Behiç Duygulu, 1933 yılında İzmir’in Ödemiş ilçesinde doğdu.Düzenli bir eğitim olanağı bulamadığı için 1961 yılında, dışarıdan Aydın Lisesi’ni bitirdi. Bu arada 1950 yılından beri işlettiği “Duygu Kitapevi” sayesinde yaşamını kazanmaktaydı.
Behiç Duygulu’nun Ödemiş’te kitapçılık yaparak ve hikayeler yazarak, alçakgönüllü koşullarda yaşamını sürdürmesi, 1975 yılına dek sürdü. Bu tarih, onun, doğup büyüdüğü yerleri terk ederek İstanbul’a yerleştiği tarihtir. Nedeni de, trajik bir biçimde karısını yitirmesi ve bu olaydan sonra işlerinin bozulmasıdır.
Behiç Duygulu’nun, yayınevlerinde ve kitap dağıtım şirketlerinde çalışarak yürüttüğü yeni yaşam kavgası, 1 Nisan 1985 yılında ölümüne dek sürdü.
Elikli yaşında aramızdan ayrılan yazar, ardında üç kitap bırakmıştı: Ağlama N’olur(1961), Sırtlan Bayırı(1963), Gölgede Gezintiler(1970).
Edebiyata nesir-şiir, deneme türlerindeki yazılarıyla adım atan Behiç Duygulu, hikayeye daha sonra geçti. O yıllarda hikaye yazmak, Sait Faik, Oktay Akbal, Orhan Kemal, Haldun Taner vb. ustalarla aşık atmak anlamına geliyordu. Dahası, bir taşra kasabasından yazarak Babaali’ye girmek ayrıca bir güçlük oluşturuyordu. Duygulu bu güçlüğü aşarak edebiyat alanında boy gösterdi; özgün kalemler arasında kendine yer açma çabasına girişti. Öz ile biçimi belli bir dengede tutarak kişinin iç dünyasına eğimliye başladı.
1964 Varlık Yıllığında Tahir Alangu onun için şöyle der: “Hikayeyi, kendi hayatıyla birlikte, kendi çıkarına yaşıyordu.”
Edebiyat hayatı boyunca, Varlık, Somut, Cumhuriyet Gazetesi gibi bir çok önemli yayında eleştrileri, yazıları yayınlandı. Ölümünden hemen önce basıma hazırlanan “Elmalar Kızarırken” kitabını basamadan yaşamını yitirdi. Ölümünden yıllar sonra Necati Güngör’ün derlediği, hem yayınlanmış, hem de ölümünden hemen önce yayına hazırladığı kitabından örnekler” Öyküler” kitabında yer aldı(2001).
Kitapları:
Ağlama N’olur
Sırtlan Bayırı
Gölgede Gezintiler
Behiç Duygulu “Öyküler”
HAKKINDA YAZILANLAR
Kahramanlar Hep Çocuk-Necati Güngör
1950 Sonrası Hikayecilerimiz-Asım Bezirci
Ödemişliler-Vedat Açıkalın
X
GÖLGEDE GEZİNTİLER
“Medya sanatçısı/yazarı “ olmayan Behiç Duygulu gerçekten çok sevdiğim bir öykücüydü. Ama “kadirbilmez toplumumuz”un klasik sayfalarına geçmiştir, yani unutulmuştur. Behiç’le hem yazar, hem de kitapçı dostluğumuz vardı. O Ödemiş’te, ben İstanbul’da, zaman zaman yazışırdık. İşte dördüncü kitap onunkiydi.
Gölgede Gezintiler’in kapak resmini Sefer Öztürk yapmış. 1970’te, Yeditepe Yayınları arasında çıkan kitap 85 sayfa ve 400 kuruş. “Çıngıraklar”,” İncir Çuvalları”, “Küçük güzel kız” , “Kırmızı kıvrak”, “Ayva ile ilâhi aşk”, “park”, “Bakkal Kerim ve arkadaşları”, “Yolculuk”, “Ölümsüz laleler”, “Bekâr odası” ve “Gölgede gezintiler 1-2 “ başlıklı öyküleri var.
Evet kitaplara bakınca eskiye gidiyorum. Örneğin Behiç’ten Sennur’un ikinci kitabı”Yasak” geldi gözlerimin önüne. Ben yayınlamıştım. Ve bu kitap bir hafta içinde tam 30 tane satmıştı, Ödemiş’te Behiç Duygulu’nun kitabevinde. Tam 67 lira 50 kuruş göndermişti bana. Çil çil altın gibi gelmişti. Öyle bir günde para elime geçmişti ki, Kristof Kolomb bile Amerika’yı bulduğunda, benim gibi sevinmemiştir, eminim…
Evrensel Gazetesi
x
Erken Ölümler
Afşar Timuçin
Yıllardır yeniden yayımlanmamış –yayımlanamamış- kitaplarımın yeni baskılarını düzenlediğim şu günlerde herbir kitapla zihnim geçmişe doğru kısa da olsa bir yolculuğa çıkıyor. Ben anılarla yaşamayı seven biri değilim. İleriye bakmayı seviyorsanız gerilerde pek işiniz olmayacaktır. Uzun uzun anı anlatan insanlar sıkar beni. Madem senin için o kadar değerliydi, gelmeseydin, orada takılıp kalsaydın diye bağırmak geçer içimden. Zaten bu anı tutkusu da bir yerlerde takılmış olmanın bir belirtisidir. Lise anıları ve askerlik anıları insanı kusturacak olur. Ben askerlik yapmadım, bir gözüm kör diye beni çürüğe çıkardı devletimiz. Ben de ta o zamandan beri zaman zaman ne olurdu bana da askerlik yaptırsalardı, bir iki anı da ben anlatırdım gibi duygular yaşarım desem de siz aldırmayın. O yüzden benim askerlik anılarım yok. Lise anılarım da silik mi silik. Ne çabuk unutuyorum. İnsan her şeyi unutur da aşklarını unutamaz değil mi? İnanmayacaksınız, ben onları da unutuyorum. Yani aşklardan geriye bir takım silik duygular kalıyor ama anılar hiç mi hiç kalmıyor.
Bazı şeyleri unutamıyorum ama. Özellikle erken ölümleri. Dayımın oğlu Ersin’in çok genç ölümü de beni epeyce sarsmıştı yıllar önce. Şimdi zaman zaman aklıma gelir, ürperirim. Katı ve önyargılı bir babanın genç bir ruhta açtığı yaraların üstüne yaşam yeni sıkıntılar ekleyince çocukcağız iyiden iyiye bocaladı. Alkol bir seçim olabilirdi. Oldu da. Herkesin bin türlü pisliğe battığı ama kendini tertemiz gösterdiği bir dünyada bu cahil ve mert oğlancık tam bir sığıntıydı. Bir sabah ölüm haberini aldık. Gittik ki kaskatı yerde yatıyor. Önünde bir küçük rakı şişesi, elbette boşalmış. Bir de ilaç kutusu. O da boşalmış. Birkaç parça da çoğu yenmiş biber turşusu. O kadar. “Kendini mi öldürdü, yoksa ilacı çok alıp…” Böyle salaklıklar ettiler arkasından. Oğlan yukarıda boylu boyunca yatıyor, babası gelinine çıkışıyor: “Benim yoğurdumu mayalamadın mı?”
Behiç’i de unutamam. Dün Neden bazı akşamlar adlı öykü kitabımın yeni baskısı için düzeltmeler yaparken Behiç Duygulu’yu anımsadım. O tam tamına bir Anadolu efendisiydi. Gençlik yıllarımızdan beri bilirdik Ödemiş’de canını dişine takmış olarak kitapçılık yaptığını. Bir zaman sonra İstanbul’a taşındı. Başına gelen felaketlerin büyüklüğünü o zaman öğrendik. Kendisi anlatmazdı, başkalarından duyduk. Behiç Duygulu ikide bir kendinden sözetmeyecek kadar efendiydi. “İsmiyle müsemma” derdi ya eskiler, işte o da öyleydi, gerçek bir duyguluydu. Çok ama çok sevdiği eşi buzdolabını temizlerken nasıl olduysa elektiriğe kapılıp ölmüş. Sonra onu eşinin kızkardeşiyle evlendirmişler. Bu ikinci evlilik yürümemiş. O da kalkmış İstanbul’a gelmiş.
Tanıştık ve kısa zamanda dost olduk. O çok ince biriydi, ben biraz dangıl dungulumdur. Onu kırmamaya özen gösteriyordum. Çünkü, belli, çok çabuk kırılabiliyordu. Birinde karlı bir günde Divanyolu’nda yürüyoruz. Cağaloğlu kesiminden bir genç bayanı andı ama adını çıkaramadı. Ben de çıkaramadım. İkimiz de mümaileyhenin adını bir süre düşündük. “Canım anladım kimden sözettiğini, sen Tezveren’den sözediyorsun” dedim. Bu genç bayanın yaşayış biçimi benim ona hiç de hoş olmayan bir biçimde ayaküstü bir ad takmamı gerektirmezdi elbette. Densizlik işte. Bir kere çıktı ağzımdan. Bir başkası olsa aldırmaz, güler geçerdi. Baktım Behiç’in yüzü değişti. Benim bu pervasızlığımı kendisine yapılmış bir kötü davranış olarak algıladı. On dakika geçti geçmedi, söz arasında bana topu geri atıverdi: “Vallahi Afşar bey o bayan tez mi veriyor yoksa biraz geciktiriyor mu bilmem ama…”
“Yayınevi kuracağım, bana bir kitap verir misin, senin kitabınla başlamak istiyorum” dediğinde hiç düşünmeden elbette dedim. Çırpındı durdu Behiç’çik. İlk üç kitabı özenle hazırlıyordu. Yayınevinin adını Kuğu koymak istiyordu, ben Turna’ya çevirdim. Hem duygulu hem kuğu biraz çok olmaz mıydı? Benim kitabı çıkardı, onu daha doğru dürüst dağıtamadan bir sabah kapıya ölüm haberini getirdiler. Şaştım ve yandım. Çünkü o sıralar hemen her gün görüşüyorduk. İki dosttuk artık biz. Birden koptu gitti. Oysa iyiydi her şey. Yeniden evlenmişti burada, çok zarif bir eşi vardı, görüşüyorduk. Sanırım rahmetli Mehmet Seyda evlendirmişti onları. Tam düze çıkacağı sırada, geç kalmış bir dinginliği kuyruğundan yakalayacağı sırada ellisini biraz geçe göçtü gitti Behiç. Sıkıldığım zamanlarda “Şimdi Behiç olsaydı…” derim. On sekiz yıl geçmiş aradan. Behiç Duygulu parasızlıkla ve kabalıklarla çarpışa çarpışa can verdi desem yanlış olmaz. Gerçek bir duyguluydu, kısacık boyuyla, gevrek gevrek gülüşüyle, ölçülü davranışlarıyla gerçek bir Anadolu efendisiydi. Dürüstlüğü kahramanlık durumuna getirmiş iyi bir öykü yazarıydı. Yazık, çok kişi gibi o da unutulup gidecek. Unutuldu bile.