eğitimci, şair, yazar
Ahmet Şahin, 20 Aralık 1956 tarihinde Ordu İli’nin Gürgentepe İlçesi’ne bağlı Okçabel Mahallesi’nde doğdu. İlk tahsîlini aynı yerde(1969), Ortaokulu Gürgentepe’de(1972), Lise’yi Perşembe(1972-1973) ve Ankara İlköğretmen Okulu ve Lisesi’nde tamamladı(1976). Aynı sene Gümüşhane İli’nin Bayburt İlçesi Harmanözü Köyü’ne Öğretmen olarak atandı. Ankara Eğitim Enstitüsü’ne kayıt yaptırdığı için bu vazîfesinden istifa etti(1976). Eğitim Enstitüsü’nü Ankara (1976-1977) ve Kırşehir Eğitim Enstitüsü’nde tamamladı(1980).
Türk Standardları Enstitüsü(TSE), Bağ-Kur Genel Müdürlüğü, Başbakanlık Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’nde çeşitli vazîfelerde bulundu. 1985 senesinde yeniden öğretmenlik mesleğine döndü. Samsun İli Terme İlçesi Gölyazı-Balkamlı Beldesi’nde üç sene öğretmenlik yaptıktan sonra, Gürgentepe İlçesi Halk Eğitimi Merkezi Müdürlüğü vazîfesine atandı(1989). Buradaki vazîfesi esnasında Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi’nde Lisans Tamamlama Programı’nı bitirerek Türkçe Bölümü’nden mezun oldu (1999).
Husûsî anma ve yıl dönümleri münâsebetiyle; târih, kültür ve edebiyat ile ilgili çeşitli konferanslar düzenledi. Zaman zaman bu konferanslarda hem idareci ve hem de konuşmacı olarak hizmetlerde bulundu. 1989-2001 târihleri arasında 12 sene hizmette bulunduğu idarecilikten kendi isteği ile ayrılan ve Ünye’de öğretmenlik vazîfesine devam etmekte iken 21 Temmuz 2009 tarihinde emekli olan Ahmet Şahin, evli ve dört çocuk babasıdır.
Ahmet Şahin’in, 1983 senesinden itibaren bazı gazeteler ile edebiyat, kültür, sanat mecmualarında aralıklı olarak çeşitli mevzû’lara ilişkin araştırma-inceleme yazıları ve makaleleri yayınlanmaktadır. Bu yayınlar: Dâvet, Erciyes, İnanç, Boğaziçi, Yeni Düşünce, Yeni Defne, Yeni Türkiye, Olaylara Bakış, Sükût, Cümle, Çağrı, Fikir Sanat ve Edebiyatta Töre, Berceste, Edebice, Türk Dünyası Araştırmaları, Dîvânyolu, Tarih ve Medeniyet’tir.
Bazı “internet” kürsülerinde de şiir, makale ve yazıları yayınlanmaktadır. Ayrıca “Târihi-Kültürü-Coğrafi özellikleri ve tabiat güzellikleri ile GÜRGENTEPE” adlı yayınlanmış bulunan tanıtım kitabının hazırlayıcılarından olan Ahmet Şahin’in, şiir çalışmaları devam etmektedir.
ALDIĞI MÜKÂFAT (ÖDÜL):
“Müslüman Türk Devletleri Birliği” adlı Makalesi için
Dîvanyolu Dergisi 2017 Yılı Kültür Armağanı (Ödülü)
YER ALDIĞI KİTAPLAR:
Mehmet Karayalman’ın Hazırladığı Ünyeli Taslızade Hacı Yusuf Bahri Efendi (2011)
Prof. Dr. İsmail Çetişli’nin Hazırladığı Türk Şiirinde Hz. Peygamber (1860-2011) (2012)
YER ALDIĞI ANTOLOJİ:
Ali Gündüz’ün Hazırladığı Türk Şairleri Şiir Antolojisi (2008)
YER ALDIĞI ANSİKLOPEDİLER:
Ahmet Sezgin’in Hazırladığı Termeli Yazarlar ve Şairler Ansiklopedisi
(Terme’de Yaşayan Yazarlar ve Şairler Bölümü 2012)
Ali Kayıkçı’nın Hazırladığı Dünden Bugüne Samsunlu Şâirler ve Yazarlar Ansiklopedisi (2013) (2016) ve (2018)
ÜYESİ BULUNDUĞU KURULUŞLAR:
Avrasya Yazarlar Birliği
Türkiye Yazarlar Birliği
YAYINAHAZIR ESERLERİ:
1. Şiir Kitabı: Dîvânçe
2. Makaleler: Mâzî’den İstikbâle (Dil -Tarih – Kültür – Edebiyat ve Tasavvuf Sohbetleri)
3. Hacegân Şehnâmesi
4. Türk – İslâm Şehnâmesi
ŞİİR ANLAYIŞI
Ahmet Şahin, “Târihî Türk Şiir Geleneği”ne bağlı kafiyeli ve redifli şiir anlayışının devam ettirilmesinden yanadır. Hangi mahreçli olursa olsun, şiirde “bilmem neci ve kaçıncı yeniciliğe” şiddetle karşıdır. Geleneğe bağlı kalmak şartıyla başarılı serbest şiirin de yanındadır.
SAN’AT ANLAYIŞI
Ahmet Şahin, Hakk’ın bir gür sesi olma cehdini, vecdini, aşkını, idrâkini ve irfânını gönül gurbetinin hicrânında her an hisseden ve muhayyilesindeki hudutsuz büyük bir “Türk Vatanı” hayâlinin hasretiyle için için yanan mahzûn bir kalbin sahibidir. Edebiyat’ta, “hakikate erdirici san’at” veya “hakikat için san’at” anlayışını müdâfaa eder.
DİL ANLAYIŞI
Ahmet Şahin, dilde yaşayan Türkçe’nin doğru kullanılması ve Türk Dili’nin kaidelerine uyulması taraftarıdır. Dünyanın en eski, kadîm ve köklü; en gelişmiş, kibar, ince, nezîh ve zarîf; en zengin, edebiyat, ilim, kültür ve medeniyet dillerinin başında gelen ve başlangıçtan itibâren Türk irfânının damgasını taşıyan Türkçe’nin; kelime hazînesi ve yapısı bakımından, “târihî mazî”sine bakılmaksızın, “Türkçeleşmiş” her kelimeyi, Türkçe’nin ezelî ve ebedî “lisân kalesi”nin burçlarında ta kıyamete kadar dalgalanacak azîz bir bayrak telâkki eden anlayışın en koyu bir müdâfidir.
MÜNÂCÂT
Besmele’yle Rabbim’i zikre dilim alışık
Allah ve Resûlü’nü selât’e kalbim âşık
Her yerde ve her şeyde bir mührünü aradım
Yâ Rabbî, evvel – âhir, ezel – ebed kavradım
Ayne’l, İlme’l ve Hakke’l yakinen bilinensin
Her vakit doksan dokuz kere zikredilensin
Kur’ân, Âyet Âyet ve Sûre Sûre hitâbın
Kâinât, sayfa sayfa dürülmüş aşk kitâbın
Gök Kubbe’yi çınlatan Allahü Ekber’in var
Günde Beş Vakit tekrar alınan Tekbîr’in var
İlm, hikmet, ma’rifetle mücehhez âbidlerin
Sahâbiler, velîler, Hakk dostu zâhidlerin
Camiler, minâreler, kubbeler îzânındır
Arş-ı âlâ, gökyüzü, yeryüzü nizâmındır
Melekler, Peygamberler aşkın ile yanarlar
Gece gündüz durmadan Şerîat’in yayarlar
Ne muhteşem saâdet, îmân kalbin cilâsı
Allah ve Resûl aşkı, gönüllerin şifâsı
Allah’ım, kalbimizin ateşini söndürtme
Îmânımızı koru Hakk yolundan döndürtme
İlâhî affet bizi beş vakit nisyândayız
Her an gaflet içinde belki de isyândayız
Yâ Rabb, “ölmeden evvel öldür” de güldür bizi
Huzûruna varmadan erdir de öldür bizi
Yâ Rabb, Rûz-i Mahşer’de bizi eyleme rezîl
Habîb’in Ümmeti’ni affeyle etme zelîl
Yâ Rabb, Resûlullah’a hasrettir beşer hasret
Bizi de Livâü’l-hamd Sancâk altında haşret
Bizi Cenneti’ne al, gösterme Nâr-ı cahîm
Yâ Rabbe’l-âlemîn ve Yâ Erhame’r-râhimîn
(2009)
NA’T- I ŞERÎF
“Bismillah” deyip edeple, kelâma başlananda
Âlem O’nun gelişiyle, yeniden can bulanda
“Allah” ismi şerîfiyle, adı bir kazınanda
Arş, Kürs üstüne: “Kelime-i Tevhîd” yazılanda
Mutlak âşkın tecellîsi ol ânı olduranda
Çöller ânsızın ilâhî nûra gark olunanda
Semâlardan püsküren nûr, cihânları saranda
Nûra hasret insâniyyet, topyekûn nûrlananda
Peygamberlik Fermânı ki Hira’da alınanda
Son Risâlet-i Ebedî, El-Hak tamamlananda
Kutlu “Mî’râc-ı Güzîn”e Cebrail’le çıkanda
Mübârek kalpleri zemzem suyuyla karılanda
Nübüvvet tahtının gülden tâcını kuşananda
Peygamberler ordusunca tekmil selâmlananda
Nebîler halkasının en ön safında duranda
Hakk’dan erişen buyruğa müşterek uyulanda
İmâm-ül Enbiyâ Mürsel Makamın çağrılanda
Bilcümle Peygamberî’ye Namâz kıldırılanda
Huzûr-ı Kibriyâ’ya bir huşûyla varılanda
Âlemlerin Rabbı’yla baş başa konuşulanda
Ümmeti’nin hâllerinden bahisler açılanda
Sekiz Cennet nimetiyle birden muştulananda
Ezel-ebed ne var ise bir bir gösterilende
Beşvakit Namaz emriyle tilâvetlenilende
Veda Haccı’nda Ebedî Risâlet son ilânda
Rûhlar Kur’ân ahkâmına sımsıkı sarılanda
On sekiz bin âleme bir anda server olanda
Otuz üç bin ashâba her dem rehber kılınanda
“Âlemlere Rahmet Resûl”, Allah’a kavuşanda
Yüce Mevlâ’nın takdiri, vakit tamamlananda
(2006)
E F E N D İ M
(Sellallahü Aleyhi Vesellem)
İmânımın cevheri, ahdimin yaldızısın
Varlığımın serveri, bahtımın yıldızısın
Heyecânımın şevkî, hayâlimin hızısın
Kışımın ilkbahârı, bahârımın yazısın
Esâsımın misâli, visâlimin tahtısın
İsmimin imtisâli, vechimin pâytahtısın
Sûretimin sîreti, vecdimin ser-tâcısın
Hemderdimin dermânı, kalbimin ilâcısın
Beynimin hâfızası, rûhumun gıdâsısın
Derûnumun bahâsı, yanmamın mânâsısın
İki gözümün nûru, aşkımın şeydâsısın
Canımın cânânı ve gönlümün sultânısın
(2005)
GEL !..
-Bin-bir Hayâlle Meçhule Sesleniş-
“Sinde sindaşım, hâlde haldaşım”olmaya gel
Güne akseden billûr, gölgeni salmaya gel
Bin-bir hayâle sığmaz, visâle ermeye gel
Gönüller irşâdeden, şuânı yaymaya gel
Âşukla-mâşuk’a her dem, nazar kılmaya gel
Sözün hikmetlisini, Türkçe söylemeye gel
Edebî kudretini, edeple yazmaya gel
Şi’r-î kadîmim Türkçem’e, sevdalanmaya gel
Kelâmın özüne öz, inciler saçmaya gel
Üç kıt’a Yedi İklim’e, Nizâm vermeye gel
Ufuk ötesi hasbihâle, katılmaya gel
Öteyi beri, beriyi öte, etmeye gel
Mâverâdan rahmet deryasına, dalmaya gel
Zevken idrâkin zevkine, aşkla varmaya gel
“Varlık-yokluk” hikmetini, kalben sezmeye gel
(2003)
İSLÂMİYET
İslâmiyet, müslümanca yaşayışın dibacesi
Ondadır beşerin hasta kalbinin tek reçetesi
(2007)
KANATLANDIK
Bir mübârek sefere gider gibi kanatlandık da biz
Meleklerle eller bağladık, Terâvîh Namâzı’nda biz
(2002)
SONSUZ NÛR
Leyle-i Kadir’de indi Allah katından ol Nûr
Sardı bir lâhzada bütün kâinatı sonsuz Nûr
(2002)
KİTAP
Leyle-i Kadir’de indi Allah katından ol Kitâp
Kuşattı bir anda bütün kâinatı nûrlu Hitâp
(2002)
KUR’ÂN
Leyle-i Kadir’de indi Allah katından ol Kur’ân
Kapladı bir anda bütün kâinatı eşsiz Furkan
(2002)
YA RESÛLALLAH!..
Bütün bir beşerin hayat hakkını elde tutan;
Resûller Resûlü ilk ve son Resûlsün Efendim!
Beşerin vâridâtını âdilâne dağıtan;
Nebîler Nebîsi ilk ve son Nebîsin Efendim!
(2003)
LEYLE-İ MİRAÇ
Leyle-i Miraç, Yüce Peygamber’in
Ümmeti’ne biricik hediyyesi
Beşvakit Namaz, gerçek bir mü’minin
Eksilmez en büyük öz sermayesi
(2002)
LEYLE-İ REGAİB
Leyle-i Regaib, en güzel gecenin müjdecisi
Kâinat’ın Efendisi’nin nûrunun habercisi
(2005)
MÜBÂREK GECE
Bir mübârek gece daha ağır ağır ufkumuza doğmakta
Yol verin Ay ve Güneş, bütün karanlıklar bir bir nûrlanmakta
(2002)
USÛL
“Din nasîhattır” buyruldu; bilinmeli, bu bir usûl
Hakikî imânı elde etmene bak usul usul
(2005)
MES’ÛL
“Din nasîhattır” böyle fermân buyurdu Hakk Resûl
Hakîkî imânı elde etmene bak ey mes’ûl
(2005)
KELİME-İ TEVHÎD
“Yazıl” ve “çizil” fermânı aldı hilkat-i âlem
Levh-i Mahfûz’da: “Kelime-i Tevhîd” yazdı kalem
(2005)
BESMELE-İ ŞERÎF
Yazıl” ve “çizil” fermânı aldı hilkat-i âlem
Levh-i Mahfûz’da: “Besmele-i Şerîf” yazdı kalem
(2005)
TÜRKÇE
Deryalara salın, gör bak, yak kandilini yiğitçe
Öğren târihini Türk’ün, sev ana dilini Türkçe
(2005)
SİHİR
Yatağı almayan ırmak, devirler delen nehir
Güzel Türkçe’m, toprakları vatanlaştıran sihir
(2005)
EDEP
Bi-edep, imânının hırsızı nefsin sîreti
Edep, dinin ameldeki en baş husûsîyeti
(2005)
EDEP ÜSTÜ EDEP
Dinimizin rüknü edep, illâ edep illâ edep
Ashab’ın bütün hayâtı, edep üstü illâ edep
(2005)
EVLÂDIM
Sırat-ı müstakîm üzre ol; işte kırâat, namaz
Yakma iki dünyanı be evlâdım; olma beynamaz
(2005)
TÂRİHİMİZ
Gökkubbe Çadırımız, Güneş Bayrağımız’dı
Üç kıt’a Yedi İklim, Nizâm Fermânımız’dı
(2003)
PUSU KURDULAR
Muhteşem târihe “masal, efsâne” deyip durdular
Türk’ün millî bekâ’sına sinsice pusu kurdular
(2005)
LEYLE-İ BERÂT
Sırât-ı mustakîm üzre ol; işte en güzel tâat
Yâ İlâhî ne büyük bir müjdedir; bu gece berât
(2005)
MÜSTAGRİB
Son iki asırdır bütün beşerin
“Fezâ”yı çınlatan“Âvâzesi”yiz
Müstagribiyiz biz İhtiyar Şark‟ın
“Araf”taki kalan son “Hakksesi”yiz
(2003)
ALÂMET-İ FÂRİKASI
Arapça, Farsça kelimem kelâmımın bir parçası
Güzel Türkçe’m, lisânımın alâmet-i fârikası
(2005)
EREYİM
Lisânım, ana dilim, has Türkçe’mi seveyim
Vecdimin Tekbîri’yle, “Mutlak Bire” ereyim
(2003)
NESİNDEYİZ?
Bu devrân-ı âlemîn biz nesindeyiz?
Bir ebedî aşkın son menzilindeyiz!
(2004)
ZİRVESİ
Aşkımız, hüznümüz ve şevkîmizin ölmez sesi;
Türkçe; beşer dillerin boy ölçüşemez zirvesi!..
(2005)
GÜZEL TÜRKÇE’M
Güzel Türkçe’m! İlim, fikir, inanç, tefekkür dünyamsın
Târihin batmaz güneşi, ebedî ses bayrağımsın
(2004)
DİLİMİZ VAR
Zenginliği dile destân ne güzel bir dilimiz var
Üç kıt’a Yedi İklim’de konuşulan Türkçe’miz var
(2005)
TÜRKÇEMİZ VAR
Mâzîsi dillere destân, çok güzel bir dilimiz var
Üç kıt’a, Yedi İklim’de konuşulan, Türkçe’miz var
(2005)
İSLÂMBOL
Hazreti Peygamber’in yârî
Hazreti Eyyüb El-Ensârî
Molla Hüsrev, Molla Gürânî
Mübârek belde Âsitânî
Târih Gülistân’ım, İslâmbol
İslâmbol, İslâmbol, İslâmbol
Hazreti Resûl’den hadîs var
Akşemseddîn’den havâdis var
Mânâ Ordusu’ndan bâhis var
Fâtihan’dan mevzûbahis var
Sultân Başşehir’im, İslâmbol
İslâmbol, İslâmbol, İslâmbol
Peygamber muştusunu alan
Hayâlin ötesine dalan
Fâtih, beklenen dâhî sultân
Fetih, destân içre bir destân
Gönül Şehrâyîn’im, İslâmbol
İslâmbol, İslâmbol, İslâmbol
Nice nice şehîdler veren
Cennet’te açmış güller deren
Kutlu, mutlu rü’yâya eren
Türk’ün altın fethini gören
Şol Çeşm-i cihân’ım, İslâmbol
İslâmbol, İslâmbol, İslâmbol
“Gök Kubbe” misâlli kubbeler
Ezân Tekbîrli minâreler
Elif nakışlı tezyîneler
“Allah Bir! ” Sadâlı câmiler
Eşsiz Şehristân’ım, İslâmbol
İslâmbol, İslâmbol, İslâmbol
“Beldetün -Tayyibetün” zîşân
Kur’ân’da bildirilen nişân
Fâtih, târih içinden bin şân
Bizâns, ebediyyen perişân
Cihân Pây-ı taht’ım, İslâmbol
İslâmbol, İslâmbol, İslâmbol
(2012)
PEYGAMBER RİSÂLETİ
Mü’min; Amentü’ye imân eden rûhun asâleti
İslâm; gönüllerde açan gül, Peygamber Risâleti
(2007)
KADİR GECESİ
Kur’ân’ı Azîm-üş-şân, âyet âyet nâzil olmuş
Yüce Allah’ın nûru, kalbimize fevc fevc dolmuş
(2007)
LEYLE-İ KADİR
Kur’ân’ı Azîm-üş-şân, nâzil olmuş en ilk baştan
Bu gece, nûr üstüne nûr yağmış da inmiş Arş’tan
Mü’minlerin kalpleri nûrlarla dolmuş her yaştan
İnsanlık yeniden hayât bulmuş bu son oluştan
(2007)
YAZI VE MAKALELERİNDEN SEÇMELER:
MÂNÂNIN ZAFERİ MALAZGİRT
Târihler vardır; milletlerin hayatında silinmez derin izler bırakan târihler…Târihler vardır; milletlerin mukadderatında nice yükseliş ve düşüşlere sahne olan târihler… Târihler vardır; devirlerin, çağların, asırların idrâkine ebedîlik mührünün vurulduğu tarihler…
İşte Malazgirt… Anadolu’ya ebedî Türk mührünü vuran, Anadolu’yu ebedî Türk vatanı yapan destânlardan ilkinin adı…Bin yetmiş bir… Gazavetnâmeler, menakıpnâmeler ve fütüvvet-nâmelerle Anadolu’ya “Kızıl Elma” mayasının çalınışının, ulu rüyâ’lara, ulvî gayelere bağlı yüce hayâllere dalınışın başlangıç târihi… Malazgirt… Türk tekevvününün bu mübârek topraklardaki terkibî izdivacı…
Asırlar öncesinden asırlar sonrasına: “İleri!.. İleri!.. Türk’ün askeri ileri!… Zaferler müjdelesin Türk kılıç ve süngüleri!…” emrinin; büyük Türk Hakanı Başbuğ Sultan Alp Arslan tarafından Malazgirt’den verilişinin târihi…
Cenk meydanlarında; yıldırımlar, şimşekler, tufanlar ve kasırgalar misali esen Türk’ün nice zâlime baş eğdiren zaferlerinden birincisi… Malazgirt… Bin yetmiş bir… Anadolu’nun kapılarının Müslüman Türk’e açılışının, dualar ve aminlerle tapusunun ebediyyen kesilişinin destanlaşmış târihi adı.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in ifâdesiyle: “Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, estetiğine, irfânına, idrâkine…” uygun oluşlar merhalesinin evveliyatı… Malazgirt…Türk’ün altın bahtını güldürecek ve en az dokuz asır sürecek; şaşa’nın, kuvvet, kudret ve ihtişamın Müslüman Türk’e has hususiyetlerle dopdolu zaferler silsilesinin ilk adımı… Ve Malazgirt… Muhammedî imânın, inancın ve ahlâkın, millet ve devlet hayatına aşk ve vecd ile hâkîm kılınması neticesinde; “İ’lâ’yı Kelimetullah” dâvâsı’nın kıt’alar ötesine taşınması ve yayılmasını sağlayan ve “Cihân hakimiyetine” giden yolun târihî satırbaşı…
Malazgirt böyle bir rûhun eseridir. Malazgirt’de sadece iki ordu karşı karşıya gelmemiştir. İki dünya, iki medeniyet, iki inanç karşı karşıya gelmiştir. Ogün bugün, bu mücadele aynı tazeliği ile devam etmektedir.
Ebedîliğe inanmayanlar, ebedî hayat sürdüremezler. Kılıcına İslâm imânının can suyunu veremeyenlerin kılıcı çabuk körlenir. Türkler İslâmiyet’den önce de Anadolu’yu fethetmek istemişler fakat muvaffak olamamışlardır. Oğuz Kağan Destan’ında:
“Daha deniz, daha ırmak istiyoruz!
Gök kubbesi bize çadır, güneş de bayrak olsun!”
ifâdesini gördüğümüz bu mısralardan; Türklerin çok önceleri bu toprakları Türk’ün “kızıl elma” mefkûresi olarak belirlemiş olduğunu anlıyoruz. Türkler pek çok defa bu topraklara Karadeniz üzerinden İstanbul’a kadar devamlı akınlar düzenlemişler, lâkin İslâmiyet’ten önce bu vatana sahip olmaları mümkün olmamıştır.
İslâmiyet ile şerefle-nen Türkler, Anadolu’da olduğu gibi derhal, “nizam-ı âlem” disiplini içerisinde hareket etmişler ve sür’atle yerleşik hayata geçmişlerdir. Fethettikleri yerlere imân ve inanç esaslarını taşımışlardır. Camiler, medreseler, kervansaraylar, hankâhlar, hamamlar, yolllar, köprüler, imarethâneler ve hastahâneler ile halkın her türlü içtimaî ihtiyaçlarını karşılayan müesseselerin inşasını tamamlamışlardır.
Taşa, toprağa, dağa, denize, mermere İslâm imânını rekzeden atalarımız, İslâmiyet’e bütün derin vecdi ile sarılmış, sarıldığı gibi bırakmamış, onun muazzam rûhunu iyi kavramış ve yükselmenin sırlarını onda bulmuştur. Hep gidici değil, kalıcı olmanın şuur ve idrâkine vâkıf olmuştur. Şâirimiz Bekir Sıtkı Erdoğan “Cihanda Türk” adlı şiirinde Türk’ü şöyle tarif ediyor:
“Atalarımız aldan, kırdan, yağızdan
Akıncılar kopmuş gelmiş Oğuz’dan
Küçüklü büyüklü hep bir ağızdan
Dünyaca söylenir türkümüz bizim.
Üstümüzde üç kıt’anın kayıdı
Târih dizimizde doğdu büyüdü
Duymamışken medeniyet neyidi
Garba ışık verdi Şarkımız bizim.”
Selçuklu Türkleri bir taraftan; “ilmel yakîn”, “aynel yakîn” ve “hakkel yakîn” ledünnî ilmîn; Bağdat, Basra, İsfehan, Tûs, Amül, Nişabur, Belh, Herat, Konya, gibi merkezlerinde medreselerini kurmuş; bir taraftan da Tasavvufî terbiyenin gönülleri irşad edici kuşatıcı iklimini Anadolu’nun her yanına dalga dalga yaymıştır. Medreselerde vazife yapan dünya çapındaki âlimler sayesinde Anadolu, kısa süre içerisinde Türkleşmesini ve İslâmlaşmasını tamamlamıştır. Bütün bu güzel hadiseler bu aziz toprakları âdeta bir gül bahçesine çevirmiştir.
Türk çocuğu, yeniden nasıl büyük bir milletin evlâdı olduğunun farkına varmalı, Malazgirt’e yönelmeli, Malazgirt’deki aslî rûha dönmelidir. Kendi kökündeki cevheri yeniden keşfetmelidir. Dini, dili ve târihi hülâsasıyla kendi aziz hatırasına saygıyla ve edep ile bakmasını bilmelidir. Bu vatan coğrafyasında korkusuzca başı daima dik olarak yaşamanın ilk şartının, hakîki ilim ve tefekkür zemininin sağlam kurulmasına bağlı olduğu asla unutulmamalıdır. Bu zemin, milletle mütenasip, Malazgirt’ten itibaren devam edip gelen ve içinde asırların kültür ve medeniyet tecrübe ve birikimini barındıran târihî zemin olmalıdır.
Yazımızı, Şâirimiz Mithat Cemal Kuntay’ın “Türk’ün Şehnâmesi” adlı eserinden seçtiğimiz aşağıdaki beyirleri ile bitiriyoruz:
Gökler uçabildin, görebildinse derindir;
Târihini kendin yazıyorsan eserindir!
…………………………………………
Anlat bana bir parçacık ecdâdımı anlat;
Muhtacım o efsâneye, târihe masal kat!
—————————————————————————————————————–
AZİZ TÜRK ÇOCUĞU
Azîz Tük Çocuğu, asırlar vardır ve ihtiyar târih şâhittir ki, senin asâletli atalarının beşikleri hep şiir güzelliğindeki şu ninnilerle sallandı:
“Sütünü helâlinden emzirdiğim oğul!.. Hamuruna yiğitlik (erlik) mayasını çaldığım oğul!.. Hey kurban olduğum oğul!.. Özüne, sözüne güvencim oğul!.. Oğul oğul, devletli oğul!.. Baba ocağının közü, ana kucağının yâr yatağının baht yıldızı oğul!.. Soyumun sopumun özü hey oğul!.. Yiğit oğul!.. Erdemli oğul!.. Ahlâklı oğul!.. Bileği bükülmez oğul!.. Oğul oğul devletli oğul!..”
Türk çocukları; Türk Anası’nın, yavrusunun kulaklarına fısıldadığı, yukarıdaki bu “oldurucu” ve “erdirici” telkîn-i öğütlerle, bu yüce dileklerle, bu tılsımlı ve hikmetli sözlerle uyudular…Ulu rü’yâ’lara daldılar…Ötelerin ötesini gördüler… Arş-ı a’lâ’yı kucaklayan mes’ûd hayâllerle uyandılar… Onlar ki; kıt’alardan kıt’alara, iklimler ötesinden süzüle süzüle, çağları, devirleri aşa aşa geldiler… Hayâlin ötesine geçip çadır kurdular…
Azîz Tük Çocuğu, Bayrak Şâirimiz Arif Nihat Asya, “Onlar” adlı şiiriyle bu muazzam “oluş” sırrını, şu destansı mısrâlarla târihlere havâle etti:
“Nerede kaldı o erler ki,
Analar kurt doğururdu,
Hilkat insan çamurunu,
Destân ile yoğururdu.
Kopardılar ayı gökten,
Bir ipek dala astılar,
Yurt dediler gölgesine,
Ayaklarını bastılar.
Nerede o yiğitler ki, gür
Sesleri ülkeyi bürür,
“Yürü” dese dağlar yürür,
“Dur”dese kalpler dururdu.
Yeryüzünün göbeğinde,
Kuruldu Kurultayları,
Günleri sönmek bilmedi,
Yere düşmedi ayları.
Onlardan kaldı bu toprak,
Biz gezip tozmayalım mı?
Yabanlar kıskanır diye…
Destanlar da yazmayalım mı?”
Azîz Tük Çocuğu, sen bu vatanın hakikî vârisi, gerçek sahibisin. Dedelerin Orta-Asya’dan gelerek bu toprakları sana ebedî vatan yaptı. “Üzerinde doya doya yaşayasın, gezip tozasın” diye. Hiçbir milletin toprağı seninki kadar destanlarla, ninnilerle, şarkılarla, türkülerle, ağıtlarla kutsîleşmedi. Hiçbir milletin toprağı seninki kadar acı-tatlı hâtıra’larla dopdolu olmadı. Hiçbir milletin toprağı seninki kadar sevilip sayılmadı. Hiçbir milletin toprağı seninki kadar “ana” şefkat ve merhametiyle bütünleşerek “Anadolu” adıyla ebedîleşmedi. Hiçbir milletin toprağı seninki kadar azîz ve mübârek olmayı hak etmedi. Hiç bir millet, ataların kadar bu toprakları şehit kanıyla sulamadı. Târihte, bu mübârek topraklar için “ölmeyi ebedî şeref” kabul eden bir başka millet daha görülmedi…
Azîz Türk Çocuğu, senin iftihar edilecek lekesiz, gölgesiz muazzam bir târihin, güneşleri andıran göz kamaştırıcı parlaklıkta ihtişâmlı bir kültür ve medeniyetin var. İnsan hakları mevzû’nda sana ders vermeye yeltenen kavîmlerin târihleri silinmez kara lekelerle doludur. Kendi yaptıkları insanlık dışı katliâmlara senin şanlı dedelerinin de adını karıştırmak istiyorlar. Ataların Doğu’dan-Batı’ya, Kuzey’den-Güney’e yataklarına sığmayan ırmaklar misâli akarak, insanlığın topyekûn hak ve adâlet içinde yaşaması için yüz yıllarca at koşturup durdu…
Azîz Türk Çocuğu, senin cedlerin târihlerinin hiçbir devresinde zulüm yapmadığı gibi zulme rıza da göstermedi. Zâlimin zulmüne alkış tutmadı. “Zulme rıza zulümdür!” Diyerek, zâlimin tepesine balyoz gibi indi. Hep haklının hakkını korudu, mazlûmun yanında yer aldı. Muhteşem târihin ve ihtişâmlı geçmişin; dînî, millî, ahlâkî, İslâmî ve insânî bakımlardan sarsılmaz kal’ası oldu. “Üç kıt’a ve Yedi iklim”e hayât nizâmı verdi. “Târihin dilinden düşmez bir destan” misâli; “Târihimiz” adlı aşağıdaki Şiirimiz’in şu unutulmaz beytini asırlarca büyük bir aşk ile terennüm etti:
“Gökkubbe Çadırımız, Güneş Bayrağımız’dı;
Üç kıt’a Yedi İklim, Nizâm Fermânımız’dı!”
(2003)
Azîz Türk Çocuğu, şanlı ve şerefli ataların bu mübârek şühedâ (şehid) kanıyla sulanmış vatan toprağının üzerini, İslâm’ın ebedî mührü câmi’leriyle sütûn sütûn, kubbe kubbe, minâre minâre süsledi. Âyâtını (Âyetlerini) nakış nakış işledi. Mermerlerini Rab’ca silinmez ve eskimez yazılarıyla yazdı, târihlerin hâfıza’sına öylece kazıdı. Bir “hakîkatli yolun kutlu yolcuları” olarak, “Kendi Gökkubbemiz” altında geçen nice saâdet asırlarının tatlı hâtıra’sını, rûhlarında duya duya; mâzi, hâl ve âtî’yi birleştirdiler…
Azîz Türk Çocuğu sen; inançsız, düşüncesiz, fikirsiz, aşksız, çilesiz, mefkûresiz, idealsiz, ülküsüz, gayesiz, hedefsiz, ufuksuz, çapsız, mes’elesiz, cehtsiz, şevksiz, idrâksiz, edepsiz, terbiyesiz, başıboş, serkeş, pörsük, ürkek, burkuk, kavruk, savruk…sergerdelerden kat’iyyen olamazsın!.. Sen, günübirlik hasîs duyguların, basit ve adî menfâatlerin esîri olamazsın!.. Sen, târihinin sana yüklediği büyük mes’ûliyyet şiârının fevkinde ve şuûrunda olmak ve öyle varolmak mecburiyetindesin!..Sen, atalarının mirasını günübirlik kemirip, semirip, yeyip bitiren nânkör mirasyedi “hokkabazlarından” olamazsın!.. Azîz Türk Çocuğu sen, kahraman ecdadından devralmış bulunduğun mâzinin o muazzam mirasını, her şart altında koruyan, gözeten, geliştiren ve daha ötelere taşıyan gözüpek muhafızlardan biri olarak her ân dimdik ayakta, hâzır ve nâzır vaziyette azîz milletinin emrinde olmalısın!..
Azîz Türk Çocuğu, geçmişte olduğu gibi yine aç kalabilir, fakir düşebilirsin. Fakat sen; asla devletsiz, vatansız, bayraksız yaşayamazsın. Devletsizliğin, vatansızlığın, bayraksızlığın ne demek olduğunu halen esâret altında yaşayan mazlûm kardeşlerin çok iyi bilmektedirler…
Azîz Türk Çocuğu, yüksek Türk düşüncesinden neş’et eden Türk töresine göre; “Yükselen bayrak bir daha inmez; vatan bölünmez!” Düsturu, Türk Milleti’nin daimî mefkûresi oldu… Hiçbir millet açlıktan, fakirlik yüzünden târih sahnesinden silinmedi. Fakat millî benliğini, din, dil ve târih şuurunu kaybeden milletler, târihten silinip gitti, ölü millet oldular…
Azîz Türk Çocuğu, Bayrak basit bir bez parçası değildir. O, bir milletin hürriyet ve istiklâlinin ebedî sembolüdür. Türk Bayrağı; o’nu ifade etmeğe kelimeler yetmez. O, nâmustur, şandır, şereftir, târihtir, şiirdir, herşey”dir… Her Türk o’na aşk derecesinde meftundur, karasevdâlıdır…
Azîz Türk Çocuğu, yazımızı; azîz vatan topraklarımızın düşman işgallerine uğratıldığı o karanlık günlerde, kalemini keskin bir kılıç, bir kalkan salâbetiyle küffâra karşı kullanan edebiyatımızın kudretli kalemi mücâhid yazarımız Süleyman Nazif’in, şimdilik şu güzide beyti ile bitirelim:
“Dedem koynunda yattıkça, benimsin ey güzel toprak,
Neler yapmış bu millet, en yakın târihe bir sor, bak!..”
————————————————————–
MÜBÂREK BİR AY
Ramazan’a “ONBİR AYIN SULTÂNI” denmiş…Kul’un RABBİ’ne (Celle Celâlühû) tam bir teslimiyyeti… Rûh ve beden itibâriyle tertemizlik…Sevgi ve kardeşliğin nâmütenâhîye (sonsuzluğa) açıldığı “UHUVVET” kapısı… Sahur vaktinden iftar saatine kadar, yemeden içmeden huşûyla top sesini bekleyiş… Sonra nefsin bin-bir “sabır törpüsü”nden geçerek, “OL EMÎR” üzre açılan ORUÇ… Lezzeti, bereketi ve kokusuyla birbirinden güzel yemekler ve kurulan İFTÂR Sofraları…Camilerin, kandîllerle süslenerek secdegâhlara baş koymaya hazırlanan mü’minleri bekleyişleri… Kubbeleri çınlatan “TEKBîR” sadâları’nın, kalpleri saran ilâhî havasında kılınan “TERÂVÎH NAMÂZLARI”… HAKK’a açılan eller, dudaklardan dökülen duâlar, niyâzlar ve yakarışlar… Samîmiyyet zirvelerine doğru kanatlanış ve nihâyet İslâm’ın billûrlaşmış “TEVHîD” nûrunda en güzel bir ahlâkı yakalayış…
Zaman ve mekândan münezzeh olan Yüce Allah’ın “Lizâtihi-bizâtihi” tecellisi… Beşer olan insanın ON’DAN gelişi ve tekrar O’NA dönüşündeki HİKMET… “Lâmevcude İllallah” sırrınca, ezelden-ebede gelişte O’NUN “KÜNFEYEKÜN!” Emrine mutlak itaatkârlık… Arzın merkezinden asılmış bir boşlukta aynı hızda ve aynı nîzâm, intizâm dâhilinde dönen “KÂİNAT”…
Mutlak BİR… “Varlık” ile “yokluk” arasındaki BİRLİK… Zıtlardaki tarifsiz cünbüş, âhenklilik ve hârikülâdelik…
Ve müjdelenmiş “BİN AYDAN DAHA HAYIRLI BİR AY” Ramazan-ı Şerîf!..
—————————————————————————————————————
BİR DESTÂN Kİ
18 Mart 1915… Müslüman Türk’ün bin yıllık vatan topraklarının Çanakkale’de inanılmaz müdâfaası… Kahraman mehmetçiğin seller gibi akan mübârek kanı ile târihin aynasına bir milletin alın yazısını Hakk’ın(Celle Celâlühû) rızasınca, ebedîleştirerek yazdırdığı ve Hâkim-i Mutlak’ın(Celle Celâlühû) hükmüne tevdî ettiği emsâlsiz destanın 93.’ncü yılındayız.
Bütün bir benliği ile zincire vurulmak istenilen bir milletin tek başına, bütün cihâna (dünyaya) ve emperyalizmin her çeşidine karşı emsalsiz direnişinin akıl almaz hikâyesi… Kahraman Türk Milleti’nin “tarih sahnesinden silindi” sanıldığı bir sırada; millî his, millî birlik ve beraberlik, millî fikrin(düşüncenin) etrafında kenetlenerek şahlanışının, vecd ile silkinişinin tarifsiz şi’riyeti…
18 Mart 1915… Yalnız Hak(Celle Celâlühû) için, Hakk’a(Celle Celâlühû) verilecek eğilmez başların, kopan bir kıyamet karşısında dahî nasıl tunçtan birer heykel kesildiklerinin, harp meydanlarında şevkle ölümlere atılarak şehitler halkasına dizilmek için nasıl yarıştıklarının; o muazzam ve muhteşem ebediyyet kitâbesini nasıl bir ihtişamla diktiklerinin tarih olmuş unutulmaz hikâyesi, bugün Çanakkale’nin “GEÇİLMEZ SULARI”nda hâlâ okunmaktadır.
Bu emsalsiz destanın yazılışı, bazı aklı evvellerin zannetikleri gibi, yalnız kanla toprağın harmanlaşarak vatanlaşmasından ibaret değildir. “Bir hilâl uğruna ne güneşlerin battığı”, yerlerin ve göklerin bu dehşet-engiz velveleden beşikler gibi sallandığı, suların insan kanından kıpkırmızı bir deryâya dönüştüğü o “mahşer” gününden, bir milletin istiklâle çıkışının efsânevî destanıdır.
18 Mart 1915… Müslüman Türk’ün, mütecâviz kâfirin istilâ plânına, Hilâl’in Haç’a karşı vuruşmasıdır. Mitralyözlerin, şarapnallerin, top ve tüfeklerin “imân dolu göğüs”lerde birer birer parçalandığı, hilâl ile yıldızın göklerin ebediliğinde yeniden kucaklaşarak vuslat iklimine girdiği ve Türk zafer burçlarının gönderine ebediyyen çekildiği tarihtir.
Târihin bu inanılmaz destanını yazanlar, şimdi ebediyyet âleminden, Cennet’in gül bahçelerinden bizleri ibretle ve dehşetle seyretmektedirler. Can ve kan vererek vatanlaştırdıkları ve emânet ettikleri vatan topraklarının üzerinde keyiflerince hayat sürenlerin kaçta kaçı, onların bu tertemiz hatıralarının ve fedâkârlıklarının hakkını verebilmektedir? Acaba bugün onlara lâyık vatan evlâtları yetiştirebiliyor muyuz?
Milletçe geçirdiğimiz acı tecrübeler bize bir kere daha göstermiştir ki, bugün her zamankinden daha çok “Çanakkale’yi geçilmez” yapan rûh ve imân bütünlüğüne ihtiyacımız vardır.
Hudutlarımızın içinde ve hemen yanı başımızda vaktiyle yapıldığı gibi yine bin-bir yalan ve desiseyle, “ayrıştır vuruştur” taktiği tatbik sahasına konulmuştur. Ateş, barut, kan ve gözyaşı dünkü ve bugünkü coğrafyamızın neredeyse değişmez talihi olmuştur…
Bütün bunlardan daha elim ve daha vahimi, Âkif’in “top tüfekten daha sık gülle yağan mermiler” dediği bombalar, sûretâmızı işgal ederek, şahsiyyet ve mahremiyyet idrâkimizin içinde patlatılmakta ve böylece dinimiz, dilimiz ve örfümüz berhava edilmek istenilmektedir.
Biz her şeye rağmen “ümitvarız” ve bütün cihâna karşı, Millî Şairimiz Âkif’in şu altın mısralı beyti ile haykırarak teselli buluyoruz. Bütün cihân bilsin ki:
“Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!”
Bu vesile ile şehitlerimizin aziz hatırası önünden saygı, minnet ve şükrân dolu hislerle ayrılırken; kanlarıyla yoğurarak vatanlaştırdıkları toprakların her köşesinden, milyonlarca Fâtiha-i Şerîfler gönderiyoruz.
—————————————————————————————————————–
MİLLÎ SECİYYE
Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede,
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye’de!
Yahya Kemal Beyatlı
Gönlü aydınlık olanlara ne mutlu… Aydınlığı, ilâhî kaynağın sönmez ışığından alarak görebilen nasipli gönüller, her an bütün karanlıkları bir bir delip geçebilirler. Çünkü bu aydınlık, bilinenin dışında, bütün zamân ve mekânı çepeçevre kuşatan bir aydınlıktır. Malik’ül Mülk olan Yüce Allah (Celle Celâlühû) bir nûr püskürüşü ile şuâlarını halkalar halinde mâsivâ’ya gönderir. Böyle bir menzile kenetli gönüller, Mutlak Zât’ın kendisi ile yine kendisine “mutlak aşk” tecellisince ve Allah Resûlü’ne(Sellallahû-Aleyhivesellem) uzanan velâyet yolu ile “hem-hâl” olabilme, bilme-bildirme (alıcı-verici) bakımından beşer üstü bir irtifâ kaynağından besleniyor olmaları hasebiyle daha bir bahtiyar olmalıdırlar. Böylesine “şaşmaz mihmandarları” olan bir cemiyetin, toplumun ve nihâyet bütün bunları millî sînesinde barındıran bir milletin yücelmesi ve beşeriyetin akışına yön vermesi de çok tabiîdir. Bu sebepledir ki; her vesile ile iftihâr ettiğimiz ve mensubu olmaktan büyük şeref duyduğumuz asîl Türk Milleti’nin; millî karakterinde ve öz cevherinde nakşolunmuş, böyle asîlâne bir imtizâc, bir sevk ve idâre etme kâbiliyeti (liyâkati) esâsen hep var olmuştur.
Târihin değişmez hükmüdür: “Rü’yâ’sı olmayan milletlerin gelecekleri de olamaz.” Hakîkate ve yalnız hakîkate bağlı büyük hayâller kuranlar, hiçbir zaman “çürük ipliğe boş hülya” dizmez ve kendileriyle birlikte milletlerini de felâkete sürüklemezler. Milletlerine o büyük rüyâ’yı gördürenler, arşa kanatlı hayâlleri kurduranlar ise, o milletlerin yetiştirdiği “ölümsüz kahramanları”dır.
Kahramanlar, cemiyetin ana rahminde ve kadîm tarihin şahitliğinde “dev sancılarla” doğar, büyür, gelişir ve o cemiyetin aslî mânevîyesini; “maya çanağını” meydana getirirler. Yani ki onlar; imân, inânç, mefkûre, ideal ve ülküleriyle; üzüntüleri, kederleri, gamları, tasaları ve hüzünleriyle; neş’eleri, sevinçleri, şevkleri ve aşklarıyla o cemiyetin “hem-dem-i”, yâni “dili bir, gönlü bir, imânı bir” erdemli insanları olurlar. Onlardan beklenen târihî vazife de; beşerin zamân zamân insana insanlığını unutturan o menhûs, paslanmış ve taşlaşmış vicdânını; hastalıklı rûhunu tedâvî etmeye memur bir millî seciyye ve millî dâvâ ahlâkını parıldatıcı asîllikte bir erdemlilik kavrayış ve anlayışını, bütün insanlığa hâkim kılmaktır.
Kahraman, deruhte ettiği vazîfenin mes’ûliyetini müdrik insandır. Hangi vazîfeyi îfâ ediyor olursa olsun, onu en mükemmel şekilde yerine getirmekle mükelleftir. Aziz Vatan Şâiri Orhan Şaik Gökyay’ın ifâdesiyle kahraman:
“İleri atılıp sellercesine,
Göğsünden vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine,
Şu kara toprağa girenler[in]dir!”(1)
yahut Hüseyin Nihal Atsız’ın tarifinde kahramanlık:
“Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,
Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir.
Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;
Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektir…”(2)
İnâncı uğruna hiç tereddüt etmeden seve seve şehâdet şerbetini içmek, kan ve can vererek vatanseverliğin altın destanını celâdetle yazmak, Türk’ün kahramanlığının şanındandır. Meselâ, Gönül ve Kılıç Fâtihi Horasan Erleri, Battal Gâzîler, Selâhaddin Eyyûbîler, Alp Arslanlar, Ertuğrul Gâzîler, Osman Gâzîler, Murad Hüdâvendigârlar, Yıldırımlar, Dânişmend Gâzîler, Fâtihler, Kânûnîler, Yavuzlar, Barbaroslar böyledir.
Şâir ve Yazar İsa Yar haldaşımızın:
“Senin de diyecek sözün olmalı;
Huzûra duracak yüzün olmalı!
Gönlünde bir parça hüzün olmalı,
Kendini kendinden kurtar, öyle gel…
Kendini kendinden kurtar, öyle gel
Dilinde en güzel nağme, söyle gel
Geleceksen dostum, bana böyle gel
Hem-dem olanlara ben yar olurum.
Hem-dem olanlara ben yar olurum.
Zannetme küserim, ağyar olurum.
Gurbetten sılaya diyar olurum
Bir kutlu sefere çıkar gibi gel…”(3)
deyişindeki dervişâne samîmî tavrın yanı sıra; nefsini hizâya çektirici, edebî olduğu kadar dinî disiplini de ihtar eden, kuşatıcı gönülden çağrısı, âdetâ bu asîl milletin rûh yapısını yansıtır mahiyettedir.
Bizim boz yeleli atının üzerinde beyaz sakallı, nûrânî çehreli, ırakları yakın eden, her darda kalışımızda imdadımıza ”hızır gibi yetişen” baş kahramanımız bir “Hızırımız” vardır… O’nun nûr, rahmet ve bereket dağıtan, huzûr ve mutluluk veren muştusu, her zaman aziz milletimizin tâlihini güldürmüştür. Bu “Hızır” motifi de ötekiler gibi Türk millî varlığının tükenmez hazînelerinden birisidir. Hızır ile bütünleşen Türk millî muhayyilesi, Misâfir ile Hızır’ı aynîleştirmiştir. Böylece Hızır sayesinde misâfirlik müessesesi de yüceltilmiştir. O kadar ki: “Her geceyi Kadir(Kadir Gecesi), her geleni Hızır bil!” Sözü, bütün Türk Dünyası’nın ortak “Atasözü” hâlinde asırlardan beri söylenir olmuştur.
Daha başka nice söz ve yazı üstâdımız vardır ki, kılıçtan keskin kalemleri ve kelâmlarıyla her birisi milletimizin irfânını yoğuran unutulmazlarımız arasında yaşatılmaktadır. Bunlardan birisi de bütün Türk Dünyası’nın ortak çarpan kalbi Nasreddin Hocamız’dır. Hocamız, yüzyıllardan beri hem güldüren, hem de düşündüren “bilge” kahramanlarımızdandır. Hocamız, esâsında tek başına bir millet gibidir. O’nun o koca kavuğunun altında muhteşem bir târihî mâzî, hâl ve âtî gizlidir. Müstesnâ târihî Türk muhayyilesi, Hızır Aleyhisselâm ile Nasreddin Hoca’nın şahsında “Derviş Gâzi, Alp-Eren ve Velî” tipini mükemmel bir şekilde bütünleştirmiştir. Hocamız fıtrî zekâsı ile dünyada bu bakımdan tektir ve başka bir misâli de zaten mevcut değildir.(4)
Şâirin, “Ezelî Rûh Orduları” olarak vasıflandırdığı mânâ orduları, geçmişte dîn-ü devlet, mülk-ü millet telâkkisini üç kıt’a ve yedi iklim’e tevârüs ettirmişlerdir. Başta Hazreti Peygamber Efendimiz’in Sancaktarı Hz. Eyyüp El-Ensârî Hazretleri olmak üzre; Hz.Ahmed-Er Rifâi ve Hz.Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed-î Yesevî’den Mevlânâ ve Yunus Emre’ye; Dede Korkut’dan Nasreddin Hoca ve Şahı Nakşî Bendî Hazretleri’ne; Şeyh Edebâlî’den Hacı Bayramı Veli ve Emîr Sultan’a; Akşemseddin’den Molla Gürânî ve Aziz Mahmud Hüdâî’ye; Abdülhâkim Arvasî’den Mehmed Zahid Kotku ve Hüseyin Hilmi Işık’a; Ken’an Rifâî’den Süleyman Hilmi Tunahan, Muhammed Raşit Erol ve Esat Coşan Hazretlerine kadar uzanan nice Allah Dostu, Peygamber aşığı, Gönül Sultânı; Türk Ordusu’nun mânevî hassa’sını meydana getirmişlerdir. Gazâ ordusu mânâ ordusu ile birleşince “dünya atlarımızın nalları altında” ezilmiştir. Böylece nice zâlimin tahtı devrilmiş, insanlığa adâlet, huzûr ve sükûn gelmiştir.
Destan Şâirimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun:
“Bir tufan koptu Asya’dan,
Urum sele gark olacak!
Yeni bir imân çağının,
Mücdecisi Şark olacak!
Alplar, Erenler, Başbuğlar,
Ardınca yürüsün tuğlar…
Yedi iklim yüce dağlar,
Karış karış Türk olacak!”(5)
derken duyduğu “Alp-erence” coşkuda, mâzîde olanın şimdi de olabileceğine milletçe inanmışlığın âdetâ “Dâvûdî” bir sesle ötelerden gelen yankılanışı vardır:
“Önde yalın kılıç Türkmen Başbuğu,
Ardında Oğuz’un elli bin tuğu…
Andırır Altay’dan kopan bir çığı,
Budur Peygamberin övdüğü Türkler…
Ya Allah…Bismillah…Allahuekber…” (6)
Bütün bunlar; Türk Milleti’nin niçin Hazreti Peygamber Efendimiz tarafından övüldüğünün; bu millete niçin “Cund Allah”(7) (Allah’ın Ordusu), “Ordu-Millet” denildiğinin ve Peygamber sevgisi ve muhabbetinin niçin bu ölçüde başka milletlerde bulunmadığının en güzel ifâdesidir. İşte yine deryâ içre bir âlemi daha temâşâdayız…
Bayrak Şâirimiz Arif Nihat Asya’nın:
“O zaferler getiren atların
Nalları altındanmış,
Gidişleri akına,
Gelişleri akındanmış,
Yolları eline dolayan;
Beldeler, ülkeler avlayan
Süvarileri varmış ki,
Oğuz, Bilge, Süleyman’mış.
Zembereğini kuran
Onlarmış dünyanın…
Onlar ki kurt doğuran
Obaların kanındanmış.
Ve zaferler getiren atların
Nalları altındanmış.”(10)
mısrâlarında hakîkî ifâdesini bulan ve bir zamânlar âleme nizâm veren Ordu;
“Ne harâbî ne harâbâtîyim,
Kökü mâzîde olan atîyim.”(9)
diyen Yahya Kemal Beyatlı’nın, mâzî’nin yakıcı hasretinin heyecâniyle işaret ettiği: “Tâ Malazgirt ovasından yürüyen Türk oğlu”nun şanlı Ordusu; “Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırtmasın!” Canhıraş haykırışıyla; milletimizin târihî sînesinden kopup gelen engin hissiyâta tercüman olan Millî Şâirimiz Mehmmed Âkif Ersoy’un, kıyâmete kadar okunacak İstiklâl Marşımızı ithâf ettiği Kahraman Ordu; Türk Edebiyatı’nın Sultânü’ş-Şuarâ’sı (Şâirler Sultânı) Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in:
“Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedâyı: Allah bir!.. ”(10)
diyerek, esrârını: “Atlas sedirinde mâverâ dede”den sorduğu Ordu işte bu târihî Türk Ordu’sudur…
Bizim, başka milletlere hiç benzemeyen bir târih hercü-merci içerisinde geçirmiş olduğumuz çok uzun bir kader mâcerâmız vardır. Târihin akışındaki o muazzam hareketlilik, bir nizâm ve intizâm dâhilinde devam edip gitmiştir. Türk Millî Seciyye’si, işte böylesi bir ahlâk, edep, savlet ve “Devlet-i Ebed-Müddet” anlayışının beşer üzerinde bıraktığı tesirin tezahürüdür. Türk Edebiyatı’nın büyük şâiri Yahya Kemal Beyatlı:
“Ulu mâbed! Seni ancak bu sabâh anlıyorum;
Bende bir vârisin olmakla bugün mağrûrum;
Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;
Kubben altında bu cûmhura bakarken şimdi,
Senelerden beri rü’yâda görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, imânı bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allah’ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakarâtın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!..”(11)
derken çok mes’ûddur.
Zîra o, bu târihî akıştaki hayat tarzıyla aynîyet arz eden husûsiyetleri keşfeden önemli şâirlerimizden birisidir.
DİP NOTLAR:
Rıza Akdemir, Dinî ve Millî Şiirler Antolojisi; Orhan Şaik Gökyay, Bu Vatan Kimin? s.141; Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları ,Ank-1991
Atsız; Yolların Sonu, Kahramanlık, s.46; Ötüken yayınları, 5’nci Basım, İstanbul 1977
İsa Yar, Gel Şiiri; 02 Kasım 2003 Tarihli Türkiye Gazetesi-İstanbul
Düşüşümüzde, Hocamızın bir tek engin dehâsının binde-biri kabilinden “bindiği dalı kesen” mizâhî ihtarını her devir idarecileri ciddiye almış olsaydı, acaba bunca felâkete duçar olur mu idik? Veyahut; milletçe yeniden silkiniş, titreyiş ve kendimize gelişimizde, Hocamızın asırlar öncesinden tuttuğu ışıktan nasıl istifade edebiliriz?..
Mehmet Kaplan, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri; Cilt 2, N.Y. Gençosmanoğlu, Malazgirt Destanı s.603-604; Dergâh Yay. 4’ncü Bask.İstan.-1984
Rıza Akdemir, a.g.e; Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu. Malazgirt Marşı s. 129; Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları -Ankara 1991
Prof.Dr.Osman Turan, Türkler Anadolu’da; s.23; Hareket Yayınları, 1’nci Baskı, İstanbul-1973
Arif Nihat Asya, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor; Destan s.7; Ötüken Yayınevi 1977-İstanbul
İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugati-Misalli Büyük Türkçe Sözlük; “Harâbâtî” Maddesi 2’nci Cilt s.1178; Birinci Baskı İstanbul-2005
Necip Fazıl Kısakürek, Çile; Sakarya Türküsü s.399; Büyük Doğu yayınları 13. Basım 1987-İstanbul
Yahya Kemal, Kendi Gökkubbemiz; Süleymâniye’de Bayram Sabahı, s.11; Yahya Kemal Enstitüsü Yayımları, 5’nci Basılış 1974-İst.
—————————————————————————————————————–
ANADİLİMİZ TÜRKÇEMİZ VE NİHAD SÂMİ BANARLI
Biz onu Lise devirlerimizden tanıyoruz… O bizim minnet ve şükrân hisleriyle ta kıyamete kadar hatırlayacağımız bir büyüğümüz, dünkü ve bugünkü bütün memleket çocuklarının mânevî hocasıdır. Hemen her Türk Çocuğu’nda istisnasız onun mânevî ışığı parıldar. Çünkü O, bir ışık adamdır… İnanıyoruz ki bu çilekeş dâvâ adamının fânûslu feneri, güzel Türkçemiz’in bekası için daima yanacaktır…Işık adamlar, kendi milletinin bir ferd-i mücahidi olarak hep zirvelerden memleket semâlarını aydınlatırlar… Aynen Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Has Hacib, Ali Şir Nevai, Şemseddin Sâmi, M.Fuad Köprülü, Ahmet Caferoğlu, Reşit Rahmeti Arat, Ali Nihad Tarlan, Ömer Ferit Kam, Faruk Kadri Timurtaş, Necmettin Hacıeminoğlu, Amil Çelebiolu, Mehmet Çavuşoğlu, Muharrem Ergin, Ahmet Bican Ercilasun, Kemal Eraslan, Mehmet Kaplan, Ömer Faruk Akün, Mehmed Âkif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Abdülkadir Karahan, Mahir İz, Fahir İz, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç, Ahmet Kabaklı, Sâmiha Ayverdi, İlhan Ayverdi…ilh. gibi Nihad Sâmi Banarlı da bir ışık adam olarak bu aziz vatanda “hocaların hocası” olmayı başarmış nadir şahsiyetlerimizdendir.
Nihad Sâmi Banarlı’nın Türk çocukları için yazmış olduğu o altın değerindeki Türk ve Batı Edebiyatı Ders Kitapları, bugün dahi pek çok evde hâlâ “başucu kitabı” olarak kütüphanelerimizin en nadide köşesindeki yerini muhafaza etmektedir. Hele uzun seneler zarfında büyük bir dikkat, itina ve titiz bir çalıma ile hazırlamış olduğu “Destanlar Devrinden Zamanımıza Kadar Resimli Türk Edebiyâtı Târihi” adlı eseri ise başlı başına büyük bir şaheserdir. Millî Eğitim Bakanlığı yayınları arasında önce fasiküller, sonra iki cilt hâlinde yayımlanmış bulunan bu kitabı okumaya başladığınızda, sadece edebiyât târihimiz içerisinde bir geçit resmi yapmış olmuyorsunuz, aynı zamanda “yüksek bir kültür ve medeniyet” varlığının derinliklerine dalarak, bitmez tükenmez bir hazinenin kapısından içeriye adımınızı da atmış oluyorsunuz. Bu tılsımlı edebiyât târihi ciltlerlini okumaya başlar başlamaz ne asîl bir milletin evlâdı, ne müstesna bir kültür ve medeniyetin mirasçısı olduğunuzu derhal anlıyor ve kavruyorsunuz…
Nihad Sâmi Banarlı bir Türkçe aşığı, onu gözünden kıskanacak kadar Türkçe’ye meftûn ve onun en koyu bir müdafiî’dir. O güzel Türkçemiz’in sırlarına hakkıyla ve kelimenin mutlak mânâsıyla vâkıf bir âlimimiz’dir. Gayet tabiî’dir ki, târihin en üstün ve en büyük kültür ve medeniyetini vücuda getirmiş olan Türk Milleti’ne ait her şey onun alâka alanındadır. Bir “Türkiyât” bilgini de olan Banarlı’yı sâdece bir “Edebiyât Târihçisi” olarak görmek ve değerlendirmek asla doğru değildir.
Nihad Sâmi Banarlı’nın Türk Milleti’ne bıraktığı eserlerinin adlarında bile büyük bir Türkçe sevdâsına şahit oluyoruz. Banarlı;“Türkçe’nin Sırları, Şiir ve Edebiyat Sohbetleri, Târih ve Tasavvuf Sohbetleri” gibi eşsiz eserlerinde; mâzi’nin derinliklerinden süzülüp gelen ve âdeta coşkun bir nehir gibi çağıldayan, sâf, berrak, temiz, nefis ve o kendisine has Türkçesi’nin sihirli ifâde kudretiyle; milletimizin asırlara takaddüm eden din, dil, târih, kültür ve edebiyat zevkini ve şuûrunu bir ziyafet havası içinde işlemiş ve millet ve memleket çocuklarının gönüllerine nakşetmiştir. Denilebilir ki Banarlı, Türkçemiz’i en iyi kullanan bir “dil ve lisân şehsüvârlarımızdan”dır. İşte size, bu “dil ve lisân şehsüvârının” Türçesi’nde güller açan satırlarından birkaç misal:
ŞİİR VE EDEBİYAT SOHBETLERİ
“Şark-İslâm sofileri, Mevlânâlar ve Yunuslar, inanmıştılar ki insan ruhları Allah’tan kopmuş birer ışıktır. Bu ışık “görünen âlem”de renkten renge, şekilden şekile, cisimden cisime geçerek “ermiş”lerin ten kafesinde tam bir olgunluğa ulaştıktan sonra, yine Allah’a döner; o tek ve mutlak varlıkta yok olmanın zevkine dalar.
Mektepler, medreseler bir takım “dünya bilgileri”ni çok iyi öğretirler, fakat her insanın kolay gidemeyeceği “Allah’a varış” yollarını bilmeğe, bildirmeğe onların ilmi yetmez. Bunu öğrenmek için “ilim” değil “irfân” lâzımdır.
İrfân, “gerçeği bilme”dir, duygu ve sezgi ile ve “âşk” yoluyla öğrenilen “ilâhi bilgi”dir. İrfân, sözle, kitapla değil, şevkle ve hele “âşk”la ulaşılan bir kendini bilme ve kendi nefsinde Allah’ı bulma mertebesidir.
Bu dereceye aşk yoluyla ulaşan insandır ki, sevgilinin hicrânına tahammül edilemeyecek kadar güzel varlığında Allah’ı bulup Allah’ı sevenlerin şevkini duyar, vardıkları “siyah nûr” âlemine dalıp, bunun zevkini tadar.
Bu, Yunus Emre’nin türlü al renklerle yanan vatan güllerinde Allah’ı koklamasıdır. Fuzûlî, işte bu bilginin ve bu duygunun yanında, bir ömür boyu öğrendiği öteki ilimlerin birer “dedi-kodu”dan ileri geçmediğini anlayınca, aynı mısrâları bir defâ da bunun için söylemiştir:
Aşk imiş her ne vâr âlemde
İlm bir kıyl ü kaal imiş ancak”(1)
TÂLİHSİZ EDEBİYAT
“Bir millet, ancak büyük bir edebiyatı olabildiği ölçüde büyük millettir. Çünkü milletlerin bütün millî ve medenî zaferleri; bütün fikir ve kültür şahlanışları, meydana getirdikleri güzel sanatlarda ve edebiyatlarında âbideleşir.
Diller ve edebiyatlar, önce mektepler vâsıtasıyle, sonra bütün hayat boyunca, bir milletin yeni nesillerinde, sâdece bir dil ve sanat kültürü uyandırmakla kalmaz. Aynı zamanda büyük bir millî terbiye, bir millî gurur, hattâ bir millî güven ve karakter meydana getirir.Bu yüzdendir ki dillere ve edebiyatlara vurulacak her hâin baltanın hedefi, dili ve edebiyâtı değil, milleti yıkmaktır.”(2)
FÂTİHİN ZAFER SIRLARI
“Tek başına ve bir ömür boyu, devrinin en kudretli hükümdârı olduğu için, Avrupalıların “Muhteşem Süleyman dedikleri Kanûnî Sultân Süleyman ise âlim ve şâirlere karşı gösterdiği hürmet ve anlayışta, hemen büyük ceddi Fâtih kadar muhteşemdi.
Sultân Süleyman Zigetvar’a giderken, Niş’den, devrin büyük âlimi, Şeyhülislâm Ebüssu’ûd Efendiye kendü hattı ile gönderdigüdür:
[“Hâlde haldaşım* Sinde Sindaşım* Ahiret karındaşım* Tarîk-ı Hak’da yoldaşım* Molla Ebüssu’ûd Hazretlerine du’â-i bî-had iblâğından nedür hâlinüz* Ve nicedür mizâc-ı lâzim-ül-imtizâcınuz* Sıhhat ve âfiyetde misiz* Hak-Taâlâ hızâne-i hafiyyesinden kemâl-i sıhhat ü nihâyet-i selâmet müyesser eyliye* Bimennehû lûtuflarından niyâz olunur ki evkaat-ı müteberrikede bu muhlislerin kalb-i şerîflerinden ihrâc ü iz’âc etmiyeler* Ola kim küffâr-ı hâksâr mün hezim ü mükedder* Ve asâkir-i İslâm mansûr ü muzaffer olub rızâullâha muvâfık amel nasîb oluna*Edddu’â sümmel-ledâ* Bende-i Hudâ Süleymân-ı bî-riyâ”]
Bu mühim mektubun gerek dil, gerek rûh güzelliği meydandadır. Dünyâ hükümdârı, devrinin şeyhülislâmına mukaddes bir insan, bir velî rütbesi vererek hitâb ediyor. Onunla hâldaş olduğunu, aynı yaşlarda bulunduğunu, ona âhiret kardeşi gözüyle baktığını belirtiyor. Allah yolunda yoldaşı olan Şeyhülislâmına sonsuz duâlar gönderiyor. Sıhhatini, hatırını soruyor. Ulu Allah’ın , kendi gizli hazînesinden bu büyük âlime sıhhat ve âfiyet ihsân etmesi duâsında bulunuyor. Hükümdâr, âlim Şeyhülislâmından, mübârek vakitlerde kendisi ve ordusu için duâda bulunmasını ricâ ediyor.
Hükümdâr, inanıyor ki onun duâsı ve onun, kendisini “mübârek gönlünden “ çıkarmaması , gerek kendisi gerek ordularının zaferi için büyük kuvvet olacaktır.”(3)
BİR DİL KONFERANSI
“Bir milletin ataları, asırlarca o kelimelerle duymuş, onlarla düşünmüş; birbirlerini ve evlâtlarını o kelimelerle sevmiş; bu kelimeleri tamâmıyle millî bir sanatla işleyip güzelleştirmiş, ve kendi millî mûsıkîsiyle seslendirmişse… evlâtlar artık o kelimelere düşman kesilemezler!…
Buna büyük milletler değil, yaratılıştan küçük milletler bile cesâret etmemiştir.
Böyle, bir târih boyunca işlene yontula güzelleşmiş, halk şiirine, âile hârimine, millî vicdâna yerleşmiş kelimeleri sevmemiz, anlamamız ve korumamız tabîîdir. Böyle kelimeler, dillerde, efsâne’nin Nîsan yağmurundan düşen damlaları sadef içinde saklayıp işledikten sonra, iri ve parlak i n c i’ler hâline koyması gibi, zamanla ve sabırla işlenmişlerdir.
Bu hâlis incileri, birtakım encik boncukla değiştirmek, en azından incideki kıymeti anlamamaktır.
Biz Türkçenin başına gelen felâketi, bu dilin dünyâ dilleri arasındaki yerini ve karakterini dikkate almamak gibi vahîm bir hatâda bulunuyoruz. Çünkü Türkçe, herhangi küçük ve başkalarına mahkûm bir millet dili değil, bir imparatorluk dili’dir.
İmparatorluk dili ne demektir? Her dil imparatorluk dili olamaz. Çünkü her millet imparatorluk kuramaz!..
Bunun için büyük millet olmak, hattâ büyük millet olarak yaratılmak lâzımdır.
Türkçe, daha Asya topraklarında iken, Çin, Kore, Hind, İran, Moğol, İslâv ve Yunan’a dilleriyle kelime alış-verişi yapmıştı. Bugün yanlışlıkla öztürkçe sanılan bir çok kelimenin, araştırılınca, Çince, Moğolca, Soğdca ve Yunanca çıkması bundandır. İslâm Medeniyeti asırlarında ise, Türkler, dünyânın üç kıt’asına hâkim millet olarak bayrakları altında tuttukları engin ülkelerden vergi alır, baç alır, mahsûl toplar gibi, kelime de toplamışlardır. Böylelikle bütün o ülkelere yalnız kılıç kuvvetiyle değil kültür kuvvetiyle de söz geçirmişlerdir.
Bu yerlerden derlenen ve asırlarca Türk zevkiyle işlenip Türkçeleştirilen kelimeler, bizim zafer ve şeref asırlarımızın canlı mîraslarıdır. Bu kelimeler atalarımız tarafından fethedilmiş ve vatan yapılmış topraklar gibi, fethedilmiş ve Türk yapılmış kelimelerdir.
Şimdi sen, mâdemki bir târîhin çocuğusun; eski zafer ve şeref asırlarının bugünkü evlâdısın!.. Atalarının sana mîras bıraktığı her güzel şeyi seveceksin!..
Ataların bize mîras olarak bıraktığı en güzel iki şeyden biri bugünkü Türk vatanı ise, ikincisi Türkçe’dir.
Onu olur olmaz kaprislerle yıkamazsın!
Seni yıkmak için önce onu yıkmanın lüzûmuna inanan düşmanlarının yardımcısı olamazsın!..
Bu dili seveceksin!.. Hem de her hâliyle sevecek ve koruyacaksın!..
Türkçe, nasıl sevilir?..
Vaktiyle, Birinci Türk Dili Kurultayı’nda, büyük edib, Halit Ziyâ Uşaklıgil, bir tebliğ okumuştu. O tebliğde, aydınlarımıza Türkçeyi sevme dersi vermişti. Demişti ki:
[“Ben Türkçe’nin ezelî bir âşıkıyım. Hepimiz öyle değil miyiz? Ben, Türkçeyi, muhtelif devirlerde, muhtelif elbiselerle, muhtelif şekillerde gördüm ve sevgilimi o libaslar altında , kendi cevherinde sevdim.
Ben eski Bâbıâlî (kâtiplerinden işittiğim süslü dili) sevdiğim gibi, Aksaray’da, karpuz segisinde müşteri ayartmak için çığırtkanlık eden Türk delikanlısının türlü zerâfetlerle dolu Türkçesini de sevdim.
Ben, Dîvan Edebiyâtı’nın gazelleriyle mest oldum.
Fakat sevgili İzmir’imin, iki çeşmelik kızının incir işlerken söylediği türkü ile de mest oldum.
Ben o sevgiliyi, atlas şalvarıyle, başının üzerinde altun işlenmiş takkesiyle gördüm.
Ben onu perişan gönüllü şâirin:
O gül-endâm bir âl şâle bürünsün yürüsün
Ucu gönlüm gibi ardıca sürünsün yürüsün
beytinde olduğu gibi, bir al şala sarınıp yürüdüğünü görerek de sevdim.
Başında hotozu, belinde kuşağı, sadef kakılı serîri üzerine uzanmış yâhud Sa’dâbâd’da, Göksu’da seyrâna çıkmış hâliyle de gördüm yine de sevdim.
Fakat tabîatte her şey tekâmülden, inkılâptan ibâret olduğu için her devrin zevki de aynı olmuyor.
Ben son devrin, İpekiş’in kelebek kanadı kadar ince, zarîf, dört metrelik kumaşıyle giyinmiş, başında küçücük bresiyle, bir rüzgâr gibi, kaldırımlar üzerinde seke seke yürüyen rüzgâr mı onu götürüyor; o mu rüzgârı sürüklüyor, diye, insanı şüpheye düşüren hâliyle de T ü r k ç e’yi gördüm ve sevdim.”]
Türkçeyi sevmek budur. Bir dil kendi öz evlâtları tarafından, ancak böyle sevilir.”(4)
Banarlı gibi bütün ömrünü Türkçe’nin güzelliklerine adamış, edebiyâtımızın müstesna şâir ve yazarlarından Yavuz Bülent Bâkiler Ağabeyimiz’in Sâmiha Ayverdi Hanımefendi için “Sanat Âlemi Kürsüsü’nden”: [“bizim kültür ordumuzun kahramanı”](5) şeklindeki beyânları Nihad Sâmi Banarlı için de aynen geçerlidir. Nihad Sâmi Banarlı da Sâmiha