Biz 31 Mart’ı bir irtica ayaklanması olarak biliyoruz. Bize öyle bir öğretildi ki, bir mürteci takımı silahlandı ve sokağa döküldü. Ama gerçek bu değil. 31 Mart bir askeri ayaklanma. Evet, dini motiflerle ayaklanmışlar, ama ayaklananlar asker. Ama tarih bunu bizden saklıyor. Çünkü, Türkiye’nin siyasi yapısına bakarsanız, ordu siyasetin içindedir. Ve bir ülkede ordunun siyasetin içinde olabilmesi için meşru bir nedene ihtiyacı vardır. Meşru bir neden de, bir iç düşman olmasıdır. 31 Mart, orduyu siyasetin içinde tutacak bir neden olarak günümüze kadar yaşadı.
Bu çizgiyi 28 Şubat’a kadar çekebilir misiniz?
– 28 Şubat da bence aynı şey. Mürteci ayaklanması olacak diye asker hoş bir deyimle postmodern darbe yaptı ve iktidardaki gücünü daha da pekiştirdi. Ama bence Türkiye’de hiçbir zaman bir mürteci ayaklanması ihtimali yoktu, 28 Şubat’ta da yoktu. Ülkenin istihbarat şefi de bir açıklama yaptı, bu ülkede bir irtica ayaklanması tehdidi yoktur diye.
28 Şubat’ta 31 Mart’tan farklı olarak kamuoyu desteği var mıydı? Yoksa bu destek oluşturuldu mu?
-Bence ikisi de doğru. Şunu yapabilirim. Bana iki televizyonla iki gazete verin, Türkiye’de katiller ordusunun her gün insanları sokaklarda öldürdüğüne bütün bu halkı inandırayım. Bir gün içinde adi cinayetleri arka arkaya haberlerde vereyim, o gün on tane adam öldürüldüyse bir katliam gibi çıkar. Ve onları bastırmak için bir askeri harekatın gerekli olduğuna halkı inandırırım. 31 Mart’ta bir din motifi vardı. Bu gerçek. Ama mürteciler ayaklanmadı, bu gerçeğin saptırılmış biçimde yansıtılmasıdır. 28 Şubat’ta evet, şekil olarak hükümette mürteci görüntüsü veren bir parti vardı. Ama bir mürteci ayaklanma ihtimali yoktu. Gerçek bir başkasının işine yarayacak biçimde sunuldu.
31MART’IN KORKU BİRİKİMİ
Bütün bunların ardında toplumsal ve siyasal nedenler mi yatıyor?
– 31 Mart’la başlayan bir korku birikimi var toplumun içinde. Mürteciler gelecek ve bizi kesecek diye. Onun için 31 Mart’ta söylenmiş yalan çok önemli. 31 Mart askeri bir ayaklanma olarak bilinirse, bunun ordu içindeki bir disiplin sorunu olduğu da anlaşılır. Benim sorunum şu, neden biz çocuklarımıza bunu öğretmedik. Tarihçiler bu konuda kitaplar yazdı. Tek tek kitaplardan söz etmiyorum. Tarihçilikde bir müessessedir. Neden bu gerçeği toplumun ruhuna nüfuz edecek biçimde tarihçi müessesesi bize gerçeği anlatmadı.
31 Mart Vakası’nı anlatırken belli bir tarih tezinden yararlandın mı?
-Ben tarihi en iyi anılardan öğrenebileceğimize inanıyorum. En azından edebiyat için iyi malzemenin anılarda ve tarih kitaplarının dip notlarında saklı olduğunu düşünüyorum. 31 Mart’ı yazarken o günleri yaşamış insanların gün be gün tutukları notlardan, anılardan, haberlerden yararlandım. Ben bir tarihçi değilim, böyle bir tezle ortaya çıkamam. Zaten romanın bir teze sahip olmasını yadırgarım. Sadece 31 Mart’ı anlatırken bir yalanla karşılaştım, bize okullarda öğretilenle gerçek arasında çok büyük fark var. Ve bu farkı tarihçiler biliyor. Bunu bilmeyen biziz. Resmi ideoloji, resmi tarih dediğimiz şey bir tür rutubet gibi bu yalanın içimize sızmasına yol açmış. Bunu bir tez olarak değil bilgi olarak söylüyorum. Askerler ayaklanmış. Bunun böyle olmadığını söyleyen bir tarihçi varsa çıkıp söylesin. O zaman şu soru geliyor. Bunu bütün tarihçiler biliyor da biz neden bu kadar geç öğrendik?
HİÇBİR ŞEY DEMEDİLER
Tarihçileri gerçekleri söylememekle suçluyorsunuz. Hiç tepki almadınız mı?
– Hayır almadım. Normalde bir şey söylemeleri gerekiyordu ama hala söylemediler. Ya bu adam uyduruyor diyecekler ya da biz evet biraz gerçekleri anlatmakta geride kaldık diyecekler.
İYİ BİR EDEBİ MALZEMEDİR KADIN
Kadını anlatmanın bir yazar için ciddi bir meydan okuma olduğuna inanıyorum. Ayrıca iyi bir edebi malzemedir kadın. Çok karmaşık, çok değişken ve derinliğine doğru ardı ardına duygu birikimleri saklayabilen bir yapısı var. Ve ben şuna inanırım, kadını iyi anlatan yazar iyi bir yazardır.
Mesela sokulmak kelimesi erkeksi bir kelime değildir. Kadın sokulur. Halbuki erkek aşık. olduğu zaman sokulmak ister. Bence bu kadınsı yan, erkek aşık olduğunda ortaya çıkar ve ancak kadınsı yanlar ortaya çıktığında da aşık olabilir. Aşık olduğu zaman dilimleri dışında erkekte sevilme isteği çok yoğun değildir.
Türkiye kadınsız bir toplum. Türkiye’nin aslında tartıştığı bütün sorunlar kadın sorunudur. Türkiye’de din sorunu yoktur, kadın sorunu vardır. Yapılan bütün tartışmaları dinleyin, o tartışma beşinci dakikadan sonra bir kadın tartışmasına döner. Kadın kapanacak mı açılacak mı?
ORHAN PAMUK’LA YARIŞMIYORUZ
Satış bakımından Orhan Pamuk’la yarıştığınız görüşü egemen. Böyle bir yarış var mı gerçekten?
– Edebiyat bir satış yarışması değildir. Ayrıca Orhan benim edebiyat dünyasındaki en iyi dostum diyebileceğim bir adam. Bence yazarlığın kendisine çok yakıştığı birisi. Bir yazarı tarif etmek istesem Orhan gibi birisini tarif ederim. Ama edebiyat anlayışlarımız tamamen farklı. O anlamda birbirimize rakip olduğumuzu düşünmüyorum. Sadece ikimiz aynı işi yapıyoruz, bunun dışında bir ortaklığımız yok. Çok farklı kanallardan çok birbirine benzemez biçimlerde yazıyoruz. Böyle bir yarışma bende yok, Orhan’da da yoktur.
PARMAK İZİ GİBİ BABA OĞUL İMZASI
Bir parmak izi gibi baba oğul imzası olduğuna inanırım. Babamla çok benzemezliğimize rağmen çok da ortak noktalarımız olduğuna inanırım. Bir kere mesleklerimiz aynı. Yani sadece babam değil, aynı zamanda ustam. Ki bu ilişkiyi çok daha yoğun bir hale getiriyor.
BEŞERİ ZAAFIM OKUNMAYI İSTEMEK
Ben edebiyata, yazıya sığınıyorum. Herkesin hayatla temasta çektiği sıkıntılardan sığınacağı bir yer vardır. Tanrı ve tarih, tabii ki ikisi de çok görkemli ve insana önemsizliğini göstererek çektiği acının da aslında çok önemli olmadığını hatırlatır ve bir tür teselli sağlar. Edebiyat bana güçsüzlüğümü değil, gücümü göstererek beni kurtarıyor.
Edebiyatın iki parçası vardır. Bir, yazarın yazısını yazdığı yer. Orda yazar hiç bir beşeri zaafa sahip değildir. Gerçekten bir Tanrı gibidir. Ama yazı, kitap bittikten sonra da edebiyatın ikinci yeri çıkar ortaya. Orası edebiyatın saflığının bozulmuş bölümüdür. Evet çok okunmak isterim. Bu benim beşeri zaaflarımın ortaya çıktığı yerdir. Bütün yazarlarda da olduğu kanaatindeyim.
Ben yazı yazarken yeryüzünde benden başka birisinin yaşadığını bile unuturum. Eğer aklıma gelirse korkarım. Ancak başka insanları unutursan yazı yazabilirsin. Başka insanlar aklındaysa çok zorlanırsın çünkü onlara göre yazı yazmaya çalışırsın. Bu da edebiyatı bozar. Mekanikleştirir.
Ahmet Altan’a sürpriz tanık!
03 Ekim 2002
Ahmet Altan’ın Almanya’nın Offenbach kentinde yaptığı konuşmayı Fransız Ahmet başlığıyla duyuran Milliyet gazetesinin haberiyle ilgili tartışmalar sürüyor.
“Konuşmayı yalnızca biz izledik” diyen Milliyet’in bu haberine karşın, Hessen Radyosu Muhabiri Muharrem Özsöz “Ben de oradaydım ve Ahmet Altan konuşmasının hiçbir yerinde ‘Türk erkekleri ağızları kebap, üzerleri yağ kokuyor, Türk erkekleri her şeye maydonoz oluyor, Türk erkekleri ahmak’ gibi cümleler kullanmadı” diye konuştu. Özsöz, bandın çözümünü de “bianet.org” ve “gazetem.net” sitelerine gönderdi.
Avrupa Parlamentosu Milletvekili Ozan Ceyhun da, Milliyet’in Altan hakkında yaptığı yayında kendisini ahlak ve yasadışı yollarla kaynak gösterdiğini söyledi. Hukuki yollara başvuracağını belirten Ceyhun “Hiç alışık olmadığım bir sahtekârlıkla karşılaştım. Ve bunu çok sevip saydığım Milliyet gazetesiyle yaşadığım için üzgünüm” dedi..
Ahmet Altan da yaptığı açıklamada “Bu cümlelerin bana ait olmadığını, konuşmamda böyle sözler söylemediğimi açıkladım ve Milliyet yönetiminden konuşmanın bandının yayınlamasını istedim” dedi.
Altan, bizzat Milliyet Genel Yayın Müdürü’ne gönderdiği açıklamanın yayınlanmadığını da belirterek, şöyle konuştu:
“Mehmet Yılmaz bu açıklamayı yayınlamadı. Bunun yerine, Almanya’daki toplantıya katılanlara ‘tuzak sorular’ sordurarak ‘yalancı şahit’ yaratmayı seçti.
Almanya’da Hessen Radyosu’ndan Muharrem Özsöz, elindeki bandı telefondan Milliyet yöneticilerine dinletti.
Mehmet Yılmaz, bandı dinlemesine ve konuşmama ekledikleri cümlelerin bana ait olmadığını görmesine rağmen, dürüstlüğe ve ahlaka asla uymayan bir biçimde, ‘benim sözlerimi inkar ettiğimi’ yazdı.
Bana iftira atarken, Milliyet gazetesine de ihanet etti. Kendi koltuğunu kurtarmak için gazetesinin güvenilirliğini tehlikeye attı.
Almanya’daki konuşmamın tam metni, ‘gazetem.net’ sitesinde yayınlandı ve bütün gazete yöneticileriyle, köşe yazarlarına gönderildi.
Konuşmamı ve Milliyet gazetesinin yazdıklarını yanyana okuyan herkes, nasıl ısrarlı bir şekilde iftira atılabildiğine şahit olacak.
Şimdi sormak istiyorum, ‘istifa’ müessesi sadece politikacılar için mi geçerlidir? Gazeteciler istifa etmeyi bilmez mi? Gazetesini kendi yalanlarına alet eden, grubunun yayın ilkelerini hayasızca çiğneyen bir genel yayın yönetmeni görevinde kalabilir mi? Yalan söylediği, iftira attığı açıkça kanıtlanan birini genel yayın müdürlüğünde tutanlar, onun suç ortağı olmayı kabullenmiş olmaz mı?
Eğer Türk medyasının bazı üyelerinin iftira atması bu kadar kolaysa, iftira böylesine doğal karşılanıyorsa, iftira atanlar kendi meslektaşları tarafından cezalandırılmıyorsa, bu ülkenin halkını bu ülkenin medyasından kim koruyacak?
İsmet Paşa’nın sözünü değiştirerek sorarsak, Türk halkını Türk medyasından korumak için dışardan medya mı getirelim?”.
HAKKINDA YAZILANLAR
Gazcı Kardeşler
Oray Eğin
Akşam 29 Ocak 2010
Hep iktidara yakın gazeteciler oldu… Başbakanlarla kadeh tokuşturanlar, Köşk’ten çıkmayanlar, Cumhurbaşkanı’nın şapkasını taşıyanlar… Kimileri manipüle edildi, talimatla yazı yazdırıldı, dezenformasyon kampanyalarından kullanıldı…
Ama eskiden bu işlerde belli bir denge olurdu… Mesafeyi tutturamayanlar elenirdi. İktidara yakınlığı bir gazetecilik tarzı olarak benimseyenleri ise belli bir rezervle okurduk zaten.
Oysa bugün mesafe ve denge tamamen ortadan kayboldu, gazeteciler kendilerini tam anlamıyla iktidara iliştirdi. Özal’a yakın gazetecilerde de, Demirel’in kolladıklarında da, Ecevit döneminde de böyle angaje olmamıştı en iktidar meraklıları bile…
Şimdi her biri birer parti komiseri, özel kalem müdürü, basın bülteni gibi.
Bu değişim nasıl oldu acaba?
Sanırım geçmişteki iktidara yakın gazetecilerin şöyle bir özelliği vardı: Birkaç hükümet görüp, Ankara’daki çarkların nasıl işlediğini çözmüşler ve asgari denge ister istemez sağlanmıştı. İktidarı ilk kez tatmıyordu o gazeteciler, pek çoğu bugünün kazananlarının yarın kaybeden olabileceğini tahmin ediyordu sanırım.
Şimdikiler ise ilk kez iktidarın nimetlerinden faydalanıyorlar. İlk kez ciddiye alınıyorlar, hadi daha avam söyleyelim, adam yerine konuluyorlar. İlk kez para kazanıyorlar. İlk kez uçaklara davet ediliyor. İlk kez siyasetçilerle ‘enseye tokat’ ilişki kuruyorlar. İlk kez yalıda oturuyorlar. İlk kez Başbakan evlerine geliyor.
Doğal olarak bir şaşkınlık yaşıyorlar… ‘Ne oldum delisi’ oluyorlar…
Mehmet Barlas gibi İsmet İnönü’yle misket oynayarak büyümediler ki, iktidarla ilişki kurma alışkanlığı bugün de Başbakan’ın yanağını okşamaya varsın…
Kısacası, geçmişte görmediler, şimdi gözleri açıldı ve o açlıkla saldırıyorlar.
Tecrübesiz olduklarından, iktidarın sonsuza kadar kimseye vaat edildiğini anlamadıklarından da, kendilerini bu hükümete angaje etmekten hiç mi hiç çekinmiyorlar. ‘Bu dönemde ne toplarsak bizim karımız, sonra yine kimse bizi adam yerine koymaz’ diyorlar.
Dün bir fotoğraf vardı… Bir otelde toplanmış gazeteciler, adlarının sözde darbe planında sözde tutuklanacaklar listesinde olmasına itiraz ediyorlar. Arkalarında da Soros çocukları. Nasıl keyifliler, nasıl mağdur olmanın tadını çıkarıyorlar, nasıl bunun PR’ını yapıp kendilerine reklam malzemesi yapıyorlar.
Oysa birkaç sene önce… Mehmet Altan dediğiniz adam sırf soyadına hürmeten haftada bir yazdırılıyordu, kimse yüzüne bakmıyordu… Şimdi iktidara akıl öğretiyor… Emre Aköz dediğiniz karısıyla bedava gezilere gidiyor, bedava gittiği gezilerin reklamını yapıyordu… Şimdi uçaklarda ağırlanıyor… Ev kadınlığından devşirme olanı kulak çubuğuyla nasıl ocak temizlediğini anlatıyordu köşesinde, alkolü fazla kaçırdığı boş vakitlerinde de kadınların kafasına bira şişesi fırlatıyordu… Artık Çankaya’ya davet ediliyor… Hasan Karakaya eskiden ciddiye alınmıyordu. O da Başbakan uçağının kadrolularından.
Nereden nereye… Bütün ‘sonradan görmeler’ gibi iktidarı da, gücü de sonradan görenlerde doz aşımı kaçınılmazdır.
Ve artık Başbakan Erdoğan bile isyan etti bu adamlara… İllallah dedi, ‘Gaz vermeyin’ diye isyan etti…
‘Otel lobisi mağdurlarına’ söylenecek bundan güzel söz var mı.
HABER
Öcalan ve Taraf selamlaşması
27 Haziran 2011
Öcalan övgü düzüp selam yolladı. Taraf: Ve aleykümselam Apo! Selam gönderdiği 2 gazeteci daha var..
Hatip Dicle krizi sonrası BDP’nin desteklediği vekiller boykot kararı almıştı. Bunun üzerine gözler İmralı’ya çevrilmişti. Avukatlarıyla görüşen Abdullah Öcalan’ın açıklamaları dikkat çekiciydi. Öcalan bağımsızların boykot kararını doğru bulurken, çözüm konusunda adım atılmaması halinde tehditlerde bulunmuştu.
Öcalan’ın avukatlarıyla yaptığı görüşme sonrası PKK’ya yakınlığıyla bilinen haber ajansında Öcalan’ın Taraf gazetesiyle ilgili sözleri de yer alıyordu. Öcalan, Yasemin Çongar ve Ahmet Altan’ın dışında iki gazeteciye daha selam gönderdi.
TARAF DEĞME SOLCULARDAN DAHA CESUR
Öcalan’ın açıklamalarında Taraf ‘a da mesajları vardı: “Ahmet Altan ve Yasemin Çongar’a selamlarımı iletiyorum. Ahmet Altan’ın yazılarını okuyorum. Özgürlükçü yanının güçlü olduğunu biliyorum. Onların Taraf gazetesiyle önemli bir özgürsel yol açtığını biliyorum. Bunu çok değerli ve önemli buluyorum. En değme solcudan daha yararlı ve cesur buluyorum. Taraf’ın Türkiye’deki hegemonik yapıya eleştiriler yaparak özgürlüksel bir duruş sergilediler. Taraf’a eleştirilerim de var. Onları zaman zaman eleştirdim de. Ama benim eleştirilerim onların bu değerli, özgürsel yanını ortadan kaldırmaz.
ÇANDAR VE CEMAL’E SELAMLARIMI İLETİYORUM
Zaten Kürt sorununa, toplumsal konularda da eleştirisel yaklaşmak gerekir. Yasemin Çongar’ın da yazılarını aynı çerçevede buluyorum. Değerlidir, özgürlük yanı gelişkindir. Onun edebi yanı da var. Daha önce edebiyat üzerine yazdığı yazıları okuyordum. Son zamanlarda yazmıyor ya da ben alamıyorum. Cengiz Çandar ve Hasan Cemal’e selamlarımı iletiyorum.”
HABER
Taraf bertaraf oldu
Akşam 14 Aralık 2012
Taraf gazetesi genel yayın yönetmeni Ahmet Altan ve yardımcısı Yasemin Çongar’ın istifa etti.
Taraf gazetesinde Dar Kapı köşesini yazan Kurtuluş Tayiz’in Twitter’da duyurduğu habere göre Yasemin Çongar, gazeteyle yollarını ayırdı. Tayiz, Altan’ın bugün veda yazısını yazacağını da duyurdu.
Ahmet Altan’ın da retweet ettiği haber sosyal medyada geniş yankı buldu.
Ahmet Altan dün akşam istifasını gazetenin sahibi Başar Arslan’a sundu.
Ardından Yasemin Çongar, bugün ekibi toplayarak Altan’ın istifa ettiğini ve kendisinin de görevi bırakacağını açıkladı.
Bunun üzerine Taraf ekibininin yüzde 80’i görevi bırakma kararı aldı.
HAKKINDA YAZILANLAR
sondevir yazısı
Altaninsky-Kıpçakskiy
HAKKINDA YAZILANLAR
Altan’a “demokrasi şehidi” muamelesi yapamıyorum
Aslı Aydıntaşbaş
Milliyet 17 Aralık 2012
Taraf’ın Türkiye’de askeri vesayetin geriletilmesi ve sivilleşme konusunda ciddi bir rol oynadığını teslim edelim. Ama dilim varıp Altan’a “demokrasi şehidi” muamelesi yapamıyorum.
Taraf, sabahları kendi gazetemden sonra elimi ilk attığım gazeteydi. Her manşetine, her haberine katılmasam da, başka yerlerde okuyamayacağınız yorumlar, iç gıcıklayan haberler olurdu bu gazetede.
Gazete ilk çıkışında ordu, son dönemde ise Tayyip Erdoğan’a yönelik sert muhalefet yapma cesaretini gösterdi. O yüzden, Ahmet Altan ve Yasemin Çongar’ın ayrılışının sıradan bir medya haberi olmadığını, hatta Taraf’ın üslubu ve ses getiren manşetleriyle Türkiye’de askeri vesayetin geriletilmesi ve sivilleşme konusunda ciddi bir rol oynadığını teslim edelim.
Ama yine de dilim varıp Ahmet Altan’a “demokrasi şehidi” muamelesi yapamıyorum. Gerçek şu ki, Taraf’ın Türkiye’nin demokratikleşmesine katkısı kadar zararı da oldu. Mesele sadece bu gazetenin Balyoz, Ergenekon, Oda TV ve KCK davalarında (ilk dalgada) emniyet ve savcıların borazanlığını yapmış olması değil; mesele bu davalarda Taraf’ın yayınları nedeniyle hala birçok masum insanın cezaevinde olması.
Taraf, bilerek ya da bilmeyerek, bir dönem emniyette hakim gücün maşası olarak bu operasyonlarda bizzat kilit rol oynadı; kamuoyunda arzulanan havayı yarattı. Dezenformasyonsa, alası yapıldı.
Bugün gazetesi yazarı Nuh Gönültaş’ın twitter’da “Taraf gazetesi misyonunu tamamladı. Taraf, Ergenekon davası için özel olarak kurulmuştu. Taraf bu görev için kurulmuş bir koalisyondu“ sözü, beni düşündürdü.
Taraf’ın kuruluşunda gerçekten bir ‘koalisyon’ var mıydı, bilemiyorum. Ama bakın o dönem gazetenin ‘Karanlık Oda’ diye takdim ettiği Oda Tv sahibi Soner Yalçın, elde sahte dijital veriler dışında bir belge olmamasına karşın 2 yıldır hapiste. BDP’den 10 bine yakın Kürt, KCK davasından terör suçlusu. Bakın bavulla Taraf’a gelen Balyoz belgelerinde sahteliği kanıtlanmış dosyalarda ismi geçen onlarca subay, hapislerde çürüyor. Çeşitli vesilelerle Taraf’ın hedefe oturttuğu Hanefi Avcı, İlker Başbuğ, Mustafa Balbay gibi “teröristler” hala Silivri’de.
Bu davalar safsatadır demiyoruz; hiç demedik. Ama bu davalar masum insanları ekarte etmek, gücü tekelleştirmek için kullanıldı mı? Evet.
Taraf’a sızdırılan belgeler sayesinde yargılanan birçok insan, bu yılbaşı da çocuklarından, eşlerinden, sevdiklerinden uzak, zindanlarda olacak.
Taraf’tan bu davalarda takındığı tutum ya da yayımladığı sahte belgelerle ilgili en ufak bir ‘özeleştiri’ gelmiş olsa, Ahmet Altan gerçekten gözümde bir demokrasi kahramanı olurdu. Ama maalesef Altan’ın o duygulu, öfkeli, isyankar kaleminden, mahvettiği hayatlarla ilgili utangaç bir ‘özür’ cümlesi bile okumadım ben…
Madalyonun yüzü
Her zaman söylüyoruz; demokrasiler sizin gibi düşünmeyenlerin de konuşma, düşünme, örgütlenme özgürlüğü olduğu yerlerdir. İdeolojik olarak, Taraf çizgisinin temsil ettiği liberal, otoriter devlet karşıtı çizgiye her zaman yakın durdum. Taraf iyi ki askeri vesayete karşı çıktı, iyi ki son dönemde Başbakan’a kafa tuttu, devletle alay etti.
Ama madalyonun bir de karanlık yüzü var. Gazete onlarca hukuksuzluğa, haysiyet cellatlığına, medya lincine meşruiyet sağladı. Orada medyadaki kalan muhalifleri ‘tehdit eder’ yazılar kaleme alındı; polis fezlekeleri çarşaf çarşaf yayımlandı. O yayınlar yüzünden bugün hala hapiste olan insanlar varken, Ahmet Altan’ın gidişini minnet duygularıyla izleyemiyorum.
Yerinde ben olsam, yüreğim kaldırmazdı…
HABER
Ahmet Altan’a Başbakan’a hakaretten para cezası
Hürriyet 18 Temmuz 2013
Taraf Gazetesi’ndeki köşesinde yazdığı ‘devlet yardakçılığı ve ahlak’ isimli yazısında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret ettiği gerekçesiyle 2 yıl 8 aya kadar hapis cezası istemiyle yargılanan Gazeteci Ahmet Altan, 11 ay 20 gün hapis cezasına çarptırıldı. Cezayı 7 bin lira para cezasına çeviren mahkeme, bunun da 10 taksitte ödenmesine karar verdi.
HABER
‘Demokrasi ve hukuka dönüş’ çağrısı
Zaman 23 Aralık 2014
14 Aralık demokrasiye ve özgür medyaya darbe operasyonunun ardından aydınların başlattığı imza kampanyasına dün bir yenisi eklendi.
85 ismin başlattığı kampanyada, Türkiye’de demokrasi ve ifade özgürlüğü alanında geriye gidişler yaşandığına, gazetecilik mesleğinin bitirilmek istendiğine dikkat çekildi.
Yüzlerce gazeteci ve köşe yazarının uygulanan baskıyla işlerinden edildiğini vurdulayan aydınlar, “Türkiye demokrasisi için çok geç olmadan AKP hükümetini bu girdiği tehlikeli yoldan dönmeye davet ediyoruz.” çağrısı yaptı. “İktidar tarafından yeniden kurgulanan ceza yasaları ve yargı organları devreye sokularak eleştirel medya tamamen susturulmak istenmekte, gazetecilik bir meslek olarak bitirilmeye çalışılmaktadır.
Aşağıda isimleri zikredilen biz imzacılar, kamuoyunu Türkiye’de demokrasiden sapma yönündeki kaygı verici bir sürece dikkat kesilmeye çağırıyor, AKP hükümetini bu girdiği tehlikeli yoldan dönmeye davet ediyoruz.” ifadelerinin yer aldığı çağrıya şu isimler imza attı: Ahmet Altan, Ahmet İnsel, Ahmet İsvan, Ahmet Turan Alkan, Ali Bulaç, Altan Tan, Asaf Savaş Akat, Aslı Tunç, Ataol Behramoğlu, Aydın Engin, Ayhan Aktar, Baskın Oran, Cafer Solgun, Cemal Uşşak, Cengiz Aktar, Cengiz Çandar, Ceren Sözeri, Ceyda Karan, Cihangir İslam, Cüneyt Ülsever, Daron Acemoğlu, Dengir Mir Mehmet Fırat, Doğan Akın, Doğan Satmış, Doğu Ergil, Ergun Babahan, Erkam Tufan Aytav, Erkan Saka, Ertuğrul Günay, Ferhat Kentel, Gencay Gürsoy, Hadi Uluengin, Hasan Cemal, Hayko Bağdat, Herkül Millas, Hilmi Yavuz, İbrahim Betil, İştar Gözaydın, Kazım Güleçyüz, Koray Çalışkan, Kürşat Bumin, Levent Köker, Mario Levi, Maya Arakon, Mehmet Altan, Mehmet Betil, Mehveş Evin, Melis Behlil, Murat Aksoy, Murat Belge, Mustafa Erdoğan, Mustafa Yeşil, Müge Göcek, Mümtaz’er Türköne, Namık Çınar, Nazlı Ilıcak, Neşe Düzel, Nil Mutluer, Nilüfer Göle, Niyazi Öktem, Nuray Mert, Orhan Kemal Cengiz, Osman Kavala, Oya Baydar, Ömer Laçiner, Ömer Madra, Pelin Batu, Reha Çamuroğlu, Sait Çetinoğlu, Samim Akgönül, Selahattin Özel, Seyfettin Gürsel, Suat Kınıklıoğlu, Şahin Alpay, Tahir Özyurtseven, Taner Akçam, Tayfun Atay, Tuğba Tekerek, Ufuk Uras, Ümit Kardaş, Yasemin Çongar, Yasemin İnceoğlu, Yavuz Baydar, Yavuz Oğhan, Yüksel Taşkın.
HABER
Ahmet Altan’ın oğluna ölüme neden olmaktan ceza yok
Zaman 12 Şubat 2015
Defne Joy Foster davasında karar
Sunucu Defne Joy Foster’ın evinde hayatını kaybettiği Kerem Altan hakkında “yardım yükümlülüğünü yerine getirmemek suretiyle ölüme neden olmak” suçundan 3 yıla kadar hapis istemiyle açılan davanın karar duruşması görüldü. Kerem Altan “Yardım veya bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmemesi” suçundan 2 ay 15 gün hapis cezasına çarptırıldı. Altan’ın cezası ertelendi.
“DEFNE’NİN ÖLÜMÜNE NEDEN OLMUŞTUR”
Anadolu 36. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmaya tutuksuz sanık Kerem Altan ve Defne Joy Foster’ın eşi müşteki İlker Yasin Solmaz katılmazken, Defne Joy Foster’ın annesi ve taraf avukatları yeraldı.
Duruşmada söz alan Hatice Foster’ın avukatı Ersan Taştekin, Foster’ın ölümüne Altan’ın sebebiyet verdiğini belirterek, “Rahatsızlıktan 2 buçuk saat sonra yardım merkezini arayarak ambulans talep etmiştir” dedi. İlker Yasin Solmaz’ın avukatı Ayşegül Mermer ise, Altan’ın yardım yükümlülüğünü yerine getirmediğini ifade ederek, “Defne’nin ölümüne neden olmuştur” diye konuştu. Hatice Foster da duruşmada söz alarak, “Kızımın ölümüne sebebiyet vermiştir. Cezalandırılmasını şiddetle talep ederim” dedi ve gözyaşlarını tutamadı.
“YARDIM ETMEK İÇİN TÜM ÇABAYI GÖSTERMİŞTİR”
Sanık Kerem Altan’ın avukatı Veysel Ok ise, Defne Joy Foster’ın herkes tarafından tanınan bir kişilik olduğunu ve sağlık problemi olmayan bir dış görünüşü olduğunu ifade ederek, “Otopsi raporundan da anlaşılacağı üzere çok fazla alkol almıştır. Müvekkilim tarafından hastalıklarının bilinmesi mümkün değildir. Bu nedenle kendinden geçmesi durumunda müvekkilim tarafından bu durum alkol koması olarak nitelendirilmiştir. Ne yapılması gerekiyorsa onu yapmıştır. Bilerek ve isteyerek bu eylemi gerçekleştirmemiştir. Hasta olduğunu bilseydi müdahalesi farklı olabilirdi. Yardım etmek için tüm çabayı göstermiştir” şeklinde konuştu. Bu sırada Hatice Foster, “Yüreğim yanıyor, evlat kaybettim. 2 buçuk saat sonra mı ambulansı arıyor?” şeklinde tepki gösterdi.
2 AY 15 GÜN HAPİS CEZASI VERİLDİ, CEZA ERTELENDİ
Mahkeme davanın Türk Ceza Kanunu’nun(TCK) 98/2. maddesinde düzenlenen “Yardım yükümlülüğünü yerine getirmemek suretiyle ölüme neden olmak” suçundan dava açıldığını ancak dosya kapsamına göre eylemin TCK 98/1. maddede düzenlenen “Yardım veya bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmemesi” olduğunu belirtti. Kerem Altan “Yardım veya bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmemesi” suçundan 2 ay 15 gün hapis cezasına çarptırıldı. Altan’ın cezası ertelendi.
OLAYIN GEÇMİŞİ
İstanbul Kadıköy’de Kerem Altan’a ait evde 2 Şubat 2011 de hayatını kaybeden Defne Joy Foster’ın ölümü ile ilgili Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı Kerem Altan’ın, Foster’ın ölümünde kusurunun olmadığını belirterek “takipsizlik” kararı ile dosyayı kapatmıştı. Defne JoyFoster ‘ın ailesinin avukatları takipsizlik kararına itiraz etti. Üsküdar 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde incelenen itiraz da red edildi. Dosya daha sonra Yargıtay 12. Ceza dairesi tarafından incelendi. Darire, soruşturmanın hukuka aykırı olarak takipsizlik kararı verildiğini belirterek, Kerem Altan hakkında delillerin toplanması ve incelenmesine karar verdi. İtirazın kabulünü Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı’na gönderdi. Altan hakkında “yardım yükümlülüğünü yerine getirmemek suretiyle ölüme neden olmak” suçundan, 3 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı.
HABER
Ahmet Altan “Cumhurbaşkanı’na hakaret” soruşturmasında ifade verdi
11 Kasım 2015
Gazeteci-yazar Ahmet Altan, “Cumhurbaşkanı’na hakaret” ve “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçlarından hakkında yürütülen iki ayrı soruşturma nedeniyle Çağlayan’da bulunan İstanbul Adalet Sarayı’na giderek, Basın Savcısı Emin Aydinç’e yaklaşık 1 saat ifade verdi.
HABER
Altan kardeşler adliyeye sevk edildi!
Milliyet 21 Eylül 2016
15 Temmuz’dan bir gün önce FETÖ kanalı Can Erzincan TV’de darbeyi çağrıştırıcı ifadeler kullandıkları gerekçesiyle FETÖ işbirlikçiliği ve FETÖ’ye yardım suçları kapsamında gözaltına alınan Ahmet ve Mehmet Altan hakkında yürütülen soruşturmada Balyoz eski Savcısı Hüseyin Kaplan’ın ifadesine başvuruldu. Öte yandan Ahmet Altan ile Prof. Dr. Mehmet Altan, emniyetteki sorgularının ardından adliyeye sevk edildi.
HABER
Ahmet Altan tutuklandı!
23 Eylül 2016
15 Temmuz darbe girişimine ilişkin soruşturma kapsamında daha önce adli kontrol şartıyla serbest bırakılan gazeteci Ahmet Altan hakkında savcılığın itirazı üzerine yakalama kararı çıkarılmıştı.
Bunun üzerine yeniden gözaltına alınan Altan, çıkarıldığı mahkemede ‘Fetullahçı terör örgütüne üye olmak’ ve ‘darbe teşebbüsüne iştirak’ suçlarından tutuklandı.
Ahmet Altan’ın kardeşi Mehmet Altan da aynı soruşturma kapsamında tutuklanmıştı.
HABER
Ahmet Altan’ın oğlu katil mi?
Odatv.com 30 Kasım 2016
Darbe soruşturması savcılarından Can Tuncay tarafından ölümünde şüpheler bulunduğu gerekçesiyle yeniden açılan Defne Joy Foster dosyasında yeni bir gelişme yaşandı.
Darbe soruşturması savcılarından Can Tuncay tarafından ölümünde şüpheler bulunduğu gerekçesiyle yeniden açılan Defne Joy Foster dosyasında yeni bir gelişme yaşandı. Darbe soruşturması kapsamında tutuklanan yazar Ahmet Altan’ın oğlu Kerem Altan hakkında “yurtdışına çıkış yasağı” kararı verildi.
“ATILI SUÇU İŞLEDİĞİNE DAİR ŞÜPHE BULUNMASI…”
Savcılık talep yazısında, “Kerem Altan’ın babası Ahmet Altan’ın, nüfuzunu kullanarak emniyet ve yargıdaki ağabeyler eliyle olayın üzerinin örtüldüğü” iddiasına ilişkin soruşturmanın yeniden açıldığını hatırlatarak, “Tahkikat, evrakı kapsamında bulunan tespit tutanağı içeriğine göre, şüphelinin atılı suçu işlediğine dair şüphe bulunması, olayın terör faaliyeti yönünün ayrıntılı olarak ortaya konulabilmesi, şüphelinin yurtdışına çıkmak suretiyle kaçma ihtimali ve delillerin eksiksiz toplanması amacıyla ‘yurtdışına çıkamamak’ tedbiri şeklinde adli kontrol kararı verilmesi talep olunur” denildi. Savcılığın talebini değerlendiren Nöbetçi Sulh Ceza Hakimliği Kerem Altan hakkında “yurtdışına çıkış yasağı” kararı verdi.
TAKİPSİZLİK VERİLMİŞTİ
Ünlü sunucu Defne Joy Foster 2 Şubat 2011’de Kadıköy’de Kerem Altan’ın evinde fenelaşınca kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetmişti. O dönem Kadıköy Cumhuriyet Başsavcılığı’nca soruşturma başlatılmış ve Kerem Altan’ın şüpheli olduğu soruşturmada ölümün solunum yetmezliğinden gerçekleştiği gerekçesiyle ile dosya takipsizlikle sonuçlanmıştı.
HABER
Murat Belge ve Ahmet Altanların gerçek işlevi neydi?
Söyleşi: Osman Çutsay
Odatv.com 27 Ocak 2018
Neoliberal kapitalizmin “liberal sol militanları” her yerdeydi…
Yeni kuşağın kavgacı yazar ve sosyalistlerinden Nevzat Evrim Önal, kısa bir süre önce çıkan kitabı “Bilmiyorlar, Ama Yapıyorlar” ile aslında liberal sol denilen büyük kıyım makinesine karşı yeni bir savaş açtığını gizlemiyor. İçerdiği bazı betimlemeler ve entelektüel sıçramalarla okuru zaman zaman “ters köşe edebilen” kitabında, kendi yerini ve bulgularını saklamaksızın “cehennemimizden yeni çıkış yolları öneren” Önal, liberal solun ölümcül etkileriyle ilgili sorularımızı yanıtladı.
SOVYETLER YOKSA PEK ÇOK ŞEY DE YOK
– Gerçi siz bu açıklıkla formüle etmiyorsunuz, ama Batı soluna temelli bir itirazınız olduğunu biz çıkarabiliyoruz. Misal: 20’nci yüzyılda Sovyetler Birliği’nin varlığını “temel belirleyici faktör olarak göz önünde tutmayan bir tarih okuması” sizce boşa vakit geçirmek… Bu, çeşitli renkleriyle bizdeki antisovyetik solda katmerli bir bayağılık halinde egemenlik kurmadı mı? Sonuçta, SSCB olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti de olmayacaktı…
20’nci yüzyılda doğa ve toplum bilimleri olarak ayırmaksızın tüm bilim dallarında, sanatın tüm dallarında, kültürde, teknolojide, kısacası insana dair her büyük değişimde Sovyet’in izini görürsünüz. Görmeyen ya kördür ya görmek istemiyordur ya da başkalarının görmemesini sağlayarak para kazanıyordur. Türkiye’de bu işi en açıkça yapan çevre sol kılıklı liberalizmdir. Birikim Dergisi bu amaçla kurulmuştur. Can Dündar sola göz kırpmak için BirGün’de yazmaya başladığında ilk yazısı Polonya Solidarnosc deneyimi üzerinden proleter kaynaklı antikomünizmi övmek olmuştur ve saire.
Ama dediğiniz şu açıdan da önemli. Gerçekten de, Türkiye coğrafyasında bağımsız bir cumhuriyeti Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin kuruluşu mümkün kılmıştı. Kemalistler de bu olanağı becerikli biçimde değerlendirmiş, kurucu öncülük görevini yerine getirmişlerdi. Sovyetler Birliği yıkıldığında, onun varlığıyla belirlenen dünya-tarihsel dönem son buldu. Bu dönemin Türkiye’sine de gerek kalmadı. Tam bu noktada, aslında hayli niteliksiz insanlar olan ve Sovyet sosyalizminin gölgesindeki Türkiye Cumhuriyeti’nde pek de dikkate alınmamış olan Murat Belge, Ahmet Altan gibi adamlara gün doğdu. SSCB gittiyse, TC de gidecekti ve onun süpürülmesi için önce bir ideolojik suikasta ihtiyaç vardı. Yaptıkları budur. Yani bir kaza yok ortada. Küçük ve sinsi insanların, kendi meşreplerine uygun biçimde üstlenip yerine getirdikleri bir görev var.
HABER
Ali Sirmen, Ahmet Altan’a azmettirici ve tetikçi dedi
Odatv.com 28 Ağustos 2018
Ahmet Altan tartışmasına Cumhuriyet gazetesi yazarı Ali Sirmen de katıldı. Ali Sirmen bugünkü yazısının sön bölümünde “Zorunlu bir açıklama” başlığıyla konuya ilişkin görüşlerini aktardı.
FETÖ’nün kapatılan yayın organı Taraf gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, tutuklu bulunduğu Silivri Cezaevi’nden yeni kitabının tanıtımı için Cumhuriyet Gazetesi’nin Kitap Eki’ne yazmıştı.
Ahmet Altan’ın Cumhuriyet’te yazması sosyal medyada tartışma yaratmıştı. Tartışmaların ardından Cumhuriyet’in Okur Temsilcisi Güray Öz, konuya değinmişti. Güray Öz, Twitter’da “Niye Cumhuriyet’te diye soranlara yanıtım yok, olsa olsa ‘yüce gönüllülüktür’ diyebilirim, Unutmak iyidir kimi zaman, kuşkusuz neyi ne zaman unuttuğunuza bağlıdır” mesajını paylaşmıştı.
Ahmet Altan tartışmasına Cumhuriyet gazetesi yazarı Ali Sirmen de katıldı. Ali Sirmen bugünkü yazısının sön bölümünde “Zorunlu bir açıklama” başlığıyla konuya ilişkin görüşlerini aktardı.
“KUMPAS REZALETİNDEKİ KORKUNÇ ROLLERİNİ HİÇBİR ZAMAN UNUTMADIĞIMIZI…”
“Geçen gün Cumhuriyet Kitap Eki’ni okurken, baskı ve zulüm dönemlerinin toplumlara verdikleri en büyük zararlardan biri de kavramları karıştırıp, kafaları allak bullak ederek, sahte kahramanlar yaratıp başlara musallat etmeleridir, diye düşündüm” diyen Sirmen şöyle devam etti:
“Uzunca bir süredir tutuklu olarak hapiste bulunan, Taraf gazetesinin kurucusu ve Genel Yayın Müdürü Ahmet Altan’ın ‘Şatodaki Çiçek’ yazısını okurken, Ergenekon ve Balyoz rezaletlerini ve onların zulmettiği, yaşamlarından ettiği insanları ve bu kumpaslarda azmettirici, tetikçi olarak oynadığı rol ile gazetecilik değil, tetikçilik yapan Taraf’ı düşündüm. Ahmet Altan yazısında o günleri ve olayları anımsamıyordu.
Doğaldı, o artık kumpasçıların, zalimlerin safından mazlumların safına silkelenmişti.
Tabii ki bu durum karşısında, ‘etme bulma dünyası’ diyecek değiliz.
Ama Ergenekon ve Balyoz davalarında zulüm görmüş, sağlığını, işini, canını yitirmiş nice mazluma ve yakınlarına duyduğumuz saygı gereği, Taraf’ın ve yöneticilerinin kumpas rezaletindeki korkunç rollerini hiçbir zaman unutmadığımızı da belirtmek zorundayız.
Bu hem bir demokrasi ve hem de bir insanlık görevidir.”