X

Bilal Arıoğlu

Bilal Arıoğlu

yapımcı, yönetmen

1962 yılında Sinop Boyabat’ta doğdu. Üniversite tahsilinden sonra 1986 yılında açılan sınavları kazanarak TRT’de Kamera Asistanı oldu. Kameraman ve görüntü yönetmeni olarak bir çok yapımda görev aldı. 1993 yılı başında TRT’den ayrılarak, TGRT kanalında Yapımcı Yönetmen olarak çalıştı. 1997 yılında arkadaşları ile beraber Yedirenk İletişim Yapım şirketini kurdu. Farklı Televizyon kanalları için TV programları ve belgeseller hazırladı. Kamu ve özel kurumların reklam kampanyalarını yürüttü. Al Jazeera ve Documentary Channel için Türkiye, Orta Asya ve Balkanlar konulu çok sayıda belgeselin hazırlanmasına katkıda bulundu. İstanbul Üniversitesi İletişim Meslek Yüksek Okulunda Öğretim görevlisi olarak “Reklamda Medya Planlaması” dersleri verdi. 1994 -1997 yılları arasında Birleşik Sanatçılar Derneği “BİRSAD” Başkanlığı (2 Dönem) yaptı. Türkiye’nin ilk özel sektör sinema akademilerinden birisi olan Bilim Sanat ve Felsefe Akademisi’nde (BSF) kurucu ortak ve genel müdür olarak görev aldı. MÜSİAD’ın çeşitli kurullarında çalışıyor. Üç dönem Basım Yayın Ambalaj ve Reklam Sektör Kurulu Başkanlığı yaptı. UTESAV, Haliç Platformu, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Üyesi. Sürekli Sarı Basın Kartı sahibi. Evli ve 2 çocuk babası.

GÖRÜŞ

Ertuğrul’un ocağında uyandım
Bilal Arıoğlu

Çanakkale Zaferi nasıl bu milletin imanının ve azminin varlık mücadelesini bir kazanımı ise, Bilecik ve Söğüt de bu temelin nasıl atıldığını ortaya koyan bir tarihsel arka plana sahip.

Türkler olarak dünya üzerinde köklü medeniyet üretebilmiş sayılı milletlerden birisiyiz. Bilecik ve Söğüt’ü görünce bunu daha kolay anlayabilmek mümkün. Çanakkale Zaferi nasıl bu milletin imanının ve azminin varlık mücadelesini bir kazanımı ise, Bilecik ve Söğüt de bu temelin nasıl atıldığını ortaya koyan bir tarihsel arka plana sahip.

Bu yıl 733’üncüsü düzenlenen “Ertuğrul Gaziyi Anma ve Yörük Şenlikleri” için çıktığımız yolda ilk durak Bilecik’te Osmanlı Devletinin manevi mimarlarından Seyh Edebali’nin türbesi. Buraya vardığınızda manevi bir atmosfer kucaklıyor sizi. Zaman biraz daha ağır akıyor burada. Etraf derin bir sessizliğe bürünmüş. Sanki 733 yıl önce temeli atılan ve üç kıtaya yayılan ulu çınarın gölgesinden çıkan Osmanlı coğrafyasının içinde bulunduğu sıkıntılı durumu idrak edercesine bir hüzün ve sessizlik.

Şeyh Edebali Türbesi yüksekçe bir tepede; yukarı doğru tırmanmaya başlıyoruz. Tepeye çıktığımızda yakılmadan önceki eski Bilecik’in bu vadide kuruduğunu öğreniyoruz. Etrafta hemen yarım minareleri görüyorsunuz. Bilecik’te kısa süren yunan işgalinin izleri. Türbenin hemen altında Orhan Gazi Camii zamana tanıklık edercesine dimdik ayakta. Orada da bir sessizlik ve hüzün kaplı. Sanki büyük doğumların öncesindeki sessizlik gibi. Başbakan Ahmet Davutoğlu da Türbeyi ziyaretinde bu sessizlikten etkilenmiş olacak ki geciken bir vefa ve saygının nişanı olarak Bilecik Müftüsüne talimat verdiğini, bundan böyle her Cuma hem Şeyh Edebali’nin, hem de Osman Bey’in babası Ertuğrul Gazi’nin türbelerinde Sabah namazından Cuma vaktine kadar kesintisiz Kur’an-ı Kerim okunması talimatını verdi.

Şeyh Edebali Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’in kayınpederi ve 1325 yılında vefat etti.

Söğüt’e doğru yola koyuluyoruz. Cuma namazında Söğüt’te olmayı planlıyoruz. Törenlerin yapıldığı alana şirin bir mescit yapılmış, Yörük çadırlarının arasından geçerek mescide ulaşıyoruz. Namaz bitimi durağımız Ertuğrul Gazi’nin türbesi oluyor. Türbeye uzanan yolda Osmanlı padişah tuğralarından oluşan bir hat sergisi karşılıyor bizi. Bahçedeki güller sanki bir gül medeniyetinin kurucusunun kabrine uzanmış, gelenleri selâmlıyor. Türbenin önünde Osman Bey’in kabri gözüme ilişiyor. Biraz buruklaşıyorum. Sanki üç kıtaya hakim olan bir medeniyetin kurucusuna yakışmıyor gibi geldi(!) Ertuğrul Gazi Osman Beyin babası. Türbenin içi sade, pencere kapaklarında Yunan işgalinden kalma kurşun delikleri, hattâ restore edilirken Dört Halifenin de isimlerinin yazılı olduğu duvarlarda da birer tane kurşun izi özellikle bırakılmış. Burada hem ihtişamı, hem de hüznü yaşıyorsunuz. Şeyh Edebali’nin Osman Beye vasiyetini hatırlıyoruz:

“Oğul, İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Avun oğlum avun. Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelâmlısın.
Ama:
Bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin.”

Başka söze gerek var mı? Ertuğrul Gazi’nin sandukasının etrafı Osmanlı Devletinin hüküm sürdüğü coğrafyalardan getirilmiş topraklarla çevrili.

Bu karışık duygular içerisinde tören alanına 500 metre mesafede bulunan 2. Abdülhamid’in eseri olan ve Hamidiye Camiine varıyoruz. Cami burada çifte minareli cami olarak da biliniyor. 1905 yılında yapılmış; hemen çaprazında Hamidiye İdadisi (orta okul). Burası aynı zamanda 8. Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın da okuduğu okul. İçerideki fotoğraf sergisinde aile fotoğrafını görüyoruz.

Hamidiye Camiinin tam karşısında Sultan Reşat döneminde yapılmış olan Darü’l-Eytam (Yetimler Yurdu) iki katlı oldukça şık ve estetik bir bina. Aslında birbirini tamamlayan bu üç yapının estetik bütünlüğünün ve alan kullanımının günümüz mimarlarına öğreteceği çok şeyler olduğunu düşünüyoruz. Binalar Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesine tahsis edilmiş. Bahçede, belgesel yapımlarımızda sıkıştığımızda hemen başvurduğumuz isimlerden birisi olan Üniversite Rektörü Azmi Özcan hocamızla beraber yine İstanbul’da yaptığımız tarih sohbetlerinin içinde buluyoruz kendimizi.

Ertesi gün ise yine Osmanlı devletinin manevi mimarlarından ve Osman Bey adına ilk hutbeyi okuyan Dursun Fakıh’ın türbesine gidiyoruz. Türbe Bilecik-Söğüt arasında Heybetli bir tepenin üzerinde oldukça görsel bir zenginliğe sahip. Bütün ova bu tepeden ayaklarınızın altında. Vadi boyunca ağarmaya başlamış çeltik tarlalarını görüyorsunuz.

Dursun Fakıh Osmanlı Devletinin ilk kadısı ve ilk müftüsüdür. Aynı zamanda Şeyh Edebali’nin damadı ve Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey’in bacanağıdır. Aslen Karamanlıdır. Osman Bey zamanında gazâ ve fetihlere katıldı. Gazilere imamlık yapıp nasihatlerde bulundu. Karacahisar’ın fethinden sonra, ilk Cuma namazını kıldırdı ve Osman Gazi adına ilk hutbeyi okudu.

Anadolu Selçuklu devletinin yıkılması ile Osman Bey’e yaptığı şu nasihati çok önemlidir:

“Beyim! Cenâb-ı Hak size, sığınacak yer arayan Müslümanları bir araya toplayıp idâre etmek basîretini ve gücünü ihsân etmiştir. Allahü Teâlânın inâyeti, duâ ordusunun himmet ve bereketi, gazâ ordusunun kuvvet ve kudretleriyle çevrenizdeki tekfûrları dize getirip, bir çoklarının topraklarını mülkünüze dâhil ettiniz. Şimdi sıra Anadolu topraklarını ehil olmayanların elinden kurtarıp, ahâlisini huzûra kavuşturmaya gelmiştir. Müsâade buyurun da, adınıza hutbe okuyup, sizi sultan îlân edelim.”*

Üç kıtaya yayılan cihan devletinin temelleri böyle atılıyor.

Biz çekimlerimize devam ederken ortalık bir anda hareketleniyor. Şenlikler kapsamında her yıl türbeye gelen tüm konuklara etli pilav ikram ediliyor. Tabii, şifalı olduğuna inanılan, oldukça lezzetli bulgur pilavı.

Bu arada 3 günlük “Ertuğrul Gaziyi Anma ve Söğüt Şenlikleri” olanca hızı ile devam ediyor. Söğüt Kaymakamlığı güzel bir cirit alanı yapmış. Gösteriler oldukça kalabalık ve yurdun dört bir yanından gelen yörük obalarının katılımı ile cereyan ediyor. İnşallah gelecek yıllarda uluslararası bir organizasyona dönüşür.

Burada şenlikler kapsamında ekranlarda göremeyeceğinizi umduğumuz farklı bir pencere açmaya çalıştık. Yine yazımızı Şeyh Edebali’nin Osman beye vasiyeti ile bitirelim:
Ey oğul!
Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz.
Şunu da unutma: İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.
Ey oğul!
Yükün ağır, işin çetin.
Allahü Teala yardımcın olsun!”

GÖRÜŞ

Son gelişmeler ve çözüm süreci
Bilal Arıoğlu
erdemli hayat 31.07.2015

Türkiye’de seçimler yapıldı, 13 yıl sonra Türkiye yeniden koalisyon dönemlerinin belirsizlik ortamına girdi. Oysa bölgede çok ciddi gelişmeler oluyor; adeta yüz yıl sonra sınırlar yeniden çiziliyor.

Her halde son bir ay içerisinde yaşadığımız gelişmeler ortalama bir Avrupa ülkesinin bir yılda yaşadığı gelişmelerden daha az değildir.

Türkiye’de seçimler yapıldı, 13 yıl sonra Türkiye yeniden koalisyon dönemlerinin belirsizlik ortamına girdi. Oysa bölgede çok ciddi gelişmeler oluyor; adeta yüz yıl sonra sınırlar yeniden çiziliyor. İki yılı aşkın süredir yürütülen çözüm süreci tıkanmış, artık sürecin yeni bir evreye girmesi şart olmuştur. Siyasal belirsizlik, kaos tüccarları için çok elverişli bir ortam hazırlamaktadır. Diğer taraftan Türkiye uluslararası alanda sıkışmış, hatta terör örgütü DAEŞ’ın destekçisi konumuna itilmeye çalışılıyordu. Ekonomi de bu belirsizlik ortamından etkilenmiş, henüz sonuçları daha geniş halk kitlelerine yansımamıştır. Yani kurt dumanlı havayı sever derler ya, o dumanlı bulutlar da üzerimizi yeteri kadar kaplamış vaziyette. Ayrıca İran ile yapılan nükleer görüşmelerde anlaşma zeminine gelinmesi de, bölgede pozisyonların yeniden belirlenmesi gerektiğini de oraya koyuyor.

Birinci Dünya Savaşında Suriye ve Filistin cephesindeki 4. Ordu’nun Komutanı Cemal Paşanın emirerliğini de yapan Falih Rıfkı Atay (özellikle günümüzdeki gelişmeleri anlamlandırabilmek için mutlaka okunması gereken bir kaynaktır) Zeytindağı kitabında: “Birkaç devlet bir memlekette adam tüccarlığına başladığı zaman, altına avuç açanlar çok olur. Fakat bunları ciddi bir hareketin şefleri diye saymak doğru değildir. Biz bu hatada bulunduk ” diyor.

İşte tam da bu sırada Urfa’da menfur saldırılar meydana geldi. Türkiye’ye karşı, DAEŞ , PKK ve THKP-C terör örgütleri birbiri arkasınca harekete geçti. Türkiye DEAŞ’a karşı ABD ile anlaşarak havaalanlarının kullanılması ve Suriye sınırında bir güvenli bölge oluşturmak için yeni bir pozisyon aldı. Diğer taraftan da Suriye ve Irak’tan gelen tehditlere karşı hava operasyonlarına başladı. Eşzamanlı olarak yurt içinde tespit edilen noktalara karşı operasyonlarını da sürdürüyor.

Şunu hiçbir zaman göz ardı etmeyelim: DAEŞ’ın kafa kesme görüntüleri ile PKK’nın evinde istirahat eden veya babası ile telefon konuşması yapan sivil haldeki güvenlik görevlisini ensesinden vurma alçaklığı arasında hiçbir fark yoktur. Yani terör aynı terördür.

Bu gelişmeler hangi sonuçları doğurmaktadır; bunu tahlil ettiğimizde şu verilere ulaşmak mümkündür:

-ABD ile yapılan anlaşma ve yürütülen diplomasi ile Türkiye bölgede yalınız kalmadığını göstermiş ve aleyhine iç ve dış odaklar tarafından yürütülen kampanyaları etkisiz kılmıştır.

-Türkiye, ABD anlaşması ve yürütülen Suriye operasyonu ile bölgede özellikle sınırları boyunca istemediği gelişmelerin yaşanmasının önüne geçmeyi başarmıştır.

-PKK ve bağlantılı güçlerinin gerçek yüzünü bir kez daha göstermiştir.

-Kuzey Irak PKK kamplarına yapılan operasyonlarla öncelikle terör örgütlerinin lojistik merkezleri ve barıma kampları yok edilerek, ciddi bir darbe indirmiştir.

-Bölge insanı üzerinde PKK baskısının dağılmasını ve seçim sonrası oluşan psikolojik havanın kırılması sağlanmış aynı zamanda terör baskısından bunalan bölge insanının rahat nefes alması sağlamıştır. Hatta bölge insanında da açıktan söyleyemese de operasyonlara zımni bir destek oluşmuştur.

-Böylece demokratikleşme ve çözüm sürecinin gerçek muhatabının terör uzantıları değil bölge insanı olduğu da görülecektir. Yani çözüm süreci bitmemiş, sadece raydan çıkmasının önüne geçilmiş ve gerçek sürecin de devam etmesinin sağlanmasının önü açılmıştır.

-Operasyonlar sıkışan Kuzey Irak yönetimini de rahatlatmıştır. Çözüm sürecinde devre dışı bırakılmak istenen Abdullah Öcalan’ın tekrar önemli bir aktör olarak devreye girmesi de sağlanabilir.

-PKK Kandil ikileminde sıkışan HDP ve Demirtaş’ın da bu baskıdan çıkmasının yolu açılmıştır. Eğer HDP kendisine sunulan bu yeni avantajları değerlendirebilirse sürecin gerçek aktörlerinden birisi haline gelebilir. Bu da sürecin TBMM çatısı altında daha sağlam temeller üzerinde yeniden kurulması sağlanabilecektir.

Demokratikleşme ve barış süreci esas darbeyi Gezi Olayları sürecini yaşamıştır. Hatırlanacağı gibi Öcalan’ın çağrısı o yaz içerisinde bazı somut gelişmelere sebep olacaktı, ancak Gezi olaylarının oluşturduğu psikolojik ortam PKK ve BDP üzerindeki baskıyı kırmış ve süreç o dönemde doğal akışını kaybetmişti. Suriye’deki son gelişmeler de örgütü yeni ve bambaşka hayallerin peşine sürüklemiştir. Özellikle 6 – 8 Ekim olayları örgütün bölgede güç konsolidasyonuna gittiği bir yapının önünü açmıştır. Yani süreç son zamanlarda esaslı yol almak yerine, sadece tribünlere oynanıp siyasi iktidarı üzerinden devleti sıkıştırma planlarının bir parçası haline gelmişti. Dolmabahçe görüşmeleri de bunun açık bir göstergesi olmuştur.

Gezi olayları başlayan süreci etkileyen ilk faktör olmuştur. Gezi olayları hem bölgesel siyasi, hem de iç siyasi, sosyolojik ve ekonomik dengeleri sarsmıştır. Hatırlayın geziden bir ay önce enflasyon % 4.5 cıvarına düşmüştü; gelen yaz etkisi ile de daha da düşmesi bekleniyordu. O ay Cumhuriyet döneminin en büyük üç projesinin temelleri atılmıştı. Yaşanan süreç siyasi kutuplaşmayı tencere-tava eylemleri ile evlerin balkonlarına kadar sokmuştu. Böylece, iç ve dış siyasi konjonktürde Türkiye önemli bir şekilde sıkıştırılmış oldu. Yaklaşık eş zamanlı bir süreçte başlayan Mısır olayları ve arkasından Sisi darbesi ile de Türkiye’nin bölgedeki etkisi kırılmıştır.

Gezi olaylarını kutsayan kesim için şunu öneririm. Bir an biz geziyi yaşamamış olsak ne olurdu. Bunu düşünsünler. Ekonomik göstergelerdeki iyileşme ve enflasyondaki düşüş devam eder mi idi? Evet. Suud prenslerinin 15 milyara gerçekleştirdikleri Mısır darbesinin Türkiye’nin aktaracağı 5 milyarlık kredi ile önüne geçilebilir mi idi? Mısır darbesi olmamış olsaydı. Suriye’de iyice köşeye sıkışan Baas rejimi devrilir mi idi? Muhtemelen evet. Çözüm süreci bu günkünden çok farklı bir noktada olur mu idi? Evet. Bunlar sadece bu sürecin etkilediği sonuçlardır ve gezi süreci başlangıcı ne kadar masumane gözükürse gözüksün, Türkiye’nin içe kapanması, sosyal- psikolojik bir travmanın içine girmesini ve dış politik uygulamalarının ciddi yaralar alması sonucunu doğurmuştur. Yazık ki bütün politikalarını Erdoğan karşıtlığı üzerine kurmuş, liberal ve sol aydınlar hala daha bu süreci okuyamamakta ve ideolojik gözlüklerini tahkim etme derdi ile uğraşmaktadırlar. Bu tavır ancak aynı salondaki vizyon filmini, sadece değişik bir seansta izlemeye sonucunu verir. Oysa başta Kürt halkı olmak üzere tüm toplum kesimleri varacağını yeri bildikleri bu filmi veya yeni bir versiyonunu izlemek istemiyor.

Sonuç

Türkiye halkı bu hadiselerin altından kalkabileceği özgüvenini asla yitirmemelidir. Bu ülke bin yıllık tarihi tecrübesi ve elde ettiği kazanımları ile bunu aşmaya muktedirdir. Demokratikleşme ve çözüm süreci, ülke insanına kansız ve ötekileştirilmemiş bir hayatın varlığını göstermiştir. Çözüm sürecinde yaşanan gelişmeleri süreç içerisinde olabilecek yol kazası gibi okuyup, yeniden rayına sokmak için bir fırsat ve oluşan kireçlenmenin temizlenmesi olarak algılayabiliriz.

Bölge genelinde şu veya bu sebeple oluşan devlet otoritesinin sağlanması öncelikle bölge insanı için bir gerekliliktir. Bundan asla taviz verilmemelidir. Bu gelişmeler, algılar üzerine kurulan sanal gerçekliklerle yüzleşmemizi sağlamalıdır. Birlikte yaşayacak ve birlikte bir geleceğimiz olduğuna inanıyorsak konumlarımızı yeniden belirlemeliyiz.

Eğer iyi okuyabilirse bu gelişmeler HDP için bir fırsata dönüşebilir ve Türkiye’de sol muhalefetin dinamik ana damarı olma yolunu açabilir. Ama bunun için özellikle HDP adına konuşanların sözlerini bin kere tartıp bir kere söylemeleri gerekir. Söylenecek sözlerin sadece Kandil ve PKK üzerindeki etkisi ile değil tüm Türkiye halkı üzerindeki tesirini de düşünmelidirler. Hattâ silâhla, kanla bir gelecek olmadığını ve açıkça nereden gelirse gelsin terörü eleştirebilme ve siyaset üretebilme zemininde durabilmeyi başarabilmelidirler. Eğer HDP milletin temsilcisi olabilme yoluna girer ve örgütün sözcülüğünü yapma konumundan uzaklaşabilirse bu süreç en az hasarla atlatılabilir. HDP’nin seçilmiş milletvekili profili bunu sağlayabilecek zenginliğe de sahiptir. Bu sağlanamasa HDP Mecliste ilk çözülecek partilerden birisi olması sonucu ile karşılaşır. Doğası gereği ideolojik temelli partilerde bir kere çözülme başlarsa bunun da önüne geçilemez. Bu bedel de toplum önüne çıkıldığında daha da ağır bir şekilde ödenir.

Siyasi iktidar açısından ise iki temel faktör vardır. Birincisi her ne suretle olursa olsun devlet otoritesini sağlamak ve güvenliği tesis etmek siyasi iktidarın görevidir. Bunda asla geri adım atılması düşünülemez. Bu toplumun ortak beklentisidir.

İkincisi Ak Parti yürütülen koalisyon görüşmelerinde asla süreci baltalayan ve erken seçime giden yolu açan taraf olmamalıdır. Eğer erken seçim kaçınılmaz bir hal alırsa, bu durum halka en açık şekli ile anlatılmalıdır. Erken seçimi vatandaşın yaptığı bir hata ve bulun düzeltilmesi olarak okumak bu süreçte yapılabilecek en büyük yanlış ve kolaycılıktır. Aday tespitinden vatandaşa sunulan gelecek beklentisine kadar her şey yeniden ele alınmalıdır. Sivil toplum kurumları ile yapılacak istişareler gaz alma ameliyesi olarak görülmemeli ciddi bir veri olarak ele alınmalıdır. Ayrıca şu da unutulmamalı ki, seçim güvenliği sağlanamadan gidilecek seçim, Ak Parti için beklediği sonucu vermeyecektir.

Kategoriler: B