X

Beşir Ayvazoğlu

Beşir Ayvazoğlu

araştırmacı, yazar

11 Şubat 1953 tarihinde Sivas’ın Zara ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Sivas’ta, yüksek öğrenimini Bursa’da tamamladı. Çeşitli liselerde Türkçe ve edebiyat öğretmeni olarak, TRT’de de uzman olarak çalıştı. Mahalli gazetelerde başladığı gazetecilik hayatını Hergün, Tercüman, Türkiye, Yeni Ufuk ve Zaman gazeteleriyle, haftalık Aksiyon dergisinde yönetici ve köşe yazarı olarak sürdürdü. Hisar, Türk Edebiyatı, Hareket, Dergâh, Kubbealtı Akademi, Türkiye Günlüğü, Yeni Türkiye, İzlenim vb. gibi dergilerde çok sayıda makale ve denemesi yayımlandı. Halen TDV İslam Ansiklopedisi Türk Dili ve Edebiyatı Merkez İlim ve Redaksiyon Kurulu Üyesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda da repertuvar kurulu üyesidir.

ESERLERi:

GÜLLER KiTABI

Beşir Ayvazoğlu’nun Türk zevk tarihinin çiçeklerle ilgili tarhlarında dolaştığı ve okuyucuyu dolaştırdığı şahane bir eserdir.

AŞK ESTETiĞi

Türk-İslam sanatlarının ardındaki dünya görüşünü anlama çabasından doğan Aşk Estetiği, kendi estetik dünyamıza kendi gözümüzle bakma denemesidir.

YAHYA KEMAL (EVE DÖNEN ADAM)

Yazar bu kitapta, büyük şairin “eve nasıl döndüğünü” ve “evin şiirini” nasıl yazdığını anlatıyor.

TARIK BUĞRA (GÜNEŞ RENGi BiR YIĞIN YAPRAK)

Sanat anlayışının, dilinin ve üslûbunun farklılığı dolayısıyla ister istemez kendi neslinden koparak modaların dışında bir yazarlık macerası yaşayan Tarık Buğra, aslında yalnız bir adamdı, fakat yalnızlığını bereketli bir kaynak haline getirebilmişti. Beşir Ayvazoğlu, elinizdeki kitapta onun bu yazarlık ve yalnızlık macerasını anlatıyor.

GELENEĞiN DiRENiŞi

Bu kitapta, gelenek kavramı, bir kültürün kendisini devam ettirme, değişirken bile kendisi olarak kalma refleksi olarak yorumlanmış ve Türkiye’de, iki yüz yıllık Batılılaşma döneminde, varlığını korumaya çalışırken yaşadığı heyecan verici maceralar anlatılmıştır.

ŞiiRLER

Ayvazoğlu, şiiri, bir davayı anlatma aracı olarak değil, dilin asırlar içinde biriktirerek bünyesinde gizlediği zenginlikleri ve beşeriyi keşfetme çabası olarak görüyor. Yazar diğer şiir kitaplarında yer alan şiirlerin büyük bir kısmını bu kitaplara girmeyen şiirlerle buluşturdu.

DEFTERiMDE 40 SURET

Eskiden, insan için âlem-i sugra, yani küçük âlem derlermiş, ne kadar doğru. Bana sorarsanız, her insan ayrı bir âleme açılan bir kapı; o kapıdan içeri girdikten sonra, labirentlerinde kaybolmak işten bile değil, Freud’ların mroydların başlarına gelen nedir? Sıradan zannettiğimiz insanların bile uçsuz bucaksız iç dünyaları varsa, bilim, sanat ve hareket adamlarının dünyalarının büyüklüğünü varın siz hesap edin. Doğru söylüyorum, onları derinliğine anlamaya çalışmak, galaksiler arası yolculuğa çıkmak gibi bir şey olmalı.

ŞEHiR FOTOĞRAFLARI

Eski şehir fotoğraflarına bakarken, ucundan kıyısından yaşadığımız, fakat anlamaya fırsat bulamadan kaybettiğimiz hayatın dimağımda kalan tadını yeniden yaşıyorum. Bize gelinceye kadar yavaş yavaş incelen ip birdenbire kopmuş, kendimizi alabildiğine farklı bir dünyada buluvermiştik. Asıl kopuşu benim de mensup olduğum neslin yaşadığını söylemek istiyorum. Eskiden usul usul ve kendiliğinden yok olan evlerin buldozorlerle yıkılıp yerlerine bilmem kaçar katlı apartmanların dikildiğini gördük. Radyonun bile lüks sayıldığı evlerden çıkıp borç harç renkli televizyonlar, videolar, bilgisayarlar edinen garip bir nesiliz. Kaçınılmaz bir şeydi bu. Dünya kaç bucakmış öğrendik. Şimdi içinden çıkıp geldiğimiz hayata o kadar uzaklardan bakıyoruz ki! Başka hiç bir nesil bizim yaşadığımız âni değişmeyi yaşamamıştır. Bu, büyük bir şok olduğu kadar, şüphesiz, bulunmaz bir tecrübedir de.

HABER

Beşir Ayvazoğlu’na TÜRKSOY onur ödülü
Zaman 13 Mart 2013

Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı’nın bu yıl dördüncüsünü gerçekleştirdiği TÜRKSOY Basın Ödülleri Töreni dün yapıldı.

Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in katıldığı tören Devlet Resim ve Heykel Müzesi Konser Salonu’nda yapıldı. Törende Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Başkurdistan, Gagavuz Yeri, Tataristan ve KKTC’den kültür ve sanata katkıda bulunan isimlere ödül verildi. Türkiye’den Beşir Ayvazoğlu onur ödülüne değer görüldü. Ödül alan bir diğer isim ise gazeteci-yazar ve öykücü Yekta Kopan oldu.

HABER

Gezi’deki ağaçlar
Beşir Ayvazoğulu
Zaman 6 Haziran 2013

Necip Fâzıl’ın Bir Adam Yaratmak adlı oyunundaki temel figürlerden biri bir incir ağacıdır. Oyunun kahramanı Husrev, bu ağacın hayatındaki yerini şöyle açıklar:

“Bu incir ağacı, bilseniz bana neler hatırlatmaz. Bütün bir çocukluk, bütün bir geçmiş zaman. Eski İstanbul kadınlarını bilmem hatırlar mısınız? Hayal dediğiniz kudret işte onlardaydı. Benim bir büyükannem vardı ki bu incir ağacının dibinde, göze görünmez bir cin ve peri âlemi tasavvur ederdi. Çocukken, beni bu incirin dibinde oynamaya bırakmazlardı. Bir gün orada oynarken ayağım kayıp yere düştüm. Sabahtan akşama kadar mutfakta, cinlerin öfkesini dindirecek şerbetler kaynadı. Sihirbaz değneklerine benzer kepçelerle uzun uzadıya bir kazanı karıştırdılar. İncirin dibine döktüler. Cinler tatlıyı severmiş.”

Husrev bir oyun yazarıdır ve “Ölüm Korkusu” adlı piyesiyle meşhur olmuştur. Oyunun kahramanı, babası gibi kendisini bir incir dalına asarak intihar eder. Gazeteciler, Husrev’in babasının da kendisini yalının bahçesindeki incir ağacına asarak intihar ettiğini öğrenince, oyunun kahramanıyla yazarı arasında ilişki kurar ve etrafında gittikçe daralan bir çember oluştururlar. Sonunda bu çevrenin etkisiyle oğlunun kendini asmasından endişe ederek incir ağacını dibinden kestiren annesi, Husrev’in bütün dünyasını yıkacaktır.

Eski Türk şehrinde mimarinin tamamlayıcı unsurları olarak düşünülen ağaçlar, tabiatla, tabiata ilave edilen yapılar arasındaki denge ve uyumu sağlardı. Başta İstanbul olmak üzere, iklim şartlarının müsait olduğu Osmanlı şehirlerinin hemen hepsi, bir baştan bir başa bahçe ve bostanlarla bezenmişti. Bahçe’li bostan’lı isimlerin yanı sıra, ağaç ve çiçek isimleri taşıyan sokak, mahalle ve semtlerin çokluğu, İstanbul’un bir zamanlar nasıl bir yeryüzü cenneti olduğunu gösteren açık belgelerdir.

Büyük mesireler ve hasbahçeler bir yana, istisnasız her evin küçük veya büyük, bir bahçesi, bu bahçede birkaç meyve ağacı, kestanesi veya çınarı bulunurdu. Necip Fâzıl, doğduğu konağın bahçesindeki dut ağacını ve bir ara Aksaray’da yaşadığı ahşap evin bahçesindeki inciri hiç unutmamıştır. Cami veya mescit önlerinde, çeşme başlarında, meydanlarda, mesirelerde, her biri başlı başına bir anıt olan çınarlar, serviler, kestaneler, atkestaneleri, dişbudaklar, çitlembikler, ıhlamurlar, kırmızı yapraklı kayınlar, çamlar, fıstık çamları, sakızlar, sedir ağaçları, İstanbul manzarasının vazgeçilmez unsurlarıydı.

Her biri başlı başına bir belirleyici olan bu ağaçlar, çevrelerinde yaşayanlar için apayrı bir anlam taşır ve adeta bir yaşama üslûbu yaratır, Bir Adam Yaratmak’taki incir ağacı gibi, efsanelerle, evliya menkıbeleriyle vb. bezenerek, bir çeşit kutsiyet, dolayısıyla dokunulmazlık kazanırlardı. İstanbul’un hatıralarına da sahip olan asıl nüfusu, yaşadıkları çevredeki ağaçları korumuş, koruyamadıkları ağaçlar için de en yakınlarını kaybetmişçesine üzülmüşlerdir.

Rahmetli Turgut Cansever’den dinlemiştim: Sahil yolu açılırken, Bakırköy halkı, Sakızağacı Mahallesi’nin denize temas ettiği noktada, Sakızın Burnu denilen yerdeki bin iki yüz yıllık sakız ağacını kestirmemek için yaklaşık bir ay direnmiş, Şehremini halkı da Millet Caddesi açılırken Fatih’in diktiğine inandığı beş yüz yaşındaki çınarın kesilmesini önlemek maksadıyla yolu kapatmış ve tam üç ay açmamıştı.

Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesini önlemek isteyen direnişçileri bunları düşünerek takdirle takip ediyordum. İşte İstanbulluluk şuuru yeniden uyanıyordu. Hem modern bir duruş, hem de eski İstanbul halkının hassasiyetinin bir devamı niteliği taşıyan bu masum direnişe emniyet güçlerinin beklenmedik bir sertlikte müdahale etmesi çok yanlış olmuş, bunu fırsat bilen illegal örgütler ve seçimle kazanamadıkları iktidarı şiddet yoluyla elde etmek isteyen gayrimemnunlar, şehri ve tabiatı koruma şuuruyla başlayan bir hareketi, bir Vandallık histerisine çevirmişlerdir. Çok yazık!

Bu şehrin gerçek sahipleri, ahşap evleri yakıp otopark yapanlar, asırdide ağaçları kesenler, kesemediklerini matkapla açtıkları deliklere asit dökerek ölüme mahkûm edenler ve tabii samimi insanların masum taleplerini isyan fitilini ateşlemek için fırsat bilenler değil, Sakızın Burnu’ndaki sakız ağacını kestirmek istemeyen eski Bakırköylüler, Millet Caddesi’ndeki çınarın etrafında barikat kuran eski Şehreminililer, Gezi Parkı’ndaki ağaçların önüne samimiyetle siper olanlardır.

Bir insanın, yaşadığı şehirde gerçek “hemşehri” olabilmesi için, kendisini o şehrin bir parçası olarak hissetmesi şarttır. Kesilen bir ağaç, yıkılan bir abide, kazınan veya kırılan bir kitabe, çalınan bir mezartaşı yahut bir yazma, insana kendi kolunu kesmişler gibi acı veriyorsa, şehirle ve çevreyle sağlıklı ilişki başlamış demektir.

GÖRÜŞ

Eski Bar’da bir akşamüstü
Beşir Ayvazoğlu
Zaman 18 Temmuz 2013

Karadağ’ın önemli şehirlerinden biri olan Bar’a 28 Haziran günü akşama doğru gittik.

Avrupalı turistlerin bir hayli itibar ettikleri, başkent Podgorica’ya aşağı yukarı bir buçuk saatlik mesafede, sevimli bir sahil şehri… Maksadımız yüzyıllar boyunca bir Osmanlı şehri olarak yaşamış eski Bar’ın muhteşem kalesini görmek, Osmanlı devrinden kalma tarihî eserleri ziyaret etmek ve Bar’ın fatihi olduğu söylenen Karagözoğlu Hüseyin Paşa’nın torunlarından Beyazıt Karagözoviç’le tanışmaktı.

Karver Kitabevi tarafından düzenlenen, bu yıl Türk şiiri ele alındığı için Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Yunus Emre Enstitüsü’nün destek verdiği “Karadağ Yolunda” adlı kültür ve sanat festivali vesilesiyle haziran sonunda Podgorica’ya uçmuştuk. Festivalde ülkemizi şair olarak Ömer Erdem, Haydar Ergülen ve Hayriye Ünal, sinemacı olarak Semih Kaplanoğlu temsil ediyordu. Ben de Karadağ’ın kültür başkenti Çetince’de “Balkanlar’da Türkler ve Türk Kültürü” konulu yirmi dakikalık bir konuşma yaptım.

Karadağ, Osmanlıların I. Murat devrinde ilgilenmeye başladıkları, Fatih devrinde büyük ölçüde Osmanlı topraklarına katılmış olmakla beraber dağlık bir bölge olduğu için düzenin zor sağlandığı, sık sık isyanlarla çalkanan ve 93 Harbi’nden sonra imparatorluktan kopan bir bölgeydi. Bağımsızlığını kazandıktan sonra Kral Nikolay’ın başkent yaptığı Çetince’nin ismi, Karadağ’ı çok iyi ifade eden bir kelime. Her şeye rağmen Osmanlı kâinatının bir parçası haline geldiği, günümüze ulaşmayı başaran eserlerden rahatlıkla anlaşılıyor. Festivali organize eden Karver Kitabevi’nin kullandığı bina bile nehir kıyısına kurulmuş bir Osmanlı hamamı…

Karadağ’ı, bağımsızlığını ilan ettikten sonra resmen tanıyan ilk devlet Osmanlı Devleti’dir. Çetince’de şu anda tiyatro okulu olarak kullanılan bina, Osmanlı Devleti’nin büyükelçilik binasıymış. Sultan II. Abdülhamid, Kral Nikolay’la yakından ilgilenmiş, yardımda bulunmuş, hatta İstanbul’a davet edip ağırlamış. Ne var ki, Balkan Harbi’nde Osmanlı’ya ilan-ı harp eden ilk ülke bu minik devlet oldu. Bugün yaklaşık 600 bin kişilik nüfusa sahip, milli parası olmayan, AB üyeliğini beklediği için Avro kullanan ve daha ziyade turizm geliriyle ayakta durabilen, sarp dağları, derin vadileri, nefis İşkodra gölü ve uzun sahil şeridiyle görülesi bir ülke…

“Balkanlar’da Türkler ve Türk Kültürü” konulu konuşmamı, Çetince’de, Kültür Bakanlığı binasının bir salonunda yaptım. Anlattıklarımı kısaca şöyle özetleyebilirim:

Balkanlar’da Osmanlıların eline geçtiğinde çoğunun isimlerinden başka varlıkları olmayan küçük köylerde hemen bir cami, han, hamam, imaret vb. kondurulup sitenin çekirdeği oluşturulur, çok zaman toprağa bağlı köleler olarak devralınan yerli halka da yeni imkânlar sağlanarak insanca yaşama, dillerini, dinlerini, kültürlerini serbestçe koruyup devam ettirme imkânı verilirdi. Böylece yurt edinilen yeni topraklarda kişiliksiz köylerden kısa zamanda pırıltılı şehirler doğar, bunların her biri Osmanlı kâinatının bir parçası haline gelirdi. Yerliler bu kâinatın ayrı düşünülemez unsurlarıydı; onlar bizi kendilerine benzetir, biz onları kendimize benzetirdik. Balkan halklarını Türkleştirmek ve Müslümanlaştırmak için hiçbir zaman sistemli bir faaliyet gösterilmedi. Aksi takdirde İmparatorluğun dağılma sürecinde Balkan milletleri dipdiri ayağa kalkamazlardı. Balkanlar’da aşağı yukarı dört yüz yıl süren bir Avrupa Birliği’nin Osmanlılar tarafından gerçekleştirildiği unutulmamalıdır.

Benden sonraki Karadağlı üç ilim adamı dikkate değer konuşmalar yaptılar. Bunlardan biri olan Boşnak asıllı Enver Kazaz, Osmanlı döneminin zannedildiği kadar halkların rahat ettiği bir dönem olmadığını söyledikten sonra örnek olarak bir rüşvet hadisesinden söz etti. Bunun üzerine, özetle şunları söyledim:

“Söz konusu çağlarda dünyanın hiçbir yeri güllük gülistanlık değildi. Rüşvet de dünyanın her yerinde ve her çağda kolay kolay başa çıkılamaz bir problemdir. Dolayısıyla münferit hadiselere değil, tarihin bütününe bakmak gerekir. Stefan Duşan’ın Balkanlar’da Osmanlılardan önce kurduğu imparatorluk, onun ölümünden sonra bir anda parçalanmıştı. Tito’nun kurduğu imparatorluk kırk yıl dayanabildi. Peki, asimilasyon politikası uygulamadığı halde, Osmanlı Devleti, Balkan halklarını beş yüz yıl boyunca bir arada nasıl tutabilmiştir?”

Şunu söylemedim: “Balkan halkları dipdiri ayağa kalkarken İspanyolların Endülüs’te yaptıklarının bir benzerini yaptılar.”

Karadağ’a bir yıl kadar önce büyükelçi olarak atanan ve kısa zamanda bu ülkenin tarihini ve kültürünü öğrenerek ruhuna nüfuz eden Büyükelçimiz Mehmet Niyazi Tanılır’ın makam arabasında Bar’a doğru yol alırken bunları düşünüyordum.

Eski Bar’da Karagözoğlu Hüseyin Paşa’nın kim bilir kaçıncı göbekten torunu olan ve bir pastane işleten Bayazıt Karagözoviç’le tanıştık. Bu sevimli adamın Mehmet Niyazi Bey’le samimiyeti şaşırtıcıydı; büyükelçimiz eski tip hariciyecilerden olsaydı, Beyazıt Amca -değil samimiyet kurmak- yanına bile yaklaşamazdı. 19. yüzyılda konuşulan Türkçeden geriye ne kaldıysa onu konuşabilen Beyazıt Amca’dan Bar’da çok fazla Türk kalmadığını, geriye kalanlardan sadece birkaç kişinin kendisi gibi Türkçe konuşabildiğini öğrendik. Dondurma ikram ettiği pastanesinin duvarlarını eski Bar’ın ve ailesinin fotoğraflarıyla donatmıştı.

Fotoğraflarda Bar, her şeyiyle bir Osmanlı şehri olarak gülümsüyordu.

GÖRÜŞ

Türk olmak
Beşir Ayvazoğlu
Zaman 5 Aralık 2013

Prof. Dr. Yasin Aktay, Bayburt’ta katıldığı panelde, bir soru üzerine “Türk dediğin bir sentezdir; Türk diye bir ırk yok!” demiş. Bunun üzerine tepki gösteren bazı öğrenciler salonu terk etmişler.

Herhangi bir sözün bağlamından çıkarılarak farklı şekillerde yorumlanıp söyleyenin aleyhinde kullanılabileceğini çok iyi bildiğim için Yasin Bey’in söz konusu cümlesinin siyak ve sibakına baktım. Söyledikleri, aslında ilk defa söylenmiyor. Daha sonra yaptığı bir açıklamada, İsmet Özel’in görüşlerine atıfta bulunan Yasin Bey’in sözlerinde doğrularla yanlışlar iç içe. Fikirler dile getirilirken üslûba dikkat edilmezse, doğrular üzerinde bile şüpheler uyandırılabilir.

“Türk ırkı diye bir ırk yok” sözü aslında pek de yanlış sayılmaz; yüz yıl kadar önce Ziya Gökalp da yeryüzünde saf ırkın bulunmadığını, saf kanın ancak atlarda aranabileceğini ifade ederek Türkçülüğün ırkçılık olarak anlaşılmasını önlemek istemişti. Sentez sözü de doğru; çünkü Asya’nın içlerinden Avrupa’nın içlerine kadar karışa karışa, yoğrula yoğrula ilerledik ve büyük imparatorluklar kurduk. Asırlar süren bu uzun yolculuk sırasında kanlarımızın, dillerimizin, hatta inançlarımızın birbirine karışmamış olması eşyanın tabiatına aykırıdır. Ancak Türkçe yaşadığına göre, Türklük karakteristik vasıflarını korumuş ve bu sentezin hâkim unsuru olarak varlığını devam ettirmiş demektir. Bu başarıda İslâm’ın payı da inkâr edilemez. Gökalp’ın “dili dilime, dini dinime uyan” tarifi, bana sorarsanız, geçerliliğini hâlâ korumaktadır. Hıristiyanlaşan Türklerin -Gagavuzlar hariç- kimliklerini kaybettikleri, eriyip yok oldukları gerçeğini görmezlikten gelemeyiz.

Öte yandan Avrupalıların Balkanlarda Müslümanlığı kabul edenlere de Türk oldukları nazarıyla baktıklarını, yani Türklüğün bir kavim, bir ırk olarak değil, inanç dünyası ve kültür olarak algılandığını unutmamak gerekir. Anadolu’yu on birinci yüzyıl sonlarından başlayarak Türkiye (Turchia, Turquie), Osmanlı Devleti’ni de Türk İmparatorluğu (Turcicum Imperium, Turkish Empire) diye adlandıran Avrupalılar. Müslümanlığı Türk kimliğinin belirleyici unsuru olarak görüyorlardı.

Bu yılın başlarında bu köşede yayımlanan “Saltukname ve Türklük” başlıklı yazımda aynı meseleyi ele almış, atalarımızın da Türklükle Müslümanlığı özdeşleştirdiklerini göstermeye çalışmıştım. “Kızılelma” kavramının da ilk defa kullanıldığı eser olduğu için ayrı bir önem taşıyan Saltukname’de “Türk” kelimesinin -zaman zaman bir kavim adı olarak yerli yerinde kullanılmışsa da- Müslümanlıkla özdeşleşerek bir üst kimliği ifade etmeye başladığı görülmektedir. Mesela şu cümle başka türlü nasıl açıklanabilir: “Ya Alyon! Sen ne gördün, Mesih dininden döndün, Türk oldun?” Yine Saltukname’de Eyüp Sultan’dan bahsedilirken “Bu da Türk’tür, amma Arab…” denildiğini, bu cümlenin bir kalıp olarak kullanılabileceğini ifade etmiştim: “Mehmed Âkif de Türk’tür, amma Arnavut… Ahmet Haşim de Türk’tür, amma Arap…”

İmdi, İstiklâl Marşı’mızın şairini “Türk ırkı”ndan olmadığı için Türk saymayacak mıyız? Şunu da kaydetmeden geçmemeliyim: Âkif’in annesi Buharalı bir Türk’tü; dolayısıyla anadili Türkçedir. İşte size bir sentez! Dedesi Polonyalı diye Nâzım Hikmet’i Türk edebiyatından ihraç mı edelim? Ahmet Haşim, babası tarafından İstanbul’a getirildiğinde Türkçe bile bilmiyordu; ama Türkçenin en has şairlerinden biri değil midir? Evet, Türklük mükemmel bir sentezdir ve Türk kültürü zenginliğini, derinliğini bu senteze borçludur. Kendi içine kapanan, kendi kendisiyle yetinen hiçbir kavim ve hiçbir kültür yaratıcı olamaz; tam aksine, yozlaşır.

Türklüğün bazı büyük sanatkârlarına çeşitli etnik menşeler arayanlara da duyurulur: İddialar doğru olsa bile, bu sanatkârlar başarılarını içinde doğdukları büyük kültür sentezine ve üzerine kondukları muhteşem mirasa borçludurlar. Mimar Sinan, etnik menşei ne olursa olsun, bir Türk mimarıdır.

Türklük, Yasin Aktay’ın görüşlerini benimsediği şairin iddia ettiği gibi Türkiye coğrafyasıyla sınırlı da değildir. Tarihin belli bir döneminde şartların dayattığı sınırlar içindeki Türkiye, sınırları kalbimizde çizili büyük Türkiye’nin yanında mini minnacıktır. Çok değil, yüz yıl kadar önce, kalbimizdeki Türkiye’nin reel karşılığı vardı. Onun için Bosna’da, Kosova’da, Karabağ’da, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de vb. zulme uğrayanların acısını bugün de yüreğimizde hissediyoruz. Bu, hiç şüphesiz, kan bağının ve sınırların çok ötesine geçerek müşterek tarihten ve ortak kaderden beslenen bir duygudur.

Olağanüstü genişlikteki gönül ve kültür coğrafyamızda, bu kültüre herhangi bir şekilde bağlı olarak yaşayan ve aynı duyguları paylaşan herkes, ister Boşnak olsun, ister Özbek, ister Kürt olsun, ister Çerkez, ister Acem olsun, ister Arap, benim nazarımda Türk’tür. Farklılıklar, bu büyük dünyanın zenginliğidir.

HABER

Beşir Ayvazoğlu
Mustafa Kutlu
Yeni Şafak 10 Aralık 2014

Bir tarihte bir yerde (Dergâh olabilir) şöyle yazmıştım: “Bu ülkede bugün için Türkçe’yi en iyi kullanan iki yazar var. İkisi de Sivas’lı. Biri Ahmet Turan Alkan, öteki Beşir Ayvazoğlu”. Bunlar aynı kuşaktan olup arkadaştır.

Turan Alkan’ın üslubu artistiktir. Ara sıra patlayan mizah bombaları taşır. Bazan çağlayanlar gibi coşar, bazan durgun bir göl olur. Hissiyatı aklına hakim gelebilir. Bu anlarda çok dokunaklı metinler çıkarır. Ben onun gazete yazıları ile değil “Altıncı Şehir” ile anılacağını umuyorum.

Beşir Ayvazoğlu ise kılık kıyafetinden yazısına kadar titizlik timsalidir. Ağırbaşlı, vakur ve ciddidir. Daktiloyla yazarken bir tuşa yanlış bassa, kâğıdı çıkarır yazıyı yeniden yazardı. Gazetecilik yaptı ama hep kültürle uğraştı. Ben onun şiirine de, roman hevesine de karşı çıkmıştım. Birlikte aynı semtte (Merter) oturduğumuz yıllarda kendisinin ilk arabası (Serçe) ile eve dönerken “İslâm estetiği” üzerine ne çok konuşmuştuk. Beşir Ayvazoğlu şimdiye kadar verdiği eserler ile isimlerini anmayayım (fitneye sebep olur) bazı yakın ve uzak dönem akademisyenlerimizin ve kültür adamlarımızın çok üstünde bir yer kazandı.

Bileğinin hakkı ile.

Sadece Peyami Safa üzerine yazdığı kitap akla ziyan bir çalışmanın ürünüdür. Peyami yüzlerce dergi ve gazetede yazmış biridir. Onun izini sürmek, kütüphanelerimizin perişan tasnifleri arasından mecmuaları bulup çıkarmak. Sahaflardan ayrılmamak, dostları ve yakınlarından bilgi almak, görsel malzeme toplamak bir ömrü alır.

Hele ki fikir hayatı zik-zaklarla dolu böylesi bir yazarın fikriyatını değerlendirmek; onu hem edebiyatımızın, hem gazeteciliğimizin, hem fikir hayatımızın bir yerine yerleştirmek ne kadar zor bir iştir.

Ama Ayvazoğlu böyledir işte zora talip olur ve eşsiz eserler verir. “Peyami” böyledir.

Onu bir yana koyun, Yahya Kemal ile o kadar uğraşmıştır ki, sanırım bugün için ülkemizde ondan iyi Yahya Kemal uzmanı bulamazsınız.

Bazıları gibi bildiklerini kendine saklamamış, esere dönüştürmüştür. Fevkalade seçkin bir kütüphanesi olup aynı zamanda bir kitap kurdudur.

Ahmet Haşim, Tarık Buğra, Malik Aksel, Yunus Emre gibi zatlar üzerine yazdıkları da aynen Peyami gibi titizliğin eseridir.

Ayvazoğlu’nun bir kültür adamı olarak ayrı bir özelliği de kültürümüzün (eski-yeni) hemen her alanına ilgi duymasıdır. Ben onu gıyaben tanıdığımda, daha çocuk yaşta “Divan” dergisinde aruzla şiirler yazıyordu. İlgi alanı musıkiden hatta, mimariden şehirciliğe, tarihten estetiğe uzanır. “Aşk Estetiği” bir başucu kitabıdır. “Divanyolu” ile “Geceleyin Dersaadet” İstanbul uzmanlığını gösterir. “Güller Kitabı”nda çiçek kültürümüzü dile getirir.

Pek çok kitap yazan Ayvazoğlu gazeteciliğin yanında pek çok kitabın hazırlığında rol almış, epeyden beridir rahmetli Ahmet Kabaklı’nın “Türk Edebiyatı” dergisini çıkarmaktadır.

Dergi onun yönetiminde bambaşka bir hüviyet kazanmış, estetik olgunluğa ulaşmış, her sayısı saklanacak, müracaat edilecek noktaya varmıştır.

Eserleri artık “Kapı Yayınları” arasında çıkan Ayvazoğlu’nun son kitabı “Asaf Hâlet Çelebi” üzerinedir (Kasım 2014). (Şairle ilgili ilk doğru-dürüst kitabı Rahmetli Mustafa Miyasoğlu yazmıştır.)

Kadri pek bilinmeyen bu çok yönlü şairimizin hayatını da, yine o bildik titizliği ile anlatıyor. Kitaba koyduğu belgeler ve görseller esere revnak katmış.

Yukarıda söyledik, Ayvazoğlu yakın tarihimizin ediblerini, âlimlerini, sanatçılarını tanır. Asaf Hâlet de böyle çok yönlüdür. O da yazarlar, şairler, hattatlar, musıkişinaslar, ressamlar arasında, tasavvuf muhitlerinde bulunmuştur. İlginç bir sanatçıdır.

Bu biyografide yeri geldiğinde Ayvazoğlu şairin muhitinde yer alan kişilerin, eserlerin, olayların aslını-esasını zengin dipnotlar ile okurlara sunuyor.

Bu dipnotlara bakınca Beşir’in bu eseri vücuda getirmek için nasıl bir çaba sarfettiğini, ne kadar kitap mecmua karıştırdığını, kimlerle ne kadar konuştuğunu, bilgi topladığını görüyorsunuz. Böylesi eserler kaleme almak her babayiğidin harcı değildir. Hem bir donanım-birikim ister, hem aylarca çalışma.

Ayvazoğlu’nun kültür dünyamıza hediye ettiği kitaplar saymakla bitmez, disiplinli çalışma hayatı onu aynı zamanda velud bir yazar yapmıştır.

Biyografileri, diğer eserleri gibi sanatkârane bir üslupla kaleme alınmış, anekdotlar-notlar-alıntılar ile zenginleşmiştir. Bu sebeple zevkle okunur.

Beşir kardeşimi tüm eserleri için tebrik ediyor, kendisine sağlık-afiyet, uzun ömür diliyorum.

Kategoriler: B