Ahmet Hamdi Tanpınar

şair, yazar, düşünür

akademisyen, milletvekili

23 Haziran 1901 tarihinde İstanbul’da doğdu. İstanbul’da Ravaz-i Maarif İbtidaisi’nde, Sinop ve Siirt rüşdiyelerinde, Vefa, Kerkük ve Antalya sultanilerinde öğrenim gördü. Baytar Mektebi’ne girdi. Bu okulu bırakarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne başladı. 1923 yılında mezun oldu. Erzurum, Konya ve Ankara liseleriyle, Gazi Eğitim Enstitüsü ve Güzel Sanatlar Akademisi’nde edebiyat öğretmenliği yaptı, aynı akademide estetik ve sanat tarihi dersleri verdi (1932 – 1939). 1939 yılında İstanbul Üniversitesi’ne Yeni Türk Edebiyatı Profesörü olarak atandı. Maraş Milletvekili olarak 1942-1946 yıllarında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulundu. Bir süre Milli Eğitim Müfettişliği yaptıktan ve Güzel Sanatlar Akademisinde eski görevinde çalıştıktan sonra 1949 yılında İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne yeniden döndü ve bu görevde iken 24 Ocak 1962 tarihinde İstanbul’da vefat etti.

ESERLERİ:
Şiir:
Şiirler (1961 – Bütün Şiirler)

Hikaye:
Abdullah Efendi’nin Rüyaları (1943), Yaz Yağmuru (1955).

Roman:
Huzur (1949), Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1962), Sahnenin Dışındakiler (1973), Mahur Beste (1975), Aydaki Kadın (1987).

Deneme:
Beş Şehir (1946), Yahya Kemal (1967), Edebiyat Üzerine Makaleler (1969), Yaşadığım Gibi (1970).

Tarih:
XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (1949), Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mektupları (1974 – Der. Z. Kerman).

HAKKINDA YAZILANLAR

Hazır Reçete Yok !
Her şey bizden bir yeni terkip bekliyor
Mahmut Çetin

Türk aydını, Osmanlı devletinin Batı karşısında çözülmesiyle yeni bir kültür dünyasına açılır.Bu çaba Osmanlı devletinin yıkılması ve onun değer yargılarının tasfiyesiyle hızlanır.Aydınlarımız bu maksatla önce yerli olanla islami olanı ayırıp, yerli olana bağlanmayı dener. Ardından yerli olan kültür kaynağını iyice daraltıp folklordan hareketle teorik bütüne ulaşmayı düşünürler. Folklordan hareketle bir çok fikri üretim yapılmasına rağmen, bu arayış asıl amaç olan ‘yeni bir teorik zemin’i oluşturamaz. I.Tarih Kongresiyle ortaya yeni bir tez atılır. Tez şudur: “Bütün dünyaya şamil medeniyetin mebde ve menşei Orta Asya’dır.”(1)

Erol Güngör esaslı bir eleştiriye tabi tuttuğu bu tezi şöyle özetler. Yeni teze göre Orta Asya medeniyetin beşiğidir. Türkler Orta Asya’da yaşarken bir kuraklıkla yurtlarından ayrılmışlar, dünyanın değişik yerlerine göç etmişler ve medeniyeti dünyaya yaymışlardır. Bu arada Anadolu, Mısır ve Mezopotamya’da yeni yeni medeniyetler kurmuşlardır. Etiler, Hititler ve Sümerler gibi.Türkler müslüman olunca yeni bir göç dalgasıyla yeniden Anadolu’ya ulaşmışlar, buradaki Eti, Hitit kültürleriyle yeniden kaynaşmışlardır. Anadolu 4 bin yıllık Türk yurdudur. Cumhuriyetle bu en eski Türk kültürlerine sahip çıkılmıştır.(2)

Karahanlı-Selçuklu-Osmanlı zinciri Türk tarihinden bir sapma mı ?

Teorinin buraya kadar olan kısmı, Anadolu üzerinde gözü olan Batı ülkelerine karşı sevimli bir çıkış olarak görülebilir.Ancak teoriyi üretenler hızını alamayıp asıl Türk tarihinin kaynağını Anadolu Medeniyetleri adı altında Eti-Hitit-Sümer zincirine bağlar ve Türk tarihinin Karahanlı-Selçuklu-Osmanlı zincirini asıl özden bir sapma olarak niteler.Bu nedenle Türklerin müslümanlaşmasından sonraki dönemler, gözden geçirilmesi gereken dönemlerdir. Aydınlar başlangıçta -genellikle- kabul etmekle birlikte zaman bu tezi geçersiz kılar.

İki ara bir dere: Batı

Karahanlı-Selçuklu-Osmanlı dönemini es geçerek oluşturulmak istenen tarih anlayışlarının geçersizliği, arayış içindeki odakları, Batı medeniyetini evrensel tek bir medeniyet olarak görmeye ve ona entegre olmaya itmiştir.

Batı medeniyetine entegre olma düşüncesi Nurullah Ataç tarafından teorik birliğe ulaştırılmaya çalışılır. Belki de yabancılaşma dönemi boyunca sınırlı da olsa başarıya ulaşmış tek düşünce budur. 1938 yılından sonra fikir hayatımıza bu düşünce hakim olmuştur. Bu görüşe göre Batı medeniyetinin gelişme çizgisi, bütün insanlık için ortaktır. Batı medeniyeti dışında ortaya çıkan medeniyetler ayrıktır ve onların ancak folklorik bir değeri vardır. Yerli medeniyetlerin tasfiye edilip, Batı medeniyetine adapte olmaları tarihi bir zarurettir. Bundan dolayı Yunan, Latin ve Fransız kaynaklarından Batı kültürü aktarılarak, pozitivizmde karar kılınmıştır. Resmi görüşe paralel olarak, Batı’dan aktarılan yeni fikir akımları sınıf ya da üretim temelinden yoksun olmasına rağmen siyasi yönelişlerde ve kadrolaşmada kaynak olmuştur. Batı alıntılarıyla, aktarmacılığıyla devlete ‘kapılanma’ mümkün olduğundan resmi siyaset ve kültürü kendilerine göre yorumlayan siyasi gruplar, üretimden kaynaklanmayan gelirlerle ‘sübvanse’ edilerek ithal bir kültür ortaya konmuştur.(3) Bu aktarma kültürün etkisi günümüzde azalarak sürmektedir.

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren ileri sürülen tarih görüşleri 1950 sonrası serbestlik ortamıyla, devlet görüşü olmaktan çıkmıştır.Bu görüşlerin ileri sürüldüğü dönemlerde ise daima karşı tezler var olmuştur.

Kültüre dayalı çözüm: ‘değişerek devam etmek’

Bu karşı tezlerden biri de Anadoluculuktur. Özellikle Yahya Kemal’in tarih görüşü bu isimle ifade edilmiştir.Bu görüşe göre Türk Tarihi, Malazgirt Zaferiyle başlar. Dilin ve milletin önceki macerası, bu tarihin bir çeşit mukaddimesinden ibarettir. Malazgirt Zaferi, İstanbul’un Fethi ve Milli Mücadele, Fransız İnkılabı çapında ‘doğu rönesansı’na kaynaklık etmişlerdir.

Yahya Kemal’in fikri halefi durumundaki büyük yazarımız Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur adlı şaheserinde roman örgüsü içinde üç önemli tezi de yoğurmaktadır. Tarihinin sürekliliği, kültür devrimlerinin başarısızlığı ve milli çözüm: halkın gücü.

Bizim üç ana başlıkta topladığımız Huzur tezleri, bütüncül bir tarih tezi ortaya koymuştur.“Yalnız bir şeyi biliyoruz.O da bir takım köklere dayanmak zarureti, tarihimize bütünlüğünü iade etmek zarureti. Bunu yapmazsak ikiliğin önüne geçemeyiz. Muvazalar daima tehlikelidir.”(4)

Tarihi bütünlüğün sağlanması, yani tarihin bir takım zoraki tezlerle değil, sadece vakıa-olgu olarak değerlendirilmesini gerektirir. Tarihin belirli devirlerini tasviye edip yerine mantıki tezler teklif edememe durumu, toplumda mutlak bir yabancılaşmayı başaramasa da değer yargılarını yozlaştırmaktadır.

Bu tahribat nedeniyle fertler, toplumlarına has hüviyetlerini temsil edemez hale gelmektedir. Hüviyetini bulamayan fertlerin oluşturduğu toplum bunalımlara gebe bir toplumdur. “Evvela insanı birleştirmek.Varsın aralarında hayat standardı yine ayrı olsun; fakat aynı hayatın ihtiyaçlarını duysunlar.”(5) Köklerine bağlı fertler, farklı içtimai sınıflara mensup olsalar bile ‘biz şuuru’nu muhafaza edeceklerdir. “Maziyi ihmal edersek hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder.”(6) Tarihi birikimden kaçmak boşuna bir çabadır. İnsan için hafıza neyse, millet için de tarih odur. Nasıl insan fikir değiştirebildiği halde hafızasını silip atamamaktaysa, milletler de günlük zaruretler nedeniyle tarihi birikimlerini silip atamazlar. Silip atmaya kalktıkları durumda bile hayatın tabii akışı ‘günlük dayatma’ları geçersiz kılacaktır.Yabancılaştırmanın başarıldığı iddia edilen sömürge topraklarda bile toplumsal doku hepten silinememekte ve tarihi birikim ‘ecnebi bir cisim gibi’ insanları rahatsız etmektedir.

Halkın içinde ve önünde aydın

Toplum için değişik bakış açılarıyla değişik tasnifler yapılabilir.Bunlardan biri de halk ve aydın ayırımıdır.Halk ve aydın ikiliği yabancılaşma döneminin başından itibaren cemiyetimizde etkisini gösterir.Türk toplumu için bu iki kesim de yeni dönemin rengini vermeğe tek başına yeterli değildir.Huzur romanındaki karakterlerden Mümtaz, Türkiye’nin kültür birliği sağlanamadığından gelecekten ümitsizdir.Ancak romanın diğer kahramanı İhsan yani romandaki Yahya Kemal, “Güçlük var.Fakat imkansız değil.Biz şimdi bir aksülamel devrinde yaşıyoruz.Kendimizi sevmiyoruz.Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede’yi Wagner olmadığı için, Yunus’u Varlaine, Baki’yi Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz…Coğrafya, kültür, her şey bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz.Başka milletlerin tecrübesini yaşamaya çalışıyoruz”(7) der.

Başkasının hayatını yaşayamazsınız

Medeniyetlerin farklı gelişme çizgileri vardır. Ancak batıcı ortodoks görüşe göre Batı medeniyeti evrensel ideal gelişim sürecinden geçmiştir. Bu medeniyetin dışındaki medeniyetlerin yaşaması, Batı medeniyetine adapte olmasına bağlıdır. Bu görüş kültür hayatımıza hakim olmuş ve aydınımızı kültür ikiliğine yani kimlik bunalımına düşürmüştür. Bu hususta Tanpınar’ın işareti şudur: ‘başka milletlerin tecrübesi’nden faydalanılabilir, ama onun tecrübesini yaşamak mümkün değildir.

Kaynaklar
1.İnanç ve Kültür Sadettin Elibol s.133
2.Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik Erol Güngör s.66
3.Niçin Arabesk Değil Sibel Özbudun s.40
4-7.Huzur Ahmet Hamdi Tanpınar s.302-304

HABER

‘Geç keşfettik özür dileriz’ festivali

İstanbul’un diliyle konuşan yazara dört dörtlük İstanbul festivali… Ahmet Hamdi Tanpınar’ı geç keşfeden Türkiye, ustayı paneller, söyleşiler, imza günleriyle anacak. 4 günlük festivalin sonunda yazarlar Ghetto’daki partide turntable başına geçecek. DJ’lik yapacak.

Huzur’, ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ gibi başyapıtlarıyla Türk romancılığına yön veren Ahmet Hamdi Tanpınar anısına düzenlenen festival için geri sayım başladı. 52’si yabancı toplam 90 yazarın katılacağı festival 31 Ekim’de başlayacak. İşte, kısır ebebiyat ikliminde ‘sürpriz’ sayılabilecek fikirlerle zenginleşen etkinlikten notlar:

TAM adı; İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali.
BU yıl ‘şehir ve zaman’ temasıyla ilki düzenleniyor. Gelenekselleşmesi hedefleniyor.
AÇILIŞ partisi 31 Ekim’de Çırağan Palace Kempinski’de.

32 ülkeden 52 yazar geliyor. Bunlar arasında Adam Fawer, Nawal El Saadawi, ‘Agata ile İstanbul’da’ romanıyla ünlenen Cristina F. Cubas, ‘Avrupa’da’ adlı kitabıyla Avrupa tarihini dünyaya okutan Hollandalı yazar Geert Mak da var.

YABANCI yazarlarla Türk meslektaşları tanışma-tartışma toplantılarında buluşacak. Okumalar, paneller, söyleşiler, imza günleri düzenlenecek.

OKURLAR, edebiyat kahvelerinde yazarlarla bir araya gelerek edebiyat
sohbetleri yapacak.

‘TANPINAR Sempozyumu’ düzenlenecek. Sempozyum için Tanpınar’ın dünyadaki çevirmenleri ve editörleri İstanbul’a davet edilecek.

WORD Express projesi kapsamında 12 farklı ülkeden 23 genç yazar Avrupa’da trenle değişik şehirleri ziyaret edip, edebiyat okumalarına katılacak. Son durakları İstanbul olacak Word Express yazarları, festival kapsamında bir okuma gerçekleştirecek.
l 3 Kasım Salı akşamı Ghetto’da yapılacak kapanış partisinde yazarlar DJ’lik yapacak.

HABER

‘Tanpınar, kutlanmamış bir kahraman’
Musa İğrek
Zaman 26 Temmiz 2011

‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün İngilizce çevirisi üzerinde çalışan Alexander Dawe, Tanpınar’ın romanda kurguladığı enstitünün, dünyayı yöneten dev bankaları ve danışmanlık-pazarlama şirketleriyle şu an içinde yaşadığımız ‘geç kapitalizm’ sisteminden pek farklı olmadığını söylüyor. Kitap, İngiltere’nin en köklü yayınevi Penguin’in ‘Klasikler’ dizisinden çıkacak.İngiliz yayıncılar, bir süredir Türk yazarların peşinde. Türk edebiyatına olan ilginin hâlesi genişliyor. Şu an resmi bir açıklama yapılmış olmasa da Türkiye, 2013 Londra Kitap Fuarı’nda ‘odak ülke’ olacak. İngiltere’nin en köklü yayınevi Penguin, meşhur ‘Klasikler’ dizisinden, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nü yayımlayacak. Tanpınar’ın gelecek yıl 50. ölüm yıldönümünde basılacak kitabın çevirmenlerinden Alexander Dawe ile konuştuk.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü Penguin için çevirme süreci nasıl gelişti, biraz bahseder misiniz?

İki yıl önce, İstanbul’da bir kokteylde Maureen Freely ile sohbet ediyordum, birdenbire bana “Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü beraber çevirmeye ne dersin?” diye sordu. Yakından tanıdığım kardeşinden, benim Tanpınar’ı okuduğumu, çevirdiğimi duymuştu. Penguin, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün çevirisiyle ilgili Maureen’e başvurmuş. Ancak o dönem kendisi çok yoğun olduğu için romanı benimle beraber çevirmenin iyi bir fikir olabileceğini düşünmüş. Teklifi hemen kabul ettim. Bu, benim açımdan güzel bir tesadüf oldu, çünkü o sıralarda ben Tanpınar’ın şiirlerini, öykülerini sadece sevdiğim için çeviriyordum.

Kitabı Türkiye’de daha çok Orhan Pamuk’un çevirmeni olarak bilinen Maureen Freely ile çeviriyorsunuz. Tomris Uyar’ın deyişiyle ikili çeviriler ‘duygudaşlık’ gerektiriyor. Freely ile nasıl bir zeminde buluşuyorsunuz?

‘Duygudaşlık.’ Güzel bir kelime. Benim ailem gibi Freely’nin ailesi de uzun zaman Türkiye’de kaldı, Maureen’in babası, annesi ve iki kardeşi hâlâ burada yaşıyor. Onları yakından tanıdığım halde Maureen’i çok iyi tanımıyordum açıkçası. Kendisi İngiltere’de yaşıyor. Sık sık yazışıyoruz ve kitap vesilesiyle birbirimizi tanımaya başladık. Birbirimizin çevirdiği ham metinleri gözden geçiriyor, birbirimizin seçtiği kelimeler, tonlar, imgeler üzerinde durarak farklı sahneleri nasıl yorumladığımızı görüyor ve ona göre hareket ediyoruz. Tabii ki usta-çırak ilişkisi var bence; ama Maureen çok sabırlı, açık fikirli ve yetenekli bir yazar-çevirmen. Bu roman derin konuları işliyor; öte yandan romanda çok eğlenceli, çok renkli karakterler var, Dr. Ramiz, Seyit Lütfullah, Abdüsselam Bey ve tabii ki anlatıcı Hayri İrdal. Romanın bazı unutulmaz trajikomik sahnelerinde Dostoyevski ve Huxley gibi büyük mizahçıların izlerini görmek mümkün. Biz çevirmenleri en mutlu eden şey böyle sahnelerin hedef dildeki en doğru ifadesini bulabilmektir.

‘Yaz Yağmuru’ adlı öyküsünü de PEN için çevirdiniz. Tanpınar’la yolunuz nasıl kesişti?

2002’de Tanpınar’ı okumaya başladım. ‘Yaz Yağmuru’ öyküsünü ilk okuduğum zaman çok etkilendim. Tabii ki dilini zor buldum ve daha iyi anlayabilmek için çevirmeye başladım. Tanpınar’ın lirik üslubu İngilizcede ne gibi bir etki yaratır diye merak ettim. Yıllar sonra bir arkadaş bitiremediğim çevirilerimle PEN çeviri bursuna başvurmam için beni teşvik etti. Ben de ‘Yaz Yağmuru’ üzerinde yeniden çalıştım. Kazandığımda çok şaşırdım. Öykünün İngilizce çevirisinin ilk bölümünü PEN’in web sitesinde okuyabilirsiniz.

Tanpınar’ın dilinin zorluğu sizi korkutmadı mı; bunu nasıl aşıyorsunuz?

Çoğu modern yazar gibi Tanpınar’ı okumak da kolay değil. Joyce, Proust, Oğuz Atay gibi modernist yazarlar kendini ilk okuyuşta kolayca ele vermeyen lirik metinler yazmışlardır. Zor olan, bu tarz bir metnin estetiğini yakalamak, başka bir dilde canlandırmaktır. Amacımız bu romanın ‘ses’ine, yani onun estetiğine sadık kalmak. Zorlandığımız zamanlar oluyor elbette, ama sabırlı bir çalışmayla bu tıkanmaları aşıyoruz.

2001’de, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü Ender Gürol, ‘Time Regulation Institute’ adıyla çevirmişti. Yeni bir çeviriye ihtiyaç var mıydı?

Kitabı ilk çıktığı zaman okudum. Bence çeviri orijinal romana sadık ama demin bahsettiğim ‘ses’ini tam yakalayamamış. Biz romanın özgün atmosferini, karakterlerin kişiliklerini ve konuşmalarını sürükleyici bir İngilizce ile aktarmaya çalışıyoruz.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Doğu-Batı sorunsalı ve Türk modernleşmesi üzerine baştan ayağa ironik ve tereddütlerle dolu bir eser. Böyle bir kitapta Batılı okurlar kendilerine yakın ne bulacak?

Kitapta bir Türk yazarı, bu ülkede Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulamaya konan Batılılaşma programlarını ve bunun beraberinde getirdiği bürokratikleşmenin sorunlarını parodi tekniklerini kullanarak eleştiriyor. Bu yaklaşım Batılı bir okur için ilginç olabilir. Roman, hem Türkiye’nin o dönemdeki durumunu, hem de Batı’da hâkim olan sistemleri, ideolojileri ve kurumları irdeliyor. Üstelik daha evrensel sorunlara da değiniyor: Bireyin toplumla uzlaşma çabası ve görev duygusu ile bireysel istekler arasında kurmaya çalıştığı denge; gerçeklik ve kurgu ilişkisi, hakikat kavramının göreceliliği. Şu an içinde yaşadığımız ‘geç kapitalizm’ sistemi, dünyayı yöneten dev bankaları, danışmanlık ve pazarlama şirketleriyle Tanpınar’ın kurguladığı Saatleri Ayarlamayı Enstitüsü’nden pek farklı değil bence.

Batılı okurun Tanpınar’ın dünyasına girmek için yaşayacağı zorluğu aşması için neler yapmayı düşünüyorsunuz, dipnotlar, açıklamalar vs?..

Büyük olasılıkla dipnotlar olacak. Hem tarihsel olaylarla ilgili olarak (örneğin 1908’deki II. Meşrutiyet dönemi), hem de kültürel referanslar açıklamak üzere (meddah, ortaoyunu gelenekleri v.b.) Ayrıca, bu gibi çeviri romanlar söz konusu olduğunda, bir yazar veya eleştirmen kitap hakkında bir giriş yazısı yazar. Böyle bir giriş yazısı Tanpınar’ın dünya edebiyatındaki yerini irdeleyecek ve Batılı okurlar için romanı tarihi bir perspektife yerleştirecektir.

Tanpınar yaşarken sükût suikastına uğradığını düşünüyordu. Şimdilerde ise kitapları onlarca dile çevriliyor. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Çok seviniyorum. Bu girişimlerin bir parçası olmaktan gurur duyuyorum. Tanpınar’ın kitapları hakkında bilgimiz var; aynı zamanda -özellikle günlükleri yayımlandıktan sonra- onun kişisel hayatı hakkında da konuşuyoruz. Onun duyarlılığını, alçakgönüllülüğünü, hayvan severliğini, acılarını ve hayal kırıklıklarını biliyoruz. İngilizcede ‘kutlanmamış bir kahraman’ deriz. İyi ki bu yeni ilgi sayesinde değerli bir yazarı daha yakından tanıyoruz.

Çeviriyi ne aşamada, yayınevine ne zaman teslim edeceksiniz?

Şu an düzeltmeler aşamasındayız. En az bir ay daha işimiz var. Penguin, kitabı Tanpınar’ın 50. ölüm yıldönümünde yayımlamak istiyor. Yani 2012’de.

HABER

Tanpınar festivali başlıyor
1 Ekim 2012

Bu yıl dördüncüsü düzenlenen İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali (İTEF), dün akşam Hollanda Başkonsolosluğu’nda düzenlenen bir davetle başladı.Bugünden itibaren 4 Ekim’e kadar birçok etkinlikle İstanbul’da devam edecek “Şehir ve Korku” temalı festival, 3-5 Ekim tarihleri arasında Ankara’da, 5-6 Ekim’de İzmir ve Hatay’da okurlarıyla buluşacak. Okuma ve tartışma etkinlikleri, öğrencilerle buluşmalar, atölye çalışmaları, imza etkinlikleri ve edebiyat partileri ile Türk ve dünya edebiyatının örneklerinin sunulacağı festivale bu yıl 21 farklı ülkeden 79 yazar katılıyor. Yetişkinlere yönelik 53 etkinlik ve öğrencilerle okullardaki 39 etkinlikle birlikte, tematik yazar okumaları ve söyleşiler, interaktif edebiyat projeleri ve çocuk edebiyatı etkinlikleri ile festival, edebiyatseverlere tam bir Tanpınar şöleni vaat ediyor. Festival boyunca yazarlar ‘korku’ kavramının edebiyattaki karşılığının yanı sıra bireysel korkulara ve ifadesini günümüzün toplumsal ve siyasal karışıklıklarında bulan ortak korkulara da değinecekler. Hollanda ile Türkiye’nin diplomatik ilişkilerinin 400. yılı kutlamaları vesilesiyle 12 Hollandalı yazar, Türk yazarlarla birlikte okuma ve söyleşiler de yer alacak.

Festival kapsamında Dergâh Yayınları’nın katkıları ile Tanpınar için özel etkinlik ve söyleşiler yapılacak. Bugün düzenlenecek İnci Enginün ve Doğan Hızlan’ın katılacağı ‘İstanbul’un Mimarisi Üzerine Düşünen Yazar: Tanpınar’ adlı söyleşiyi ‘Yurtdışında Tanpınar’ söyleşisi takip edecek. 3 Ekim’de ise Beşir Ayvazoğlu, Osman Sınav ve Prof. Dr. Emel Kefeli, “Tanpınar’ın kitapları görsel sanatlara nasıl çevrilmeli?” sorusunu konuşacak. Etkinlik serisi 4 Ekim’de Yrd. Doç. Zeynep Uysal, Doç. Dr. Baki Asiltürk, Prof. Dr. Murat Koç’un katılacağı “Tanpınar’ın İstanbulları” adlı söyleşiyle sona erecek. Bu etkinlikler İstanbul Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi’nde saat 18.00’de takip edilebilir.

Yarın Cezayir Restoran Konferans Salonu’nda düzenlenecek ‘Türk Edebiyatı Meselesi: Suç Kurguları’ söyleşisine Britanya’nın önemli polisiye yazarlarından Ian Rankin konuşmacı olarak katılıyor. Rankin, 3 Ekim’de düzenlenecek Sevin Okay ile söyleşinin de konuk yazarı olacak. Aynı mekânda dikkat çeken bir etkinlik de yarın 18.00’de başlayacak Etgar Keret söyleşisi. Yazara Hakan Günday ve Elif Bereketli eşlik edecek.

Tanpınar’ın muhafazakarlığı yeniden gündemde

Tanpınar ve yanılgılar
Hilmi Yavuz
Zaman 2 Şubat 2013

Bundan on yıl önce ‘Tanpınar, entelektüel bir moda mı oldu?’ başlıklı bir yazı yayımlamış ve şunları yazmıştım:

“Türk entelektüel hayatının XX. yüzyılının son çeyreğine, ‘Ahmet Hamdi Tanpınar Dönemi’ demek yanlış olmaz, -hele, Tanpınar üzerine yazılmış 100 yazının, Abdullah Uçman ve Handan İnci tarafından Bir Gül Bu Karanlıklarda başlığıyla derlenen çalışmanın (Kitabevi Yayını, 2002) ‘Kitap Üzerine Birkaç Söz’ adını taşıyan giriş bölümünde belirtildiği gibi, ‘Tanpınar hayattayken onunla ve eserleriyle ilgili toplam 40 kadar yazıldığı halde, bu sayının 1970’ten sonra birdenbire artmaya başladığı (…), [ve] sadece 2000 yılı içinde bu rakamın 50’nin üzerine çıktığı’ gözönüne alınırsa!..”

Evet, ‘entelektüel moda’! Tanpınar’dan söz etmenin bir entelektüel statü kazandırdığı bir dönem… Bizim ilkgençlik yıllarımızda, 1950’lerin ortalarında, ‘Varoluşçu’luktan ve Sartre’dan söz etmenin, iki lakırdı arasına, bilir bilmez, ‘Sartre der ki…’yi yerleştirmenin bir entelektüel statü kazandırması gibi! Haydi, biz o zamanlar yeniyetmelerdik, yaşlarımız taş çatlasa 17-18 filan! Oysa şimdi yaygınlaştı, artık yaş grubu tanımıyor bu ‘moda’!

Yanlış anlaşılmamak için hemen belirteyim: Uçman ve İnci’nin ‘Bir Gül Bu Karanlıklarda’sındaki ve o kitaptan sonra Tanpınar üzerine yazılan makalelerin ve kitapların büyük bir kısmı, bir statü kazanmış olmak için yazılmış yazılar değildir;- son derece büyük değer taşıyan yazılardır onlar! Ve elbette sözüm onlar için değil! Dolayısıyla ayırt edici bir sınır çizgisi çizmek gerekli: Tanpınar’ı statü edinme modası olarak alanlar ve Tanpınar’ı gerçek bir entelektüel ilgiyle okuyanlar!

Son iki yıl içinde Tanpınar üzerine değerli Prof. Dr. Orhan Okay’ın monografisi başta olmak üzere birkaç kitap daha yayımlandı. Bunlar hiç şüphe yok, Tanpınar’ı sahih bir entelektüel ilgi ile okuyan çalışmalardır. Gene de bazı objektif hatalar yapıldığı, Tanpınar’ı yorumlamakta bazı olgusal verilerin göz ardı edildiğini görüyoruz.

‘Milliyet’ gazetesinde sevgili Zeynep Miraç Özkartal, Prof. Dr. Besim Dellaloğlu ile, onun Tanpınar’ı bir modernleşmeci olarak okuyan incelemesinden yola çıkarak bir söyleşi yapmış. Bu söyleşide Dellaloğlu’nun öne sürdüğü bazı görüşlerin hatalı verilere dayandığını göstermeye çalışacağım.

Dellaloğlu, Tanpınar’ın muhafazakâr değil, modernleşmeci bir kimliği olduğunu; ‘Batıcı değil, Batılı’ olduğunu öne sürüyor ve Özkartal’ın, ‘Tanpınar’a atfedilen bu muhafazakâr imge neyin üzerine kuruluydu?’ sorusuna verdiği cevapta, Tanpınar’ın muhafazakârlığını, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde Tanpınar’ın ardılı olan Prof. Mehmet Kaplan ve onun öğrencilerinin, Tanpınar’ı muhafazakâr bir kimlik olarak ‘sahiplen[melerine]’ bağlıyor. Tuhaf! Tuhaf, çünkü bu durumda Tanpınar, Kaplan, Orhan Okay, İnci Enginün, Zeynep Kerman, Sema Uğurcan, Abdullah Uçman… gibi, ‘Kaplan Ekolü’ diye bilinen Türkoloji grubu, onu ‘muhafazakâr’ diye takdim ettiği için ‘muhafazakâr’ olmuş oluyor! Pek iyi de ‘Kaplan Ekolü’, Tanpınar’ın muhafazakârlığını öne sürerken hiç mi kanıt göstermedi? Okurlar da, ‘Kaplan Ekolü’ Tanpınar muhafazakârdır, dedi diye, hiç mi sorgulamadı? Dellaloğlu, Tanpınar’ın muhafazakârlığına ilişkin metinsel kanıtları tartışmak yerine, “onlar Tanpınar’a ‘muhafazakâr’ dediler, o yüzden ‘muhafazakâr’ olarak tanındı!” demeyi tercih ediyor. Tuhaf, gerçekten!

Dellaloğlu, Türkiye’de solcuların Tanpınar’ı okumadıklarını öne sürüyor ve şöyle diyor: ‘Sol Tanpınar okusaydı, daha geniş ufuklu bir sol olabilirdi’ Veriler hatalı! Hatalı, zira Uçman ve İnci’nin kitabına bakılırsa Tanpınar’ı ‘okuyan’ ve elbette yazan o kadar çok ‘solcu’ var: Haydi bazılarının adlarını sayayım: Selahattin Hilav, Fethi Naci, Şükran Kurdakul, Melih Cevdet Anday, Atilla Özkırımlı, Ahmet Oktay, Ferit Edgü, Tahir Abacı… Daha başkaları da var elbet! Dellaloğlu’nun hiç kuşkusu olmasın: Sol, Tanpınar’ı okumuştur ve bir kısım ‘sağcı’dan ve bir kısım ‘akademisyen’den çok daha ciddi okumuştur! Hem gerçekten tuhaf: Dellaloğlu’na göre, ‘sol Tanpınar’ı okusaymış, daha geniş ufuklu olur’muş! Bir sosyoloji profesörü, sol’un ‘daha geniş ufuklu bir sol’ olabilmesini Tanpınar okumaya bağlıyor! Evet, gerçekten tuhaf!

Tanpınar’ın ‘Batıcı değil, Batılı’ olduğu konusunun da ayrı bir yazıda ele alınması gerekiyor. Haftaya.

HABER

Tanpınar okurları bu konseri sevecek
SEVİNÇ ÖZARSLAN
Zaman 18 Şubat 2013

Yeni kurulan CRR Türk Müziği Topluluğu, önümüzdeki ay, hem edebiyatçıları hem de klasik Türk müziği sevenleri ilgilendiren, bugüne kadar düşünülmemiş bir konser verecek. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserlerinde bahsettiği bestekârların eserlerinden oluşan konserin tarihini ve saatini şimdiden not edin: 13 Mart, 20.00.

Türk edebiyatının son yıllarda en çok merak edilen ve okunan ismi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın (1901-1962) önemli bir özelliği de geleneksel Türk müziğimiz üzerine yaptığı tespitlerdi. Ona göre Türk musikisi üç büyük eser etrafında gelişti.Bunlar sırasıyla Merâgi’nin Segah makamındaki kâr’ı*, Itri’nin Nevakâr’ı ve Dede Efendi’nin Ferahfeza makamındaki Mevlevi ayini. Nevakâr’ın yanına yine Itri’nin olan Na’t da ilave edilebilir… Yine Tanpınar’a göre acemaşiranlar, mahurlar, sultanıyegahlar, bütün bunların hepsi kendi içimizde zaman zaman kaybolacağımız açık kapılara benzerler. Zaten Huzur, neyzen Emin Dede (Emin Yazıcı) üzerine kurulan bir eser, hep Dede Efendi’nin bestelerinden bahsediyor Tanpınar. Beş Şehir’in İstanbul bölümü onun yüksek müzik zevkinin işareti. Mahur Beste’nin ise ismi bile yeterli. Tanpınar’ın Dede Efendi için söylediği “Onun kartalı doğrudan doğruya güneşe kanat açar, zamanında ve daha ötesinde konuşan tek ses onun sesidir, diyebiliriz ki, daha ilk notalarda bizi kendi zamanımızdan çıkarır, onun bize hazırladığı zamana gireriz.” gibi cümleler belki de edebiyat tarihimizde ilk kez söylenmiştir.

20 yaşından beri Tanpınar okuyan ve onun eserlerindeki müzik zevkine hayran olan tambur sanatçısı Hakan Talu, yazarın romanlarında, öykülerinde, makalelerinde bahsettiği bestekârların eserlerinden bir repertuvar oluşturdu. Cemal Reşit Rey Türk Müziği Topluluğu ‘Tanpınar’ın Satır Aralarından Musiki’ konserinde Türk müziğinin temelini oluşturan bestekârların eserlerini seslendirerek adeta Tanpınar’ın yüksek musiki anlayışı ve zevkini altmış yıl aradan sonra bugünün dinleyicilerle paylaşacak.

Talu’ya göre Tanpınar, teknik müzik bilgisine sahip değil ama çok iyi bir dinleyici ve müziğe bakışı çok üst seviyede. Bir defa hocası Yahya Kemal Beyatlı. Yahya Kemal, Fransa’ya öğrenime giderken yanında Tanburi Cemil Bey’in bütün plaklarını götürür.

15 bestenin icra edileceği konserde Tanpınar’ın hayatı, dünya görüşü anlatılırken hep bir eserin hikayesi de dinleyicilerle paylaşılacak. Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir’de anlattığına göre Ahmet Rasim’le Adalar’da karşılaştıklarında onunla edebiyat konuşmak ister. Ancak Rasim, “Boşver bunları, müzik konuşalım, sen benim bestenigar’ımı biliyor musun?” diye sorar kendisine. Ahmet Rasim, Nigar adında bir kızcağıza ders vermeye gidiyordur o zamanlar. Ancak kız 16 yaşında vefat eder. Rasim de çok sevdiği öğrencisi için bir güfte yazar, sonra da bu güfteyi Hafız Hüsnü Efendi besteler: “Çok sürmedi geçti tarâb-ı şevk-i baharım/soldu emelim, goncelerim, reng-i izârım/bir bülbül-i raksân-ı tarâb-nâk idim amma/bilmem ki neden terk-i hevâ etdi hezârım/bir nağme-i dilsûz u gam ile düştü irak’a/ben böyle gönüller yakıcı bestenigâr’ım.” Konserde bu eseri dinleyebilirsiniz. Bestenigar, Türk müziğinin en eski makamlarından biri. Dede Efendi’nin bu makamda pek çok eseri bulunuyor. Hakan Talu, bu nedenle Dede Efendi’nin diğer birkaç eserine de repertuarda yer verdiğini söylüyor.

* İçinde çeşitli makamları anlatan Türk müziğinin en büyük formu.

Cemal Reşit Rey Türk Müziği Topluluğu, çoğu İstanbul’un kültür kurumlarında görevli, bir kısmı üniversitelerde hoca olan genç sanatçılardan oluşuyor. İki ay önce CRR’nin başına gelen Genel Sanat Yönetmeni Ozan Binici tarafından kurulan topluluğun abisi olarak tanınan Hakan Talu tambur sanatçısı. Grupta ayrıca iki neyzen, iki ud, kanun, kemençe, iki ritim ve sekiz ses sanatçısı olmak üzere yaklaşık 20 sanatçı var. Solistler arasında ise Aslıhan Erkişi ve Murat Bardakçı’nın sunduğu Tarihin Arka Odası programında verdiği minik konserlerle kendini sevdiren Yaprak Sayar bulunuyor.

YORUM

Tanpınar sağcı mıydı, solcu mu?

Transfer mantığı: Pişmiş aşa nasıl su kattım?
Hılmi Yavuz
Zaman 13 Mart 2013

Abdullah Uçman’la Handan İnci’nin hazırladıkları “Bir Gül Bu Karanlıklarda”nın ( -Tanpınar Üzerine Yazılar-) ‘Kitap Üzerine Birkaç Söz’ başlıklı giriş yazısında, ‘Tanpınar’ın, ölümünden ancak on yıla yakın bir zaman geçtikten sonra, yani aşağı yukarı 70’li yıllarda yeniden okunmaya başlandığı[…]’ ve bunda Mehmet Kaplan, Zeynep Kerman, Birol Emil’in ve ‘Huzur’un ‘yeniden yayımlanmaları kadar, Selahattin Hilav ile Hilmi Yavuz arasında doğrudan doğruya Tanpınar münasebetiyle başlayan ve 4-5 ay kadar süren oldukça geniş boyutlu tartışmanın da önemli ölçüde payı bulunduğunu belirtmek gerekir’ deniliyor.

Uçman ve İnci’nin bu tespitlerine, benim bir diyeceğim olamaz elbet. Öte yandan, Hilav’la olan tartışmamızın, belirli bir düzeyde sürdürüldüğüne şüphe yok. Nitekim Memet Fuat, Yeni Dergi’nin ( sayı. 105, Haziran 1973) ‘Dergilerde’ bölümünde bu tartışmanın başlangıcına ilişkin olarak, “ ‘Yeni a Dergisi’nin mayıs sayısında Hilmi Yavuz, ‘Tanpınar’ın Solculuğu Efsanesi’ başlıklı incelemesinde, Hilav’ın ‘Yeni Ortam’da yayımlanan ‘Tanpınar Üzerine Notlar’ına karşı çıkıyor” dedikten sonra, ‘Bu tartışmanın yüksek bir düzeyde süreceği, Tanpınar’ın yapıtları üzerinde yeni çalışmalara yol açacağı anlaşılıyor. Şair, romancı, denemeci, edebiyat tarihçisi olarak, uzaktan bakıldığında, çelişik görünümleriyle insanı şaşalatan bir yazarın böyle bir tartışmayla ele alınması, bence çok iyi oldu’ diye ilave ediyor ve bu yazının altına düştüğü bir dipnotta da, Selahattin Hilav’ın ‘Yeni Ortam’da çıkan incelemesini, Hilmi Yavuz’a vereceği karşılıkla birlikte yayımlayacağız’ duyurusunda bulunuyordu.

Tartışmaya dönelim: Hilav’ın, ‘Yeni Ortam’ gazetesinde 31 Mart 1973 ve 9 Nisan 1973 tarihleri arasında tefrika edilen ‘Tanpınar Üzerine Notlar’ı, büyük bir ilgiyle karşılanmıştı. Hilav, Tanpınar’ın kullandığı ‘istihsal’, ‘emek’, ‘iktisadi şartlar’ kavramlarından yola çıkarak, onun ‘manevî dünyanın yaratıcı ve aşıcı bir şekilde yenilenmesi’ ile ‘maddeci bir tarih ve kültür felsefesine’ ‘iyice yaklaş[tığını]’ öne sürüyor ve bu ‘maddeci’ tarih ve kültür felsefesinin, Marksizm olduğunu imâ ediyordu.

Benim açımdansa sorun şuydu: Tanpınar’ın, ‘istihsal’, ‘emek’ ‘iktisadi şartlar’ gibi kavramları hangi bağlamda kullandığına bakmalı ve ondan sonra, bu bağlamın bize dayattığı okumayı yaparak karar vermeliydik. Bana göre Tanpınar, bu kavramları, ‘Bilimsel’ [Marksist] bir ‘kültür ve tarih felsefesi’ne götürecek kuramsal kavramlar (i.e.Marksist ekonomi politiğin kuramsal kavramları) olarak değil, ahlaksal bir problemi temellendirecek ideolojik kavramlar olarak kullanmaktaydı.

Dolayısıyla tartışmanın Bilim/İdeoloji sorunsalı üzerinden yürümesi kaçınılmazdı. Tanpınar, sözkonusu kavramları bilimsel bağlamda mı, yoksa ideolojik bağlamda mı kullanmıştı? Bu konuda Althusser’in ‘İdeoloji’ tanımı üzerinde; İdeolojiden Bilimsel olan’a geçişteki ‘epistemolojik kesik’ (coupure épistemologique’) üzerinde; Resmî İdeoloji’den kopma’nın bir aşma (Fr.Dépassement; Alm.Aufhebung) olup olmadığı üzerinde, Memet Fuat’ın dediği gibi ‘yüksek düzeyde’ bir tartışma başladı. Hilav’ın bana verdiği ve Yeni Dergi’nin 106. sayısında yayımlanan cevaba, ben de Yeni a Dergisi’nde gecikmeden karşılık vermiştim.

Bu tartışmanın bir kısım Türk entelijansiyası tarafından nasıl karşılandığına ilişkin bir anekdot: Hilav’ın ve benim yazılarımın yayımlandığı günlerde, rahmetli Demirtaş Ceyhun’un Harbiye’deki Yapı Endüstri Merkezi Kitapevi’nde Ece Ayhan’la karşılaşmıştık. Ece’nin, daha ‘merhaba!’ demeden, bana hışımla söylediği, ‘Pişmiş aşa su kattın!’ sözlerine bir hayli şaşırmış olmalıyım ki, duruma açıklık getirdi: ‘Onlar [sağcılar kastediliyor H.Y.] Sabahattin Ali’yi bizden transfer ettiler; Hilav da buna karşılık Tanpınar’ı bize [solcular kastediliyor H.Y.] transfer etti. Sen de Tanpınar’ın solcu olmadığını ispata kalktığın için pişmiş aşa su kattın!’ O sıralarda Mustafa Kutlu, Sabahattin Ali üzerine bir kitap yayımlamış; Sabahattin Ali’nin ‘solcu’ değil, muhafazakâr bir yazar olduğunu öne sürmüştü de! Transfer mantığı!

Transfer mantığı, evet: Tıpkı Yalçın Küçük’ün ‘sağcı’lara ‘Alın Kemal Tahir’i, verin Peyami Safa’yı!’ demesi gibi!

HABER

Tanpınar Edebiyat Festivali açık havaya çıkıyor
Zaman 3 Mayıs 2014

Bu yıl 6.sı düzenlenen İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali, 5 Mayıs’ta Şehir ve Yolculuk temasıyla başlıyor. 11 Mayıs’a kadar sürecek festival, pek çok yazarı okurla buluşturmayı hedefliyor.

İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali (İTEF), 5 yılı geride bıraktı. Bunca zaman ilgilisiyle hep sonbaharda buluşan etkinlik, ilk defa ve bundan sonra ilkbaharda karşımızda. Festival ekibi hem kimi etkinlikleri açık havada düzenlemek hem de yılın daha rahat bir sezonu olanı ilkbaharı değerlendirmek için böyle bir karar almış. Bu yıl festivalin altıncısı 5-11 Mayıs tarihleri arasında, ‘Şehir ve Yolculuk’ temasıyla gerçekleşiyor. Daha önce Şehir ve Oyun, Şehir ve Korku gibi temalarla yola çıkan festival, bundan sonra da şehir üzerine düşünmeye devam edecek. Bunu festival ekibinden Cihan Akkartal da doğruluyor ve ekliyor: “Önümüzdeki yılın temasını Şehir ve Sınırlar olarak belirledik; ülke sınırlarının, kişiler arasındaki, birey ve dünya arasındaki sınırların ve sınırların sebep olduğu ikiliklerin edebiyatın temel malzemelerinden oluşu bu kararı almamızda rol oynadı.”

SADECE YOLCULUKLAR DEĞİL

Festivalin iki etkinliği bir biçimde yolculuk temasıyla ilişkilenerek edebiyatta bireylerin belleklerine yaptıkları yolculuklar ve tarihte yaşanmış metaforik ya da fiziki yolculukları ele alıyor. Özellikle gezi yazınına değinen bu iki etkinlikten biri Sırt Çantalılar Grubu işbirliğiyle gerçekleşen ve çağdaş edebiyatta seyahat anlatılarına değinen Yolda. Diğeri ise Murat Belge ve Sevengül Sönmez’in konuşmacı olarak yer alacağı Türkçe Edebiyatta Yol ve Yolculuk söyleşisi. Festivalin bu yıl bünyesine kattığı iki yeni program, İTEF-Mutfakta Edebiyat ve İTEF-Çocuk, etkinliklerin çoğunun ana şapkasını oluşturuyor. 9, 10 ve 11 Mayıs günleri boyunca sabahtan akşama kadar sayısız etkinliğe ev sahipliği yapacak programların mekânı Suadiye sahili. Bu iki yeni şapkaya bu kadar önem verilmesinin nedeni de Akkartal’ın deyişiyle, edebiyatın kitlesel bir sanat dalı olabileceğini ve İTEF’in minik okurları önemsediğini herkese göstermek. Belki ileride çocukların kendilerine ait bir edebiyat festivali bile olur, kim bilir…

HAYATIMIN ÖYKÜSÜ

DEVAM EDİYOR

Bu yıl da Vehbi Koç Vakfı’nın ana sponsorluğunda gerçekleşen İTEF’in dikkat çeken etkinliklerinden biri Hayatımın Öyküsü. Yekta Kopan, Hikmet Hükümenoğlu ve Ercan Kesal’ın dinleyenlere, kendilerini en çok etkilemiş yapıtlardan bölümler okuyacağı ve bu yapıtlardan nasıl ilham aldıklarını aktaracağı etkinliğin tarihi 7 Mayıs. Herkesin değilse de ilgilisinin dikkatini çekecek bir festival sürprizi de Polonya-Türkiye diplomatik ilişkilerinin 600. yılı kutlamaları çerçevesinde Polonya’nın önde gelen yeni kuşak yazarlarının İstanbul’a gelmesi. İTEF kapsamındaki etkinlikleri takip etmek isteyenler www.itef.com.tr adresinden detaylı programa ulaşabilir.

Programda neler var?

Çağdaş Polonya Edebiyatı / Atatürk Kitaplığı / 5 Mayıs 19.15 / Andrzej Bart, Cem Erciyes, Wojciech Kuczok, Zygmunt Miłoszewski.

Türkiye’de Ermenice, Kürtçe ve Lazca edebiyatların dünü ve bugünü / Sismanoglio Megaro / 6 Mayıs 18.00 / Fehim Işık, İkna Sarıaslan, Nükhet Eren.

Kurmaca Nasıl İşler? Yazar Metnin Neresinde? Öykü Atölyesi / kargArt / 6 Mayıs 18.00.

Modern çocuklara klasik masalları yeniden anlatmak: Okur ne bekler, yazar ne vermek ister? / Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi / 7 Mayıs 13.30 / Maritgen Matter, Melike Günyüz.

Hayatımın Öyküsü / Sismanoglio Megaro / 7 Mayıs 19.15 / Ercan Kesal, Hikmet Hükümenoğlu, Yekta Kopan.

Türkçe Edebiyatta Yol ve Yolculuk / Sismanoglio Megaro / 8 Mayıs 19.15 / Murat Belge, Sevengül Sönmez.

Eski İstanbul Kahvehaneleri ve Kahve Kültürü / Suadiye sahili İTEF-Mutfakta Edebiyat Çadırı / 10 Mayıs 16.00 / Kemalettin Kuzucu

Mevlevi Mutfağı / Suadiye sahili İTEF- Kitap Çadırı / 10 Mayıs 15.30 / Nevin Halıcı

İTEF okullarda

İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü işbirliğiyle; Yabancı Yazarlar Okullarda Programı çerçevesinde yabancı yazarları, devlet okullarına götürüyor. 8 ülkeden 8 çocuk edebiyatı yazarının katılımıyla 20 devlet okulunda gerçekleşecek program çerçevesinde ilk ve ortaöğretim düzeyinde eğitim gören 5 bin öğrenci farklı ülkelerden festivale katılan yazarların okuma, söyleşi, çizim ve yazarlık atölyesi gibi etkinliklerinden faydalanabilecek.

HAKKINDA YAZILANLAR

Tanpınar’a Biraz Huzur Verelim
Oğuz Demiralp
Türkçe
180 s. — 2. Hamur– Ciltsiz — 14 x 21 cm
İstanbul, 2014
ISBN : 9789750830228

Tanpınar duvarına Oğuz Demiralp’ten ikinci köşe taşı: Tanpınar, bugüne dek üzerine belki de en çok çalışılmış yazarlarımızdan. İşte bunların başında gelen, Kutup Noktası – Ahmet Hamdi Tanpınar Üzerine Eleştirel Deneme (1993) adlı ilk kitabından sonra da Oğuz Demiralp, Tanpınar üzerine düşünce üretmeyi hep sürdürdü. Tanpınar’a Biraz Huzur Verelim’deki yazılarında tarih, sanat, felsefe, yazın, müzik ve resim var. Demiralp, geniş bir kültürel perspektifle Tanpınar’ın zihin dünyasını tarayarak hem kitapları arasındaki bağlantıları hem de başka yazarlarla ilişkilerini ortaya çıkarıyor. Daha da önemlisi, Tanpınar söz konusu olduğunda her zaman yeni şeyler söylenebileceğini gösteriyor.
(Tanıtım Bülteninden)

HABER

Tanpınar ‘maço’ değildi
Mehmet Tunç
Zaman 23 Aralık 2014

HANDAN İNCİ, ORPHEUS’UN ŞARKISI (YKY) ADLI KİTABINDA TANPINAR’IN MAHUR BESTE, SAHNENİN DIŞINDAKİLER, HUZUR VE AYDAKİ KADIN ROMANLARINI AŞK VE KADIN TEMALARI AÇISINDAN İNCELİYOR.

Ahmet Hamdi Tanpınar üzerine birçok kitabın yayımlandığı son dönemde Handan İnci’nin Orpheus’un Şarkısı (YKY), yazarın Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler, Huzur ve Aydaki Kadın romanlarını aşk ve kadın temaları açısından inceliyor. “Tanpınar’ın kadına bakış açısı ne ‘maço’dur ne de geleneksel” diyen İnci, yazarın bu konudaki yaklaşımının tamamen ‘poetik’ olduğunu söylüyor.

Son kitabınız Orpheus’un Şarkısı’nda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dört romanını Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler, Huzur ve Aydaki Kadın’ı aşk ve kadın izlekleri ekseninde Proustvari bir bütüncül roman dünyası iddiasıyla okuyorsunuz. Ama romanlara yaklaşırken temel kaynaklarınız, Tanpınar’ın mektup, günlük ve denemeleri. İlk olarak aşk ve kadın merkezli bu bütüncül roman iddiasını ve elbette yazarın kişisel metinlerinden yola çıkıp kurgu dünyasını değerlendirmenizi sormak isterim.

Kitabın girişinde de söylediğim gibi, çalışmada ana malzemem ve temel kaynaklarım Tanpınar’ın metinleridir. Ortaya koyduğum düşünceyi, doğrudan doğruya Tanpınar’ın romanları üzerinden inceledim. Bununla birlikte, peşine düştüğüm konuyu yani Tanpınar’da varoluş meselesinin sanata, oradan da aşka ve kadına nasıl bağlandığını anlatırken, bunun yazarın hayatında da karşılığı olduğunu göstermek istedim. Bu noktada, kurgu dışı metinlerini, yani günlük, mektup ve denemelerini de değerlendirdim. Ancak yazarın biyografisine sadece kitabın giriş kısmında değiniyorum, romanları incelerken değil.
Mahur Beste’nin aşk ve kadın bağlamlarında merkezî bir roman olduğunu belirtiyorsunuz. Mahur Beste’yi bu denli merkezî kılan özellikler neler?

Mahur Beste, Tanpınar’ın tefrika suretiyle de olsa yayımladığı ilk romanı. Kimileri bunun yarım kaldığını söyler, ama kitapta da ileri sürdüğüm gibi ben bu kanaatte değilim. Mahur Beste bitirilebilecek bir roman değil. Öte yandan bu kitap Tanpınar romanları için adeta bir anahtar, bir giriş kapısıdır. Tanpınar’ın romanlarını bütünlüğe kavuşturan, kitapları birbirine bağlayan ilmeklerin uçları bu romanda belirmiştir. Mesela, aşkın bir kader olması, irsiyet bağıyla sonraki kuşaklara aktarılması, aşkı sanat eserini ortaya çıkaran temel güç olarak yorumlamak gibi Tanpınar’ın öteki romanlarının da eksenini oluşturacak konular bu romanla başlar. Talat Bey ile Fatma Hanım’ın aşk hikâyesi için bestelenen ve daha sonraki aşk hikâyelerinin kader müziği olacak “Mahur Beste” bu kitapla birlikte fonda akmaya başlar. Ayrıca, Tanpınar’ın romanlarında izini süreceğimiz kültürel meselelerin hemen hemen hepsi buradadır. Abdülaziz döneminden sonra gündelik hayata daha çok yansıyan medeniyet değiştirme krizi, eski yaşayışı temsil eden ilginç insanlar, tasavvufi kültür, eski musiki, Boğaziçi’nde yalılarda sürdürülen yaşantı bunların başında gelir. Mahur Beste romanını bu anlamda, bizi büyük esere hazırlayan bir uvertür olarak görüyorum. Devamında gelecek olan eserin tonu, temaları için bir ön duyuru gibidir Mahur Beste.

Tanpınar’ın kadın meselesine bakışta bazen Ahmet Mithat Efendi’nin bile gerisine düştüğünü, kadını bir aşk “nesnesi” olarak gördüğünü belirtiyorsunuz. Bu problematik bakış kendisinden sonra gelen yazarları nasıl etkilemiştir, Tanpınar bağlamda izi derinleştirilen bir yazar olabilmiş midir?

Tanpınar’ın romanlarında kadınların aşk nesnesi olarak görülmesi, romandaki erkek karakterlerin hayata bakış tarzıyla ilgilidir. Kadın ve aşk, bu erkekler için yaratıcılık gücünü besleyen ana damarladır. Aşk vasıtasıyla erkekler, yaşantılarını derinleştiren ve onları sanatsal yaratıcılığın eşiğine getiren bir olgunluğa ulaşırlar. Evet, bu noktada “nesneleşir” kadınlar, hiçbir zaman aşkın öznesi olamazlar. Erkek sever, kadın sevilir. Bu durum, Tanpınar’ın aşk ile sanat arasında kurduğu bağla ilgilidir. Mümtaz örneği üzerinden Tanpınar, aşkı yaratıcı erkeğin dilini bulmasını sağlayacak bir “ruh disiplini” olarak tanımlıyor. Tabii bu gücün sadece yarım kalmış, yakıcı bir aşk sayesinde kazanılabileceğini de ekliyor. Bu yaklaşımı yazarın günlüğünde de görüyoruz. ‘Aşk gidince şiir kapıları yüzüme kapandı’ derken, yazabilme gücünü aşktan ürettiğini söyler bize. Günlüğün son sayfalarında ise neredeyse bütün eserlerini bir kadına duyduğu aşka bağlamış, ‘külliyatım onundur’ diyor.

Benim Tanpınar’ı Ahmet Midhat’ın gerisine düşmüş gördüğüm nokta ise farklı. Tanpınar, romanlarındaki kadınları âşık olunanlar ile cinsellikleri için birlikte olunanlar diye melek/şeytan kategorisinde ikiye ayırmıştır. Üstelik Tanzimat dönemi yazarları dediğimiz ilk romancılar gibi üzerinde toplumsal bir baskı olmadığı halde, ikinci gruptaki kadınların hemen hepsini gayrimüslimlerden seçerek yapar bunu. Gerçi Tanpınar’ın kadına yüklediği kültürel anlamı düşünürsek bir ölçüde anlaşılabilecek bir durumdur bu. Tanpınar için âşık olunacak güzel kadın “bize ait değerler” dediği bazı aidiyetleri temsil eder. Bu değerler içinde Türkçeyi güzel konuşması, klasik Türk musikisinden anlaması, İstanbullu olması, Boğaziçi’nde yaşaması, köklü bir aileden gelmesi, tasavvufi kültüre yakınlığı başta gelir. Bu nitelikleri taşımayan kadınlara âşık olmaz Tanpınar’ın erkekleri, güzelseler eğer, sadece fiziksel olarak etkilenirler.

“Tanpınar’ın romanlarında (Sabiha-Cemal hariç) platonik aşk yoktur.” yargınıza Selim İleri’den itiraz tonunda bir karşılık geldi. Neler söylemek istersiniz?

Bu bir yargı değil Tanpınar romanlarının olgusudur. Evet, Tanpınar’ın romanlarında Sabiha-Cemal dışında platonik aşk yoktur. Yazarın bu konudaki önemli düşüncelerinden biri de budur. Tanpınar, ancak uzviyetler birbirini tanıdıktan sonra devam edebilen duygunun aşk olabileceğini söyler. Sanırım Selim İleri’nin itirazı tam olarak bu noktada değildi. Bu konuyu bir sohbet sırasında konuştuk da kendisiyle. Selim İleri’nin kitaba dikkatini çok değerli buluyorum, ancak Selim Bey’le Tanpınar üzerine de bir görüş ayrılığımız var. Ona göre Tanpınar aslında Mümtaz gibi değil, Mümtaz’ın temsil ettiği sevme ve yaşama modeline bir karşıt örnek olarak ortaya koyduğu yardımcısı Mehmet gibi olmak, aşkını onun gibi “doludizgin yaşamak” istemiştir. Bilirsiniz, sadece aşkı değil, gündelik hayatın en küçük sahnesini bile tablolara, edebiyat eserlerine, heykellere uzanan pek çok atıfla birlikte idrak eden soyutlamacı, benzetmeci Mümtaz’a karşılık, Mehmet hayata ve sevdiği kadına yalınkat bakan sade, yüzeysel biridir. Zihnini dolduran imgelerle değil, bedeninin ihtiyaçlarıyla yaşar. Tanpınar’ın romanları da kendisi için yazdıkları da ortadadır. Günlüğünde çizdiği yazar portresi (tabii bize gösterdiği kadarıyla) ve kurguladığı erkek karakterlerin romansal gerçekliği Selim İleri gibi düşünmemi engelliyor. Verili olanın çok ötesine geçen bu yorumu ‘aşırı’ buluyorum. Söylediğim gibi, benim bu kitapta ileri sürdüğüm her görüş Tanpınar’ın metinlerinden alınmış cümlelere dayandırılır. Başka bir kaynağa atıf yapmaya ihtiyaç duyulmayacak kadar metnin içinden çıkarılmış olgulardır hepsi. Aslına bakılırsa ben bile yorum yapmadım. Sadece belirli bir düşünce etrafında Tanpınar’ın kaleminden çıkmış metinleri bir araya getirdim ve bu düşüncemi somutlaştırdım, hepsi bu. Bu nedenle Selim İleri’nin de Tanpınar’ın aslında Mehmet gibi erkekleri idealize ettiğine ve Mümtaz’ın da Mehmet gibi yaşamak istediğine dair yazarın metinlerinden bir şeyler göstermesini beklerim. Selim İleri bu sonuca yazarlık sezgisinin gücüyle varmış ise, şahsi bir yorum olarak kalır.

Bugüne değin sosyal ve siyasal yaklaşımlarla (Doğu-Batı çatışması, toplumsal değinmeler) değerlendirilmiş ve adeta bir fetiş konumuna yükselmiş Tanpınar için Opheus’un Şarkısı yeni, yepyeni bakış geliştiriyor. Bu yaklaşımınızı geliştirirken andığım dört romanın kurgusunu adeta çoğaltılan bir şablon düzeyine indirgiyorsunuz. Öyle ki bazı romanlarda daha öncekilerde kullanılan cümlelerin tekrarıyla karşılaştığınızı söylüyorsunuz. Bu durum, esaslı meselelerin büyük yazarı Tanpınar imgesine, algısına zarar verebilir mi?

Tanpınar’a “yepyeni bir bakış” getirdiğimi söylemeniz beni sevindirir, ama bu bakış dediğiniz gibi “esaslı meselelerin büyük yazarı” imgesine hiç de zarar verecek bir durum değildir. Tam tersine, çok daha güçlendiriyor bu imgeyi bence. Tanpınar’ın gücü ve büyüklüğü, aslında hep aynı romanı yazdığı halde, bizi her defasında bambaşka bir dünyaya açabilmesidir. Malzemesini ve düşüncelerini hem tekrarlıyor, hem de yeniliyor Tanpınar. Bütün büyük edebiyatçıların yaptığı da budur. Sözünü ettiğim tekrarlar ise sadece bu konuya odaklanmış bir eleştirel bakışın görebileceği ayrıntılardır. Kitabı basılmadan önce okuyan muteber Tanpınar araştırmacılarından Prof. Dr. Orhan Okay, işaret ettiğim tekrarlara şaşırdığını, bunların bir kısmını daha önce fark etmediğini söylemişti. Yani bu konuda yazar için endişelenmemize gerek yok.

Tanpınar’ın entelektüel birikiminin kadına ve aşka yansımadığını; bu meselelere daha çok geleneğin, tevarüs edilmiş bir kültürün içinden baktığını söyleyebilir miyiz?

Bakın bu çok ilginç, kitabı okuyanlar içinde Tanpınar’ı amiyane tabirle ‘maço’ bulduğunu söyleyenler de oldu, kadına karşı toplumdaki yaygın ‘erkek bakışı’ temsil ettiğini söyleyenler de. Sanırım bu ‘okur’la ilgili bu durum. Tanpınar’ın kadına bakış açısı ne ‘maço’dur ne de geleneksel. Kitapta ayrıntılarıyla gösterdiğim gibi, tamamen “poetik” bir yaklaşımdır onunki. Evet, Tanpınar romanlarında kadını toplumsal hayatın bir parçası olarak ele almaz. Kadını kendi sorunları, sorumlukları içinde birey olarak işlemez. Belki sadece Sahnenin Dışındakiler’de Sabiha ile biraz bu konuları yoklar, ama orada da temel izlek, “uğruna bir ömrün adandığı sevilen kadın”dır. Tanpınar’ın romanlarında ön plandaki kadınların varlık sebebi sadece “sevilen kadın” olmalarıdır. Onlar, hayata estet gözlerle bakan erkeklerin “rüya kadınlar”ıdır. Nitelikli, güzel ve sessizdirler. Bu kadınları kendileri olarak değil, âşık erkeklerin gözünden tanırız, yani dönüştürülmüş olarak. Bunun da nedeni Tanpınar’ın kadın-aşk ve sanat eseri arasında kurduğu etkileşim zinciridir.

Tanpınar çalışmaları özellikle Orpheus’un Şarkısı vesilesiyle bundan böyle tek renklilikten sıyrılıp çeşitlenebilir mi, akademi dünyasında böyle bir arayış gözlemliyor musunuz?

Tanpınar üzerine çalışmalar kendine ait bir kulvar açacak kadar arttı ve ciddi bir literatüre dönüştü. Benim kitabımdan öncekilerin tek renkli olduğunu söylemem haksızlık olur. İçlerinde yazara yeni, taze bakışlar getiren çalışmalar da var, tamamen öncekileri tekrar edenler de. Hakkındaki makaleler ve kitaplar, sayı olarak fazla görülse bile üzerinde daha çok çalışılması, metinlerinin daha fazla kurcalanması gereken bir yazardır Tanpınar. Bütün büyük yazarlar gibi yeni yorumlara açıktır. Kitabımın girişinde de söylediğim gibi ben sadece kişisel açıdan, bir okur olarak Tanpınar’da ilgimi çeken, yazmaktan zevk alacağım konuların üzerine gidiyorum, devam da edecek bu.

HABER

Tanpınar gibi ‘huzur’suz olanlara entelektüel diyoruz
Zaman 18 Ocak 2015

Modernleşme tarihimizde arafta kalan isimlerden biri Ahmet Hamdi Tanpınar. Türkiye’de Kemalizm’in de siyasal İslam’ın da doygunluk noktasına geldiğini dile getiren Prof. Dr. Besim F. Dellaloğlu ile ölüm yıldönümünde Tanpınar’ı ve Türkiye’deki muhafazakâr ideolojinin tutarsızlıklarını konuştuk.

“Tanpınar, ‘Huzur’un kitabını yazmış bir huzursuz.” size göre. Niye huzursuz?

Buna cevap vermek zor. Tanpınar’ın bir kişisel huzursuzluğundan söz edebiliriz -ki bu bizi pek fazla ilgilendirmiyor- bir de toplumsal boyutu var meselenin. Üzerinde konuşmak hakkına sahip olduğumuz zemin de burası. Niye huzursuz peki? Bir yandan CHP milletvekili, diğer yandan da Türk modernleşme tecrübesine en ciddi eleştirileri getirmiş kişilerden bir tanesi. Hem gelenek göreneklerle, camilerle, tarihi yapılarla, İstanbul’la güçlü bir irtibatı var hem de tam bir ‘muhafazakâr’. Bu tür zeminler Türkiye’de otomatikman bir huzursuzluk ortaya çıkarır. Tanpınar’ın edebiyatında da bunu görüyoruz. Kitabının adı ‘Huzur’ ama aslında çok ‘huzursuz’ bir kitap. Fakat bu huzursuz olma durumunu kendine dert edinene, bunu içselleştirene de biz entelektüel diyoruz.

Altını çizdiğiniz ‘entelektüellik’ durumunu tam anlamıyla ortaya koyan çok fazla aydın yok aslında bu topraklarda. Tanpınar neden yalnız kaldı?

Günlüklerinde kendisine yönelik bir ‘sükût suikastı’ yapıldığını söyler Tanpınar. Yani kendi varoluşunun toplum tarafından yeterince algılanmaması ya da ürettiği edebiyatın karşılığının en azından yaşadığı dönemde kıymet bulmamasıyla ilgili bir şey bu. Ama bu biraz da Türkiye’nin genel bir sorunu. Yani ya solcu olursun ya muhafazakâr. En kolayı bu aslında. Ve buradan bir ‘huzursuzluk’ çıkmıyor ortaya. Herkes mutlu mesut ama Tanpınar gibi tipler çok az. Batıda asıl bu tiplere entelektüel deniyor. Bugün Necip Fazıl ya da Nazım Hikmet’in nerede durduğu bellidir. Bunun üzerine çok fazla kafa yormazsın. Ama Tanpınar gibi, Cemil Meriç gibi, Sabri Ülgener gibi, Oğuz Atay gibilere kafa yorarsın. Gerçek entelektüeller bu isimler bence.

Kimine göre muhafazakâr, ama bir yandan da CHP milletvekilliği yapan birinden söz ediyoruz. Hangi Tanpınar?

Bugünkü anlamda bir muhafazakâr olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’de Tanpınar’ı ‘muhafazakâr’ gösteren şey; gelenekle, dinle veya tarihle daha güçlü bir ilişki kurması. Bu kodlar da otomatikman muhafazakârlığı çağrıştırıyor ülkemizde. Bu aslında çok özendiğimiz Batı’yı idrak etme hususunda bir boşluğa işaret ediyor. Çünkü Batı’da geçmişle, gelenekle, dinle her zaman bir bağlantı mevcut. Dolayısıyla Bach dinleyene Batı’da muhafazakâr ne kadar denirse Türkiye’de de Dede Efendi dinleyene o kadar muhafazakâr denmesi lazım. Ama Türkiye’de bu böyle değil. Hatta burada Bach dinleyen ‘çağdaştır’, Dede Efendi dinleyen ise muhafazakâr. Böyle bir şey olabilir mi? Tanpınar, Türkiye’de bir modernlik arayışının yolcusu. Ne tam anlamıyla Batılı, ne de yerli. Onu bu kodların dışında bir kavrayışla okumak lazım. Kendisini değil metinlerini, ürettiği şeyleri okumak gerekiyor. Biz bir türlü metine odaklanamadık.

O zaman her kesimin bir Tanpınar’ı olduğunu söylemek yanlış olmaz herhalde.

Tabi. Mesela bugün kendini muhafazakâr olarak tanımlayan insanlar, 2007’de Tanpınar’ın günlükleri ortaya çıktığında büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaşadılar. ‘Biz bu adamı böyle bilmiyorduk. İçki, kumar, her türlü ıvır zıvır varmış’ gibi şeyler söylendi. Metne odaklanmamak dediğim şey biraz da bu. Şahsa odaklı bir okuma tarzımız var. İdeolojik kamplaşma üzerinden bakıyoruz her şeye. Biz Shakespeare’in karakteri hakkında bir şey biliyor muyuz? Ya da Platon’un ‘iyi’ bir insan olduğunu? Hâlbuki bu isimler çok karaktersiz adamlar da olabilir. Edebi metnin kalitesi, onu yazanın namusu ya da karakteri üzerinden bilinecek bir şey değil.

Türkiye’de kendini ‘muhafazakâr’ diye tanıtan kişiler Tanpınar’ı ne kadar okumuştur sizce? Ve bu insanlar iş bir şeyleri ‘muhafaza etmeye’ geldiğinde neden tökezliyorlar?

Narmanlı Han’dan geçtim gelirken. 57 milyon dolara AVM mi olacak otel mi olacak bilmiyorum. Bunun gibi pek çok örnek var. Mesela muhafazakârlık denince ilk akla gelenlerden biri olan Menderes döneminde Vatan ve Millet caddelerinin yapılması esnasında dört yüz küsür Osmanlı yapısı yıkılıyor, bunun elliye yakını dini mekân. Durum ortada aslında. Muhafazakârlık ve milliyetçilik Türkiye’de daha yerli ve buralı bir şey olarak algılanır. Kemalizm, liberalizm vs. ise daha Batı’ya yakın. Ama bunların hepsi Batılı ideolojiler. Hepsi 19. yüzyılın ve Batı’nın ürünü. Muhafazakârlık Batı’da kentli bir ideolojidir. Ama Türkiye’de muhafazakârlık dendiğinde kırsal akla gelir ve bir biriktirme durumu yok. Kültürel bir birikim ve yatırım olmadığı için de muhafaza etme duygusu, Türkiye’deki muhafazakârların vazgeçilmez bir özelliği değil. Biraz ağır olacak ama modernleşme süreci bağlamında muhafazakârlık ne üretmiş ki muhafaza etsin? Bu anlamda AKP’nin ve muhafazakârlığın meşruiyeti tartışmalıdır. Önce iktisadi anlamda bir refaha ulaşalım, diğerlerine ondan sonra bakarız anlayışı var. Dolayısıyla böyle bir hoyratlığın arkasında da böyle bir zihniyet var.

Geleneği, modern olanın karşısına koyan bir zihniyet üretti bu ülkenin modernleşmecileri. Tanpınar da biraz bu durumdan muzdarip oldu sanırım?

Oldu tabi. Modernlik, geleneği içine alan ve bundan beslenen bir şeydir Batı’da. Dolayısıyla gelenekle belli bir mesafe çerçevesinde eleştirel olarak ondan beslenmektir modernlik. Rönesans, reform ve aydınlanmadan bahsetmeden modern Batı’dan bahsedebilir miyiz? Nedir Rönesans? Yeniden doğuş. Neyin yeniden doğması? Antik Yunanın. 2000 yıllık bir süreçten bahsediyoruz. Türkiye’de modernleşmeciler (Kemalistler, laikler vs.) geleneği, kategorik olarak kökten reddetme eğilimindeler. Kendilerini muhafazakâr olarak görenler de geleneğe fazla angaje. Hâlbuki ikisinin de ortası bir şey bu. Gelenek kelimesinin içinde değişim var. Tanpınar’ın deyişiyle ‘değişirken devam etmek, devam ederken değişmek.’

Tanpınar Türkiye’deki bu iki kutba da eşit mesafede o zaman…

Tanpınar’ın idrakinin en önemli noktası, Batı düşüncesinin esasını en iyi kavrayanlardan biri olması. Geleneğin ne manaya geldiğini idrak edebilmesi. İnce belli bardakta çay da içersin, Bach da dinlersin, Mesnevi de okursun, yeri gelir Dede Efendi de dinlersin. Ama gayet modern, çağdaş bir insan da olabilirsin. Bu Türkiye’de yakın zamana kadar çok da kolay bir şey olmadı. Tanpınar’ın önemi de buradan geliyor.

Batı’da toplumsal değişim ve dönüşümlerde sosyoloji ve felsefi disiplinlerin payı çok büyük. Türkiye’de ise bu disiplinlerin misyonunu neredeyse tek başına sırtlayan bir şey var, o da edebiyat. Neden böyle?

Hatta edebiyat da demeyelim buna, roman diyelim. Sosyoloji de tiyatro da bale de Batı’dan gelmiş ama hiçbiri roman kadar etkili olamamış bu topraklarda. Sosyal bilim Türkiye’de ne kadar toplumsallaştı, kamusallaştı, toplumsal idrakte ne kadar karşılığı oldu, bunlar tartışılabilir şeyler. Bu kadar çok üniversitede sosyoloji bölümünün olması toplumsal idrakte çok güçlü bir karşılığı olduğu anlamına gelmez.

Sosyologları da eleştiriyorsunuz sanırım. Sosyolojinin giderek teknisyenliğe dönüştüğünü söylüyorsunuz?

Evet. Sen taksi şoförüne anlatamıyorsan derdinin ne olduğunu, bakkal ne iş yapıyorsun diye sorduğunda ‘sosyolog’ olduğunu söyleyip de bir karşılık alamıyorsan toplumda bunun karşılığı yok demektir. Sosyal bilimlerin Türkiye’de çok ciddi bir meşruiyet sorunu var. Siyasetin kalitesini de düşüren bir şeydir bu. Türkiye’de bir sosyal bilimci siyasete atılabilir, hatta başbakan, cumhurbaşkanı da olabilir. Ama o geçişte sosyal bilimci kimliğini bırakıyorlar sanki.

“ALİ ŞERİATİ TÜRK OLSAYDI, BURANIN İSLAMCILARI ONA TAHAMMÜL EDEMEZDİ”

Modernleşme tarihimizden Tanpınar’ı çıkarttığımızda ne eksilir?

Baya bir şey eksilir. Tabi şahsı da çok abartmamak gerekir belki ama biraz önce adını saydığım bütün ayrıksı düşünürle beraber düşünmek lazım Tanpınar’ı. Şunu da söylemek lazım ki bu isimlerin bizim kültürel ve zihni idrakimize ne kadar etki yaptığı da tartışmalı. Şu anlamda söylüyorum bunu, Tanpınar’ın modernleşme tarihimiz için önemli bir isim olduğu yadsınamaz ama hakkını vererek ne kadar düşünülebildi eserleri? Son on yıldır biraz üzerine eğilmeye başlandı ama 1962’den bu yana düşünce hayatımıza ne kadar nüfuz etti? İdrak dünyamız bu kadar kodifiye olduğu zaman biz, kendi içimizden çıkan değerleri de yeterince keşfedemiyoruz. Türkiye’den dünyaca ünlü bir yazar çıksa, burada ne kadar algılanabilir? Hep bu topraklarda orijinal fikir ve büyük