müderris, mutasavvıf
1494 yılında Trabzon’da doğdu. Trabzon’da kadılık yapan Amasyalı Ömer Efendi ile Trabzonlu Afife Hatun’un oğludur.
Dünyaya geldiği günlerde, Trabzon’da vali olarak bulunan Şehzade Yavuz Selim’in de ilk oğlu dünyaya geldi. Şehzade Yavuz Selim’in eşi Ayşe Hafsa Sultan’ın sütü kesildi.
İleride Cihan Padişahı Kanuni olacak bebek Süleyman’ı Yahya Efendi’nin annesi Afife Hatun emzirdi. Bundan dolayı Yahya Efendi, Kanuni Sultan Süleyman’ın süt kardeşi oldu.
Okul çağına geldiğinde Trabzon’da çeşitli hocalardan yedi yıl ders gördü. Öğrenimine devam etmek için İstanbul’a geldi. İki yıl süreyle Osmanlı Devleti’nin şeyhülislamı Zenbilli Ali Efendi’nin sohbetlerine katıldı. 1526 yılında Zenbilli Ali Efendi’nin ölümünden sonra Canbaziye Medresesi’nde müderris oldu.
İslami ilimler, tıp ve geometri eğitimi aldı. İstanbul’daki çeşitli medreselerde görev yaptı. 1553 yılında İstanbul’un ilk yüksek öğretim kurumu olan Sahn-ı Seman medreselerinde müderrislik yaptı.
Beşiktaş’a yerleşmesi
Emekli edilmesinden sonra inzivaya çekildi. Beşiktaş’ta deniz kenarında bir bahçe satın alarak kendisine bir ev ve mescit yaptırdı. Kendi yaptırdığı medreselerde tıp ve İslam bilimleri öğretti.
Askeri ve mülki erkân, tüccar ve gemiciler, çok tekkesini ziyaret etti.
“Müderris” mahlasıyla tasavvufi şiirler yazdı. Bir divanı vardır.
Şerif Hatun ile evlendi. İbrahim ve Ali isminde iki oğlu oldu.
1569 yılında kurban bayramı gecesi Beşiktaş’taki dergahında vefat etti.
HAKKINDA YAZILANLAR
Beşiktaş’ta bir İstanbul Efendisi Yahya Efendi
İstanbul’lu denizciler Boğaz’ın dört manevi bekçisi olduğuna inanırlar. Bunlar Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdayi, Beykoz’da Yuşa Aleyhisselam, Sarıyer’de Telli Baba ve Beşiktaş’ta Yahya Efendi’dir.
Hâl böyle olunca Yahya Efendi’nin dergâhına denizciler sık gelir, giderler. İşte Karadeniz’de amansız bir fırtınaya yakalanan Apostol adlı Rum, zor anlarında “Aman Ya Rabbi!” der, “Şu sıkıntıdan bir kurtulayım, Yahya Efendi’nin dergâhına en pahalısından bir fıçı şarap…”
Eh, o telâşede Müslümanların şarap içmedikleri hatırına gelmez tabii. Yine aynı dalgınlıkla yüklenir fıçıyı gelir dergâha. Müridler bu işe bayağı bozulurlar. Hatta içlerinden ters ters bakanlar olur. Apostol yaptığı gafın farkına vardığında, çok geçtir. Tam fıçıyı açmakla, kaçmak arasında tereddütler geçirdiği anda Yahya Efendi görünür. “Aman efendim! Niye zahmet ettiniz.” der, “Hadi açın da misafirlerimizin ağzı tatlansın!” Garibim fıçıyı korka korka açar, ama içinden mis gibi nar şerbeti çıkar. Büyük veli onu mahçup etmez, hatasını, ama samimi hatasını kerametiyle örter. İşte bu müşfik tavır üzerine Rum gemici “Ey yol güneşi” der,” Vallahi senin dinin haktır!”
MAHLUKATA ŞEFKAT
Yine bir gece Yahya Efendi telaşla kayıkhaneye koşar ve âcele ile sandalı indirip denize açılır. Ortalık savaş meydanı gibidir. Rüzgâr ıslık çalar, dalgalar kubbe kubbe gelir, sahilde patlar. Çok geçmez Yahya efendi batmakta olan bir kayıktan iki papazı kurtarır döner geriye. Onlara kuru giyecekler verir, ateş başına oturtur. Sonra sıcak bir çorba koyar önlerine. Adamcağızlar bu olaydan öylesine duygulanırlar ki, anlatılamaz. Nitekim bizzat Beşiktaş Metropoliti ziyarete gelir teşekkür eder.
Yahya Efendi dergâhın misafirlerine mutlaka bir şeyler ikrâm eder. Talebelerine yemek çıkarmakla kalmaz, harçlık da verir. Saray ricali burayı sıkça ziyaret eder, değerli hediyeler getirirler. Mübarek onların tamamını fakirlere dağıtır.
Yahya Efendi her meslekten ve her meşrepten insanı muhatap alır, onlarla sofraya oturur. Kim olursa olsun “aşık” diye hitap eder.
Baba Tarık adlı bir balıkçı zor günler yaşar. Nedendir bilinmez her gün balığa çıkar, ama denizden dişe dokunur bir şey alamaz. Karısı açar ağzını yumar gözünü. “Miskin herif!” der, “sen dergâh dergâh dolaş bakalım. Kızının düğünü yaklaştı, daha çeyizi bile yapılmadı.”
Yahya Efendi, Tarık Babanın sıkıntısını hisseder, işini gücünü bırakıp onunla denize açılır. Balıkçı “Aman efendim deryada balık mı kaldı?” dese de Halık’a güvenir, ağ salar. Eh onun attığı ağlar elbette balık dolar.
BALA BAN BALA BAN
Günün birinde, Rum çocuğunun biri soluk soluğa dergahın bahçesine girer. Kan ter içinde “Koyunlarım…” der “koyunlarım bu tarafa kaçtılar” Dervişler arar, tarar, ama bulamazlar. Çocukcağız bitkin ve ağlamaklıdır. Tam bu esnada Yahya Efendi görünür. “Bu delikanlı yorulmuş” der, “sanırım acıkmıştır da. Koşun ekmek, yağ, bal getirin!” Garibim hâlâ ürkektir. Mübarek sofraya katılır ve ona cesaret verir.
“İşte sana tereyağı, bal, taze nan (ekmek)
Dilersen yağa ban, dilersen bala ban!”
…Balaban! İşte bu son kelime çocuğu şaşırtır. Çünkü adı Balaban’dır. Bu şiirli ikram çok hoşuna gider. Tam o sıra dervişler küçük çobana koyunlarının bulunduğunu müjdelerler. Sonraki günlerde Balaban ve babası tekkenin müdavimlerinden olurlar.
KİME GÖLGE?
“Şimdi bunlar iyi, güzel de konumuzla ne alâkası var?” dediğinizi duyar gibiyim. Öyle ya, Yahya Efendi’nin gölgesine sığınan padişahlar kimdir acaba? Mübarek hangi ufukları açmıştır onlara?
Peki oraya gelelim. Yahya Efendi, Trabzon Kadısı Ömer Efendi’nin oğludur. O Kanuni Süleyman ile aynı günlerde doğar. Hatta minik şehzadeyi Yahya Efendi’nin annesi Afife Hanım emzirir. Hasılı ikisi süt kardeş olurlar.
Yahya Efendi balıkçıya, kayıkçıya bile kıymet verir, çoluk çocuğu muhatap edinir. Hâlimdir, selimdir, ama yeri geldiğinde Kanuni gibi bir cihan imparatoruna “Bakasın bre süt kardeş!” diye çıkışacak kadar yüreklidir. Nitekim günün birinde papazın biri atının yularına yapışır. “Bu da adalet mi yani?” der, “Doğru dürüst defter tutulmuyor, ölülerimizden bile haraç istiyorlar!” Yahya Efendi derhal sultana çıkar. “Yazıklar olsun” der, “Böyle ele geçen mal helâl değildir. Yediğin, içtiğin, sarayın, saltanatın, haram sana!”
Kânuni ağlamaklıdır. “Ağabey; halimi Allah biliyor ki bunlardan haberim yok!” diye sızlanır ve ikinci azarı yer “O halde gaflettesin. Allahü teâlâ’nın huzuruna çıktığında ne cevap vereceksin? Korkarım yakanı kafirlerin eline verecekler. Sürüm sürüm sürünecek, cehenneme itileceksin. Unutma tacın, tahtın, burada kalır, seni şöhretin değil, adaletin kurtarır!”
Yahya Efendi sıkı bir tedristen geçer. O, çölde su arayan seyyah gibi ilim arar. Çiçekten, çiçeğe konar. Hem çok okur, hem ilim meclislerine koşar. Disiplinli ve çalışkandır. Çok beğenilir, hızla yükselir. Gün gelir Osmanlının zirve medreselerinden Fatih Medresesi’ne atanır ki, görevi devraldığı zat, Kadızâde Hazretleri gibi bir zirvedir. Ancak özlediği makam bu değildir. Onun rüyalarını, bir Allah dostunun dizi dibinde manevi mertebelere yürümek süsler. Aradığına yıllar sonra kavuşur. Zembilli Ali Efendinin feyzli sohbetleriyle…
Yahya Efendi güçlü bir şair, ünlü bir tabiptir. Hendeseyi, riyaziyeyi yani matematik ve geometriyi iyi bilir.
Eh, her medreseli gibi astronomiden anlar. Hoş, onlar için gökleri satır satır okumak maharet değildir.
Yahya Efendi para, pul peşinde koşmaz, ama Osmanlı müderrisine iyi para verir. Bir evin üç akçeye geçindiği günlerde eline 50 akçe geçer. Yahya Efendi bu para ile o zamanlar kuytu bir yer olan Beşiktaş’ta bir arazi alır ve dergâhını yaptırır. Kâh kayaları oyar, kâh denizi doldurur. İnşaat işlerinde çok mahirdir. İşte ömrünün son yıllarında, sevenlerini burada ağırlar.
“GÖRDÜN DEĞİL Mİ?”
Yahya Efendi’nin Hızır Aleyhisselam ile imrenilecek bir dostluğu vardır ve sık sık bir araya gelirler. Kanuni nereden duyar bilinmez, ısrarla sohbete katılmak ister. Yahya Efendi sadece “Nasip” der. Bir gün padişahla birlikte tebdil-i kıyafet gezintiye çıkarlar. Kayıkçının birine takılıp, boğaza açılırlar. Tekneye Salı Pazarı’ndan boylu poslu, temiz tertipli, insan güzeli bir genç biner. Yanlarına ilişir. Yahya Efendi ile muhabbete başlar.
Koca devletin yükü ağır olmalıdır. Kanuni o gün neyi düşünür bilinmez, dalgındır. Elini suya sokar, dalgaları okşar. Ama olacak bu ya yüzüğünü denize düşürür. Sandaldakilere belli etmez, ama çok üzülür. Yüzüğün hatırası olmalıdır, aklı denizde kalır. Kayık tam Kuruçeşme iskelesine yaklaşırken genç elini suya daldırır ve yüzüğü alıp sultanın avucuna bırakır. Kanuni şaşkın şaşkın ıslak yüzüğe baka dursun, o çoktan kaybolmuştur.
Yahya Efendi sorar.
-Hadi bakalım gözün aydın. Aradığını gördün işte.
-Kimi?
-Hızır Aleyhisselam’ı.
-Hani nerede?
-Bir saattir yanımızdaydı.
-Yoksa o genç miydi?
-Ta kendisi!
BULGAR PEHLİVANI
Kanuni spora meraklıdır. Bir gün saltanat kayığı ile dergahın iskelesine yaklaşır ve Yahya Efendi’yi alıp, Yeniköy Çayırı’na götürür. Burada güreşler vardır. Ancak hiç hesapta olmayan şeyler olur. Nereden geldiği bilinmeyen Bulgar asıllı bir pehlivan bizimkileri duman eder. Adam insan azmanıdır, bacakları kök salar çınar gibi. Koca koca yiğitler çaresiz kalırlar. Bırakın yenmeyi, yerinden kıpırdatamazlar. Adam her yıktığı Türkün ardından kahkahalar atar, haçını öperek tamenna çakar. Yerli Rumlar sevinçten çıldırırlar.
Kanuni mi? Kahrolur tabii.
Yahya Efendi bakar Padişah fena bozuluyor, çıkar meydana ve akıllara durgunluk bir pazarlık yapar. “Yenilen, yenenin dinini kabul edecek” der, “tamam mı?” Bulgar pehlivanı bıyıklarını burarak güler, teklifi kabul eder. Ancak bu aksakallı ihtiyar karşısında eli ayağı tutmaz olur. Adalelerinde güç, derman kalmaz. Yahya Efendi onun sırtını yere vurur mu bilmiyoruz, ama nefsini ve kibrini yerden yere vurur. Gözünü ve gönlünü açar. Sayfa sayfa hakikatleri aralar. Pehlivan diz çöker, iman eder.
NEME GEREK
Bir gün Kanuni, Yahya Efendi’ye “Ağabey sen ilahi sırlara vakıfsın” diye haber yollar. “Acaba devletimizin encamı n’ola?” Yahya Efendi iki kelime yazar, üstelik altını çizer: “Neme gerek!” *Kanuni bu cevaba bozulur. Halbuki sır o kelimelerde gizlidir.
Eğer zulüm yayılır, fukaralar feryada başlarsa ve şahısların menfaati devletin çıkarının üstüne çıkarsa. Üstelik görüp işitenler “Amaaan neme gerek” derlerse bil ki yıkılış yakındır! Gün gelir Kanuni vefat eder. 2. Selim kendini bir anda devletin başında bulur. Saltanat yükü omuzlarını çökerttiğinde sığınacak gölge, tutunacak dal arar. Birden aklına baba dostu Yahya Efendi gelir. Yüce Veliyi gördüğü an içi bir hoş olur. Onun bir bakışı ile öylesine rahatlar ki tarifi ne mümkün. Devletini ve milletini güvende hisseder ve ayaklarına kapanmamak için zor tutar kendini. Mübarek onu kulaklarından yakalar. “Söyle bakalım!” der, “abdestin var mı?” Sultan edeple başını eğer, zor duyulan bir sesle “Var efendim” der. Yahya Efendi, tonunda şefkat hissedilen bir sesle “Hayır!” der, “benim sorduğum tövbe abdestidir. Şimdi seninle tövbe edeceğiz ve bundan böyle birbirimize eksiklerimizi söyleyeceğiz tamam mı?”
Ve öyle de olur.
Yahya Efendi mükemmel bir şairdir. Şiirlerini “Müderris” mahlası ile yazar ve her bahane ile ölümü hatırlatır, ölüme hazırlanır.
Mübarek, kabrini elceğizi ile kazar ve döner dolaşır kendi mezarına okur. Ona göre müminin ölümü bayram olmalıdır. Bakın şu işe ki bir bayram gecesi vefat eder, cenaze namazı bayram namazını müteakip kılınır ve defnolunur bayram günü.
2. Selim bu nurlu kabrin üzerine nefis bir türbe yaptırır. Derken şehzadeler, paşalar ona komşu olmak isterler. Aşıkları kutlu eşiğe gömülmeyi vasiyyet ederler ki gün gelir koca bahçe mezarlığa döner.
Bu kapıdan giren dünyadan sıyrılır. Ama o mekânda ölüm ürkütücü değil, şirindir. Ziyaretçiler duygu seline kapılırlar. İşte edipleri yazdıran, ozanları söyleten hava bu olmalıdır. Ki Evliya Çelebi’den, Tanpınar’a onlarca yazar bu dergahı anlatırlar.
ORTAKÖY’ÜN ÇOCUKLARI
Ortaköy’ü bilirsiniz. Cafeler, publar, gazinolar… Bol ışıklı, cıvıl cıvıl bir dünya. Burası ressamların, yazarların, müzisyenlerin hasılı yaşamayı sevenlerin buluştuğu adres gibi. Yahya Efendi’nin dergahı başka alem. Merkezde bir ahşap mescid. Etrafında binlerle kabir. Dolu dolu ölümü hatırlatıyor insana. İki adım ötede iki farklı dünya.
Ama ikisinin de müdavimleri aynı. Dergâha bakan, onaran, yaşatan yine Ortaköy’ün çocukları. Onlar içlerini hüzün kapladığında da buraya koşuyorlar, yüreklerinde sevinç kabardığında da…Ve inanın buluyorlar huzuru.
“Nerden biliyorsun?” diyeceksiniz.
Tam dergahtan ayrılıyorum, dev gibi bir Harley duruyor önümde. Güçlü motor güp güp vuruyor, nikelajları göz alıyor. Üstünde kotlu, montlu iki genç. Hani adres sorulacak yer de değil ama…? İniyorlar, önce kasklarını çıkarıyor, çizgisi uçuk gözlüklerini katlayıp ceplerine koyuyorlar. Sonra parmaklarını tarak yapıyor, saçlarını atıyorlar geriye. Biri “Ama takkem yok” diye sızlanıyor. Motoru süren “Olsun” diyor, “benim de yok!”
-Şu üstümüz, başımız…
-Boşver oğlum. Allah dostları kalbe bakarlar, kalıba değil.
İçim ılıcık oluyor. Bu çok büyük bir söz! Erbabının elinde kitap olur. “Söyleyene değil, söyletene bak” diyesim geliyor, “Feyz” denen şey bu belki.
Kimbilir?
HAKKINDA YAZILANLAR
Beşiktaşlı Yahya Efendi
Beşiktaşlı Şeyh Yahya Efendi diye şöhret olan Yahya Efendi h. 900/1495 yılında babası Şamlı Ömer Efendi (Amasyalı Ömer Efendi) Trabzon kadısı olarak görev yapmaktayken Trabzon’da doğdu. Bu tarihte Yavuz Sultan Selim’de Trabzon’da vali olarak bulunmakta idi. Oğlu Şehzade Süleyman h.900/1495 yılının 1 Şabanında Yahya Efendi’nin doğduğu hafta Trabzon’da dünyaya gelmiştir. Şehzade Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan’ın sütü az olduğundan, Kadı Ömer Efendi’nin refikaları ve Yahya Efendi’nin validesi olan Trabzonlu Afife Hatun küçük şehzade Süleyman’a süt vermiş ve onun süt annesi olmuştur.Böylece Yahya Efendi de meşhur Kanuni Sultan Süleyman’ın süt kardeşi olmuştur. Babası Ömer Efendi Şam’da mefdundur.
Okul çağı gelen Yahya Efendi ilk derslerini babası Ömer Efendi’den aldıktan sonra, Trabzon’da bulunan meşhur alimlerden ve zamanın velilerinden kabul edilen Müfti Ali Çelebi’nin rahle-i tedrisinde bulunarak maddi ve manevi sahada bir hayli mesafe katetmiş,’mülazemet’ payesini almıştır.Trabzon riyazat ve mücahedat ile zahir ve batın ilimlerini tahsil ettikten sonra artık Trabzon’da öğrenebileceği bir şey kalmadığını gören Yahya Efendi ilmini ikmal etmek için İstanbul’a gelmiştir.
İstanbul’da ilk önce Anadolukavağı’nda ‘Haydarpaşa Çiftliği’ denilen mevkide bir çilehane yaptırmış ve orada çilesini ikmal ederken komşularının iz’acından kurtulmak için kendisinden sonra ‘Yuşa Tepesi’ adını alan ve bugün de aynı isimle anılan Sütlüce üzerinde ve Beykoz ile Anadolukavağı arasındaki mevkiye yerleşmiştir.Hz. Yuşa’nın makamını Yahya Efendi’nin keşfettiği rivayet edilmektedir.
Yahya Efendi’nin İstanbul’a 30 yaşında geldiği tahmin edilmektedir.İstanbul’da ilmi kemalatını çoğaltmak ve ikmal etmek için zamanın müderrislerinin derslerine devam etmiş ve nihayet Yavuz ve Kanuni devirlerinin büyük ve meşhur alimi olan Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi’ye (Alüddin Aliyyi’l Cemali Çelebi,vefatı h.(932/1525-1526) intisab etmiştir.
Bu sohbetler Yahya Efendi’nin her bakımdan olgunlaşıp yüksek mertebelere ulaşmasında vesile olmuştur.
Yahya Efendi, Zenbilli Ali Efendi’den iki yıl feyz aldıktan sonra Zenbilli Ali Efendi’nin vefatı üzerine 1526 yılında hocasının yerine günlük 15 akçe ücretle Canbaziyye Medresesine müderris tayin olmuştur. Bu tayinle birlikte Yahya Efendi ‘Müderris’ mahlasıyla anılmaya başlamış halk arasında da ‘Molla Şeyhzade’ denilmekle şöhret bulmuş ve ebediyeyetine kadar’da böyle anılmıştır. Canbaziyye Medresesi’nde iki yıl görev yaptıktan sonra terfi ederek günlük 30 akçe ücretle Hacı Hasanzade Medresesi müderrisliğine,daha sonra da 40 akçe ücretle Efdaliyye Medresesi müderrisliğine tayin edilmiştir.
H. 952/1545 tarihinde günlük 50 akçe ücret ile Emir Hasan Çelebi’nin yerine Mustafa Paşa Medresesi’ne h. 958/1551 tarihinde Garik Arabzade yerine Üsküdar’da Mihr-i Mah Sultan payesine yükselmiş,h.960/1553 tarihinde de Kadızade Efendi’nin yerine Fatih Camii’ndeki ‘Medaris-i Semaniye’den birinin müderrisliğine tayin olmuştur.Bu görevini başarılı bir şekilde yürütmekte iken meydana gelen bir olay Yahya Efendi’nin hayatındaki dönüm noktalarından biri olmuştur.
Devrin hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman eşi Hürrem Sultan ile Sadazam ve aynı zamanda damadı olan Rüstem Paşa’nın telkin ve teşvikleri sonucu kendisine isyan ederek taht mücadelesine girecek iddiasıyla 960/1553 yılında büyük oğlu olan Şehzade Mustafa’yı Konya Ereğlisi civarındaki ordugahta boğdurtmuştur. Mustafa’nın annesi olan Gülbahar Hatun’u da saraydan çıkartmıştır. Şehzade Mustafa’nın boğdurulması olayı bütün ülkede umumi bir tesir uyandırmıştı. Adeta milli bir matem halini alan bu teessüre Yahya Efendi kayıtsız kalmamıştır, nitekim içinde bulunduğu bu teessür sonucu Yahya Efendi padişaha olan yakınlığına da güvenerek “yaptığı hareketin yanlış olduğunu bildirerek, Gülbahar Hatun’u tekrar saraya alması” için padişaha şefkat ve merhamet isteğinde bulunan bir mektup yazmıştı. Bu hareketi Kanuni tarafından cüret ve saygısızlık telakki edilen Yahya Efendi 962/1554-55 yılında evvela müderrislikten azledilmiş sonra da günlük 50 akçe ücret ile emekli edilmiştir. İşte bu olay küçüklüğünden beri riyazet ve tefekkürü çok seven Şeyh Efendi emekli olunca Beşiktaş’taki evi ve mescidinde inzivaya çekilmiş ve böylece bütün ömrünü bu dergahta ilim öğretmeye ,tefekkür ve zikirle geçirmeye başlamıştır.
Önce azl,sonra da zoraki emekli edilmesi karşısında üzülen Yahya Efendi duygularını’’Yevmi elli akçe ekmek alırdım,ekmeğimizi kestiler,nihayet birkaç gün çorbamızı ekmeksiz içelim’’ diyerek yakınlarına ifade etmiştir.
Sultan II. Selim 974/1566 yılında tahta çıktığında kendisine büyük saygı duyduğu Yahya Efendi’nin emekli maaşını günlük 50 akçeden 100 akçeye yükseltmiştir.
Yahya Efendi ömrünün sonuna kadar mücahede ve ibadetle vakit geçirmiş, 978/1570 senesi Zilhiccesinde Kurban Bayramı gecesinde 78 yaşında iken Beşiktaş’daki dergahında ebedi aleme göçmüştür.
Cenaze namazını,bayram namazını müteakib Süleymaniye Camii’nde devrin Şeyhülislamı olan Ebussuud Efendi kıldırmıştır, cenazeye vezirler, alimler, devlet ricali ile halktan pek çok kimse katılmıştır. Cenaze Süleymaniye’den Beşiktaş’a getirilerek ,hayatta iken kendileri tarafından yaptırılmış olan ebedi istirahatgahı olan bugünkü makamına tevdi edilmiştir.Cenaze merasimi o kadar kalabalık olmuştur’ki o gün İstanbul’dan Beşiktaş’a kayık ücretinin beş akçeye yükseldiği rivayet edilmektedir. Vefatının yedinci gecesinde alimler, şeyhler, mutasavvıflar, hafızlar, imamlar, vaizler ve eşraf dergahta toplanarak hatm-i şerif, tevhid ve tesbih ile bu geceyi ihya etmişlerdir.
Üveys bin Amir bin Malik el-Karani’ye (ö37/657)nisbet edilen ‘’Üveysi Tarikatı’’nın devrindeki piri olan Yahya Efendi gördüğü bir rüyanın neticesinde dergahın bulunduğu bugünkü mahalli kendi parası ile satın alarak burada mescit,medrese,hamam,eşevi ve misafirlerin istirahat edebilecekleri yerler yaptırarak ‘Hızırlık’ adını verdiği tam bir külliye meydana getirmiştir. Burada uzunca bir zaman şer-i ve manevi ilimler alanındaki istidadi ve kazandıklarıyla yaptığı hizmet neticesinde “Beşiktaşi Şeyh Yahya Efendi” diye XVI. Yüzyılında haklı bir şöhrete ulaşmıştır.
Yaptırdığı külliyenin inşaatına bizzat nezaret etmekle kalmamış , inşaat işlerine de iştirak etmiş olacak ki, bunu bir rubaisinde:
“Cihanın ziynetine aldanıp halk
Kızıl yeşilce yaprak ile oynar.
Müderris şimdi oğlancık olubdur
Beşik taşında toprak ile oynar.”
Şeklinde dile getirmiştir.
Yahya Efendi’yi vezirler,devlet erkanı,divan erbabı,esnaf ve halk özellikle de gemiciler ziyaret eder, hediye ve adaklar gönderirler hacetleri için dua niyaz ederlerdi.Bilhassa Karadeniz’e çıkan ve dönen Müslüman ve Hırıstıyan gemiciler sahile yanaşarak Yahya Efendi’nin hayır dualarını alırlardı. Hatta halk arasında, Üsküdar’da Özbekler Tekkesi Şeyhi Abdullahi’l-Ekber,Beşiktaş’ta Yahya Efendi, Beykoz’da Yuşa Hazretleri ve Sarıyer’de Telli Baba’nın İstanbul’un manevi bekçileri oldukları yolunda yaygın bir inanış da mevcuttur.
Efendi hazretleri kendilerini ziyarete gelen herkese yemek ve şerbet ikram ederdi,bazen alimlere mollalara ,bazen de fakirlere özellikle de Mevlid-i Nebevi gecesi her çeşit insanın ileri gelenlerine ziyafetler verirdi.
Arasıra Kanuni Sultan Süleyman’a süt ve bahçe mahsullerinden oluşan hediyeler takdim eder, padişah da karşılığında altın ve gümüş dolu keseler gönderirdi.II. Selim’in de Yahya Efendi’ ye büyük bir hürmet ve rabıtası vardı.
Yahya Efendi sohbetinde bulunan kim olursa olsun ona ‘’aşık’’ diye hitap eder,küçükle küçük,büyükle büyük olurdu, her çeşit elbiseyi giyer her çeşit sarığı sarardı.Yahya Efendi zahir ve batın ilimlerinde gelinebilecek son mertebeye ulaşmıştı.
Yahya Efendi ,dini ilimlerde olduğu gibi Astronomi,Hendese ve Riyaziye’de de çok ileri derecede bilgi sahibi idi.
Meşairü’ş-Şuara adlı eserini hazırlamakta olan Aşık Çelebi bir gün Yahya Efendi’nin dergahına gelir,dergah her zamanki gibi yine zikir ve kudüm sesleriyle çağlamaktadır. Şeyhin huzurunda bir müddet oturan Aşık Çelebi nihayet söz söyleme fırsatı bularak ‘’Efendi hazretleri! Hangi eserinizi kitabıma alayım? Diye sorunca,Yahya Efendi tatlı bir tebessümden sonra kendi hatlarıyla yazdığı,
“Hep gelenler yana yana geldi gitti dünyadan
Şimdi nevbet bana geldi,döne döne yanayım.”
Beyitini Aşık Çelebi’ye verir.
Yahya Efendi kendi türündeki benzerleri gibi dünya’ya ve dünyalığa kulak asmayan bir serdengeçti idi,o kadar ki bir fakir ve ilim adamı olan bu dürüst ve cesur adam,yaşadığı Ortaköy tepesinde lüzum gördükçe başını kitaplardan kaldırarak padişah’a yaklaşır,hoşuna gitmeyen bir hal karşısında ihtarlı ve sert bir sesle,bu ‘’devletlü süt kardeş’’ e çıkışır sözünü geçiremeyecek olursa da gönül koyarak aylarca belki de yıllarca sarayın eşiğinden adım atmazdı.
Zenbilli Ali Efendi’den icazet alarak müderris olan Yahya Efendi insan kalabalıklarından kaçıp saklandığı ıssız bir tabiat köşesinde bir medrese,bir hamam,bir mescid ve çeşme yaptıracak dünyalığa malikti.Fakat insanlara bilgi dağarcığını boşaltıp verdiği gibi kesesindeki son akçeye kadar da fakir ve muhtaçlara dağıtan , hatta ziyaretine gelenlere pereme ve kayık kirasını ikram edecek kadar cömert olan bu veli kişi o gün bu gün aynı yerde aynı isimle halkın malı olarak, manevi hayatını yaşamaktadır.
Evliya Çelebi ‘’ Yahya Efendi’nin her Cuma gecesi Hızır Aleyhisselam ile buluştuğu ve ondan ilm-i ledünnü öğrendikleri ‘’ bildirilmektedir.Hatta türbenin kuzey kenarına bu mutad buluşmaların birinde ikisi tarafında beraberce bir asma fidanı dikilmiş olduğu rivayet edilmektedir.