Ahmet Haşim

şair, yazar

1884 yılında Bağdat’ta doğdu. Bağdat’ın eski ailelerinden Alusi Ailesi’ne mensuptur. Fizan Mutasarrıfı Arif Hikmet Bey’in oğludur. Annesi Bağdat’ın ileri gelenlerinden Kahyazadeler’in kızı Sara Hanım’dır.

Çocukluğu Bağdat’ta geçti. Babasının görevi nedeniyle ilköğrenimini düzenli yapamadı. Annesinin ölümü üzerine babasıyla birlikte İstanbul’a geldi. 1907 yılında Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. Reji İdaresine memur olarak girdi. Bir taraftan da Hukuk Fakültesi’ne devam etti.

(1914-1918) yıllarında Birinci Dünya Savaşı döneminde askerliğini yaptı. Bu dönemde Anadolu’nun çeşitli yerlerini görme fırsatı buldu. 1924 yılında Paris’e, 1932 yılında da hastalığı sebebiyle Frankfurt’a gitti.

Güzel Sanatlar Akademisi’nde (Sanâyi-i Nefise Mektebi) Mitoloji, Mülkiye Mektebi’nde Fransızca öğretmenliği yaptı.

Fecr-i Ati topluluğuna katıldı. Şiirleri, Servet-i Fünun, Aşiyan, Muhit ve Dergah gibi ünlü dergilerde yayınlandı. Sembolist ve empresyonist etki ve izler taşıyan şiirler yazdı. ‘Akşam şairi’ olarak tanındı. 4 Haziran 1933 tarihinde İstanbul’da vefat etti.

ESERLERİ:
Şiirleri:
Göl Saatleri, Piyale.

Fıkra ve Sohbet:
Bize Göre, Gurabahane-i Laklakan

Gezi:
Frankfurt Seyahatnamesi

ŞİİRLERİ

MERDİVEN

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…

Sular sarardı… yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…

MUKADDİME

Zannetme ki güldür, ne de lâle,
Âteş doludur, tutma yanarsın,
Karşında şu gülgûn piyâle…

İçmişti Fuzûlî bu alevden,
Düşmüştü bu iksîr ile Mecnûn
Şi’rin sana anlattığı hâle…

Yanmakta bu sâgardan içenler,
Doldurmuş onunçün şeb-i aşkı,
Baştan başa efgân ile nâle…

Âteş doludur, tutma yanarsın,
Karşında şu gülgûn piyâle…

O BELDE

Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-i fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma’nâ,
Ne bu akşamda bir gam-i nermîn
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-î istitâr ü istiğnâ.

Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz
Topluyor bû-yi rûhunu gûyâ,
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz…

O belde?
Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;
Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhud,
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Onların ruhu, şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdî sükûn u samtı arar;
Şu’le-î bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer
Mültecî sanki sâde ellerine
O kadar nâ-tüvân ki, âh, onlar,
Onların hüzn-i lâl ü müştereki,
Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine…

O belde
Hangi bir kıt’a-yı muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd
Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?
Bilmem… Yalnız
Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.

Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz…

BİR GÜNÜN SONUNDA ARZÛ

Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümâyân,
Güller gibi… sonsuz, iri güller
Güller ki kamıştan daha nâlân;
Gün doğdu yazık arkalarında!

Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrârını ömrün eder i’lân.
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Âlemlerimizden sefer eyler?

Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam;
Üstümde semâ kavs-i mutalsam!

Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!

BÜLBÜL

Bir gamlı hazânın seherinde
Isrâra ne hâcet yine bülbül?
Bil, kalbimizin bahçelerinde
Cân verdi senin söylediğin gül!

Savrulmada gül şimdi havâda,
Gün doğmada bir başka ziyâda…

HAVUZ

Akşam yine toplandı derinde…

Cânân gülüyor eski yerinde
Cânân ki gündüzleri gelmez
Akşam görünür havz üzerinde,

Meh-tâb kemer tâze belinde
Üstünde semâ gizli bir örtü
Yıldızlar onun güldür elinde…

HAKKINDA YAZILANLAR

Ahmed Hâşim ve siyaset
Selim İleri
Zaman 29 Ağustos 2015

Bir ay kadar önce, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı odak alarak Doğu-Batı sorunumuz çerçevesinde, art arda iki yazı yayınlamıştım. Hem dostlarımın hem -hiç tanımadığım- okurların ilgisini çekti. Birer küçük yankısı oldu bu yazıların.

Her zaman olmuyor. Elbette sevindim.

Doğucular, Batıcılar karşıtlığında Tanpınar’ın bileşimci tutumu, bu yüzden de yazınsal yaşamı boyunca yalnız, handiyse yapayalnız kalışı yıllar yılı düşündürttü beni. Şairlerin, yazarların böylesi trajik serüvenleri bugünkü ortamda daha yoğun alımlanıyor.

Sözgelimi Ahmed Hâşim. Daha geçenlerde okudum, Refik Halid Karay gibi siyasetin hışmına uğramış bir yazar bile Hâşim’i adeta suçlamış! Hâşim’in ölümünden sonra yazılmış bu yazı. Refik Halid, şairi etliye sütlüye karışmamakla, dünyada olup bitenlerden habersizlikle suçlamış.

Koyu bir Hâşim hayranıydım

Lise son sınıfta Türk Dili ve Edebiyatı hocamız, aynı zamanda etkileyici eleştiri yazılarıyla tanınmış Rauf Mutluay, Ahmed Hâşim’i siyasetin bütün bütün dışında bir şair olarak yorumlamıştı. O da, tıpkı Refik Halid gibi, “Merdiven” şairinin simgecilerden etkilendiğini, Japon estamplarını andırır birkaç güzel şiir yazdığını, ama hiçbir zaman şiirimizde gür bir ses olamadığını söylüyordu.

Ben koyu bir Hâşim hayranıydım, hele o yıllarda. Bir zaman geçecek, Hâşim üzerine bir tanıtma-bilgilendirme kitabı yayınlayan Memet Fuat da şairin toplum sorunlarına uzaklığını vurgulayacaktı.

O soydan daha eski bir kitap, Yaşar Nabi Nayır tarafından kaleme alınmıştır. Yaşar Nabi, Ahmed Hâşim’i sadece şair yönüyle değerlendirir ve toplum sorunlarına uzaklığı-yakınlığı konusuna girmekten kaçınır.

Ahmed Hâşim’in düzyazıları uzun yıllar gazete, dergi köşelerinde kaldı. Sonra bu yazılar, İnci Enginün ve Zeynep Kerman’ın emeğiyle üç ciltte toplandı. Dergah Yayınları’nın verimi kitaplar okurla buluşunca, hiç değilse meraklısı “yeni” bir Ahmed Hâşim’le yüz yüze geldi.

Toptancı, dahası inkârcı yargıların anlamsızlığını çok iyi bilen Memet Fuat, 1993’te uyaracaktı:

“Ahmet Hâşim’in şiir alanındaki tartışılmaz başarısı hep kabul edilegelmiştir. Yazın dünyası son yıllarda yeniden derlenip toparlanan düzyazılarını, denemelerini, makalelerini, yolculuk notlarını da büyük bir hayranlık duyarak okumakta.”

Evet ama ne yazık ki, Hâşim’in çevresindeki toptancı, inkârcı yargılar, yirmiyi aşkın yıl sonra, bugün bile değişmemiştir. 

Hâşim hâlâ “şairlerin en garibi”dir. Kendi kabuğuna çekilerek yaşadığı, sağdan soldan, şundan bundan ürktüğü, Hâşim’in eserine ve hatırasına sanki yapışıp kalmış… Simgeci, bireyci, gerici…

İşin acı yanı, Hâşim’i artık pek okumuyoruz. Okuyan da, önce bu yargılarla şartlandırılıyor ve ne okuduğunun bilincine bir türlü varamıyor. 1928’de yayınlanan Gurabâhane-i Laklakan, şimdinin okuru için, daha adından başlayarak bilmeceli. “Yoksul Leylekler Bakımevi” diye günümüz Türkçe’siyle söylemiş bu adı Behçet Necatigil.

Hâşim, birkaç kez vurguladığım gibi, örnekse, mimarîmizin kişiliksizleşmesinden, özelliksizleşmesinden söz açmış. Tarihî perspektifi gereksinmiş. Bunlar, bu tehlike çanları Hâşim’de yüz yıl önce çınlamış. İttihat ve Terakki’nin mimarîye de el atışını şöyle yorumlamış:

“İttihat ve Terakki yalnız siyasî bir partinin adı değildi, yarım yamalak tarihî bilgilerin ve ham bir zevkin kaynaklarından akıp gelen ilmî ve estetik bir akımın da ismiydi.”

Yarım yamalak tarihî bilgiler, ham bir zevk; yanı başında bilim ve güzelduyu… İstihzası derin ve uzak mesafeli “Karanfil” şairi devam ediyor:

“Bir taraftan, sözde, inkılâpçı ve yenilik taraftarı olan İttihat ve Terakki edebiyatı, diğer taraftan, ruh ve mânada garip bir mâzi hayranlığıyla malüldü: Bu edebiyat ‘hal’den (şimdiki zaman anlamına, Sİ) nefret eden, ‘mâzi’ye hayran, ‘şehir’den korkan, ‘köy’e doğru kaçan bir edebiyattı.

Çoban türkülerinin şaheserleri yendiği ve tozlu kıyafethanelerden fırlayan, kırmızı şalvarlı hortlakların, tiyatro sahnelerinden taşarak, korkunç bir maskara alayı halinde, hayata akın ettiği zamanlar, ‘merkez-i umumî’nin iyi günlerine rastlar.”

Şehir değil köy. Şaheser değil çoban türküsü. Tiyatro değil maskara alayı. Döneminde kim öyle okumuş bilinemez ama bunlar hepsi gelişmeye düşman değil mi?

Toplumu zapturapta almaya sevdalı İttihat-Terakki kendi dediğim dedikçi tutumuna kısık sesle de olsa itiraz edenlerin epey canını yakacaktır. Hocamız Mutluay, “O günlerde hep susmuş” diyordu, Hâşim için. Konuşmaya kalkışan Refik Halid sürgünü boylamış…

Gelişemezlik ortasında “merkez-i umumî”nin kötü günleri gelip çatar. İttihat ve Terakki göçüp giderken, imparatorluk da göçüp gitmektedir.

İşin tuhafı, bütün bunlar yazılmıştır, üstelik yıllarca. Yakup Kadri’nin Hüküm Gecesi romanı, Bir Sürgün’ü mü hak ettikleri ilgiyi devşirebilmiştir, Mithat Cemal’in Üç İstanbul’u mu, Nahid Sırrı’nın Sultan Hamid Düşerken’i mi?

Simgeci, bireyci, gerici

Arada, Ahmed Hâşim’in müthiş saptaması da dikkat çekmez. Tam tersine, geçen zamanda bazı yanılgılar büsbütün pekişir; şehir edebiyatının ‘burjuva edebiyatı’ sanılması, düzmece yenilikçilik, yarım yamalak bilgilerin birer tarihî gerçeklik haline dönüştürülmesi gibi. Her biri âdeta uğursuz miras olup çıkar.

Simgeci -çok şaşırtıcı ama âdeta bir ‘suç’ nitemi-, bireyci, gerici Ahmed Hâşim, İttihat ve Terakki’nin edebiyata bir köylü kıyafeti düzdüğünü, ağzına da yeşil kamıştan bir düdük verdiğini söylüyor. Bu yaman alaycılığın yedeğinde, toplumsal hayatımızın yenilikçi geçinerek, nasıl çarçabuk gülünçleştiğine değiniyor.

Hâşim’in yazılarını izlersek, dahası da var: Bir yanda edebiyat kamıştan düdüğünü çalmakta, bir yanda -hele zaman ilerledikçe- sivri tırnakları çelik bıçaklar gibi parıl parıl erkekler, kürkler içindeki ve altın renkli yılan gözleriyle kadınlar sözüm ona ‘kent kültürü’nü temsil etmektedirler… Dört bir taraf, artık uçurumlarla çevrilidir.

Siyasetle ilgilenmediği ileri sürülmüş Ahmed Hâşim’in İttihat ve Terakki’yi enine boyuna yorumlamamış olmasına üzülmemek elde değil. Yazarların yazabilecekleri konularda desteksiz kalarak susmaları, susmak zorunda kalmaları, edebiyatımızın, düşünce hayatımızın talihsizliklerinden.

Kimdi Ahmed Hâşim? Halid Ziya Kırk Yıl’da onun şiir sanatı çerçevesinde geniş kültüründen söz açıyor. Yakup Kadri, hem Ahmet Hâşim monografisinde hem Gençlik ve Edebiyat Hatıraları’nda -gerçekten çok sevdiği- Hâşim’in okumaktan pek hoşlanmadığı kanısında. Abdülhak Şinasi onu bir roman kişisi gibi işlemiş, değerli eseri Ahmet Hâşim / Şiiri ve Hayatı’nda.

Birbirini bütünleyen ve yer yer de karşıtlayan yazılardan çizilerden şairi bugün ancak puslar ortasında alımlayabiliyoruz. Kurtuluş Savaşı’na, Anadolu’ya gidenler arasına katılmamış olması yıllar yılı garipsenmiş. İkide birde ‘Arap Hâşim’ diye anılmasından içe kapandığı, ülkesinde bir yabancı gibi yaşadığı söylenmiş.

Ama hiçbiri, Hâşim’in iç gerçekliğini tam olarak anlamlandıramıyor…

Sekiz yaşındayken annesini kaybetmiş. Ben, Ahmed Hâşim’i, annesiyle birlikte ay ışığındaki gezintilerini dile getirdiği şiiriyle tanımıştım. Dili çok ağırdı ama ‘duygu’su bana kalp ağrısı olmuştu.

Çoktan geçmiş olmalı yarım yüzyıl, belki daha fazlası. Fakat gün incelirken, içimde sızıyla, hep o dize:

“Akşam, yine akşam, yine akşam”…