Honoré de Balzac 20 Mayıs 1799’da Tours’da doğdu. Babası bir köylü ailesindendi; adını sonradan Balzac olarak değiştirmiş ve buna soyluluk ifade eden “de” öntakısını eklemişti. Balzac hukuk öğrenimi yaptı, ama küçük yaşlardan beri edebiyata gösterdiği eğilim, sonunda ağır bastı. İlk edebi yapıtlarının başarısızlığa uğraması nedeniyle basımcılık, yayıncılık, hatta dökümcülük yaptı. Ancak sonunda kesin olarak edebiyata yöneldi. Yaşamı boyunca, bir salon adamı olarak göze çarptı. Hükümdarların hükümdar soyundan gelmesi gerektiğini savunanlara katıldı, görüşlerini kimi yapıtlarına da yansıttı. 1830’lardan sonra bir toplum tarihi yazmak amacıyla, eski ve yeni romanlarını üç bölüm altında topladı: Örf ve Adet İncelemeleri; Felsefi İncelemeler ve Çözümleyici İncelemeler.
1840’dan sonra, İnsanlık Güldürüsü’nün ciltleri yayınlanmaya başlandı; İnsanlık Güldürüsü, Balzac’ın daha önce yazdığı romanların toplandığı ciltlerin genel başlığıydı. Ne var ki hastaydı, gitgide artan ağrıları da edebiyat çalışmalarının yavaşlamasına neden oluyordu. 1848 devrimi gibi önemli tarihsel olayları yaşadıktan sonra, 18 Ağustos 1850’de öldü. Arkasında 85 tamamlanmış, 50’si taslak halinde kalmış romanlar bıraktı. Balzac, İnsanlık Güldürüsü’nün, sayısı 2000’i aşan kahramanları ile önümüze Fransız toplumunu ve kimi evrensel değerleri sermiştir. Başlıca yapıtları arasında Goriot Baba, Vadideki Zambak, Eugenie Grandet, Köy Hekimi, Köylüler, İki Yeni Gelinin Anıları sayılabilir. Aşağıda, İki Yeni Gelinin Anıları adlı kitaptan bir bölüm bulacaksınız. Balzac’ın 1840-1841 yılları arasında yazdığı, iki arkadaşın birbirlerine gönderdiği mektuplardan oluşan İki Yeni Gelin, önce La Presse gazetesinde 1 Kasım 1841 – 15 Ocak 1842 arasında tefrika edildi, daha sonra Souverain yayınları arasında 1842 yılında kitap olarak yayınladı.
Honoré de Balzac ölçüsüz hırsı, devasa yapıtının evrenselliğiyle, Moliere ve Hugo’yla birlikte kuşkusuz Fransız edebiyatının en önemli adlarındandır. İtalya’da Dante’nin, İspanya’da Cervantes’in, İngiltere’de Shakespeare’in, Almanya’da Goethe’nin, Rusya’da Tolstoy’un yaptığı gibi, o da Fransa’da gerçekliğe damgasını vurmuş, dilin bütün olanaklarını kullanarak çağının toplumunu anlatmış, kendi kişiliğini yapıtına yansıtarak, yaşamla edebiyat arasında şaşırtıcı ilişkiler kurabilmiştir. Yaşamla romanı kaynaştırarak, ‘yaşamdaki zaferlerle’ ‘edebiyattaki zaferleri’ aynı potada eritmiş, yaşamını ve romanlarını ‘kesinlikle aynı biçimde kurmuştur’ (Proust).