yazar, editör
1979 yılında İstanbul’da doğdu. Adile Mermerci Anadolu Lisesi’nden 1997’de, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünden 2002 yılında mezun oldu. Öğrencilik yıllarında Türk Edebiyatı Vakfı Gençlik Kolunu organize etti. İngilizce biliyor. 2002-2003 eğitim yılında Sakarya Üniversitesi’nde öğretim görevliliği yaptı. Yazı ve röportajları Ailem, Aksiyon, Biyografi Analiz, Moral Dünyası, Ufuk Ötesi, Türk Edebiyatı dergilerinde yayınlandı. 2004-2009 yılları arasında Nesil Grup bünyesinde 2 yıl Nesil Yayınları Basın ve Halkla İlişkiler Sorumlusu, 2 yıl Nesil Yayınları Editörü, 1 yıl da Etkileşim Yayınları Sorumlu Editörü olarak çalıştı. Ötüken Yayınevi’nde editör olarak görev yaptı. Evli ve 2 çocuk babası.
ESERLERİ:
1.Aydınların İletişim Ortamı Olarak Eski İstanbul Kahvehaneleri
2.Marmara Kıraathanesi, Beyazıt’ta Bir Hayat Sahnesi
İLETİŞİM
[email protected]
[email protected]gmail.com
HABER
Cem Sökmen’in kitabı yayınlandı: Aydınların İletişim Ortamı Olarak Eski İstanbul Kahvehaneleri
Yazar-editör Cem Sökmen’in yüksek lisans tezi Kahvehaneler kitap olarak neşredildi. Ötüken Neşriyat tarafından yayınlanan eser, kahvehaneler konusuna yeni bakış açıları getiriyor.
Elinizdeki bu kitap 2010 yılında İstanbul Üniversitesi’nde “Aydınların İletişim Ortamı Olarak Eski İstanbul Kahvehaneleri” adıyla hazırlanmış yüksek lisans tezinin bazı değişiklikler ve eklerle düzenlenmiş halidir.
Bu çalışmanın arka planında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesine başladığım 1997 yılından bu yana özellikle “tarihi yarımada” içinde havasını soluduğum kültürel ortamlar var.
Bu ortamlardan biri Türk Edebiyatı Vakfıydı. Ahmet Kabaklı ölümünden birkaç ay evvelki bir Çarşamba sohbetinde konuşmacıyı takdim ederken, “Eğer sunduğu kültürel imkânlar layıkıyla değerlendirilirse, İstanbul’da üniversite okumak iki üniversite okumaya bedeldir” demişti.
Geçen zaman içinde kütüphaneler, yayınevleri, dergi idarehaneleri, sahaf dükkânları, vakıflar, dernekler, kültür merkezleri ve 90’lardan sonra tarihi mekânların içinde kurulmuş yeni kahvehanelerin ördüğü entelektüel ağ, o cümlenin karşılığını bulmamı sağladı.
Atatürk Kitaplığı’ndan, Tarık Zafer Tunaya’ya, Kültür Ocağı Vakfı’ndan Kubbealtı’na, Türk Edebiyatı Vakfı’ndan, Türk Ocağı’na, Bilim Sanat Vakfı’ndan -belki de İletişim Fakültesi’nden daha çok uğradığım- Beyazıt Kütüphanesi’ne kadar bütün bu kültür mahfillerinde; aydınları, romancıları, şairleri, akademisyenleri, araştırmacıları, gazetecileri tanıdım.
Bu ortamlarda dinleyip öğrendiklerimizi, yine bu ortamlarda tanışıp dost olduğumuz arkadaşlarla, birlikte oluşturduğumuz kitap okuma gruplarıyla, Yazarlar Birliği, İlesam, Erenler Çay Bahçesi, İkram (Lale) Bahçesi gibi mekânlarda konuştuk, tartıştık.
Bu çalışma, dikkatlerin üretilenden çok tüketilene çevrildiği, “kişisel olmayan yaşantı”nın kaybolmaya yüz tutuğu, entelektüel merak ve bilincin “lifestyle” karşısında gerilediği bir atmosferde yaşananla kaybedileni karşılaştırma düşüncesiyle ortaya çıktı…
“Gerçekten o devirde kahve akademinin, meslek cemiyetinin, kulübün, salonun, fikir ve sanat meclisinin bütün vazifelerini küçük tahta masalarının etrafında elinden geldiği kadar yapıyordu. O zaman anladım ki, biz bir kahve milletiyiz. Köyde kahve, mahallede kahve, mektebin önünde, cezvesinde bütün milli ve dini şuuru pişiren, ibriğinde kolektif vicdanı demlendiren, tezgahın dibinde halkı ve münevveri birbirine kenetleyen, iptidai olduğu için basit, fakat ananesi olduğu için derin ve canlı, tek ve tam bir cemiyet mihrakıdır.”
PEYAMİ SAFA
“Kıraathaneye gitmemiş bir üniversitelinin tahsilini yarım sayarım. Bu dekansız, doçentsiz, bütçesiz, fakültesiz tamamen muhtar üniversitelerin tavla şakırtıları arasında; gören bir göz, işiten bir kulak bir memleketin insanlarının nabzını tutabilir; o nabız hızlı mı atıyor, yavaş mı atıyor, yoksa ‘intermittance’ mı var, doktor olmaya pek hacet kalmadan müşahadelerini yapar.” SAİT FAİK
“İnsanlar bugün toplu halde yaşamaktan ve birbirleriyle ilişki kurmaktan eskiden olduğu kadar zevk almıyor. Yaşamlarını daha çok ‘özel’ olarak sürdürmek istiyorlar. Her şeyi özel bir etkinlik olarak görmekten yanalar. Dostlarıyla görüşmek için partiler veriyorlar. İlişkilerini kahvelerin normalliği içinde yaşamaktan kaçınıyorlar. Böyle olunca da politize olmaları, ekonomiyle, toplumsallıkla iç içe geçmeleri güçleşiyor. Buna karşılık da çok hızlı bir şekilde yaşanıyor ve tükeniyor ilişkiler…”
GERARD GEORGE LEMAİRE
“Yıllardan sonra Aka Gündüz’le hep tesadüfe borçlu olduğumuz konuşmalarımız başladı ve otuz seneden fazla devam etti. Babıali’de kitapçılar, Meserret Kahvesi, Beyoğlu’nda Raşit Rıza’nın Bizim lokantası, Degustasyon, Ankara’da Bilal’in kütüphanesi, Karpiç’in dış salonundaki meşhur köşe… Asıl edebiyat tarihini yapan, fakat onun içinde yer almayan toplantılar ve zapta geçmemiş konuşmalar”
Peyami Safa (Aka Gündüz’ün ardından yazdığı yazıdan)
*
“Bir vilayete İstanbul’dan bir vali geldiği zaman ilk 10-15 gün içerisinde oranın halkından, yerlilerden kendi etrafında gayet kuvvetli bir kültür çevresi topluyordu ve bunlarla birlikte orası için gerçekten bir meş’ale hizmeti görebiliyordu. Şimdi Anadolu’nun çeşitli kasabalarında yüzlerce mühendisimiz, kimyagerimiz şu veya bu teknik sahasında yetişmiş gayet iyi insanlarımız vardır ama bu şekilde bir kültür çevresi meydana getirebilecek kimselerimiz çok azdır, yok denecek kadar azdır.”
Erol Güngör
*
“Ben eskiden daha çok kitap okurdum, şimdi az okuyorum. Eskiden çok daha fazla sokakta dolaşırdım. Şimdi az dolaşıyorum. Eskiden muhakkak haftada bir defa, iki defa akşamları dışarıda yemek yerdim ve hiç değilse ona buna dil uzatarak, şunu bunu yaparak öfkemi çıkartırdım. Ama bu arada arkadaşlarımla birçok güzel şeyler konuşurduk. Şimdi bana gelenler azaldı. Ben de az yere gidiyorum. Böylece bizi ebleh görmek isteyenlerin ya da eblehleştirmek isteyenlerin; ya da, en azından, eblehleşme düzeyimize yaslanıp, bizi yalnızca edilgenleşmiş ‘client’ ile, izleyici, müşteri konumuna sokup, üstümüze de üç tane asma kilit takmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürercesine eşe dosta gitmiyoruz. Gelen giden az oluyor. Eskiden iyi müzik dinlerdim. Şimdi dinleyemiyorum. Ama bu yalnızca benim tembelliğim ve gerilemem değil. Biraz içimizde acı yaratacak ama, insanın iyi müzik dinleyebilmesi, daha iyi bir dünyanın kurulabilmesi konusunda umudunun yoğunluğuna bağlı bence. Bu umut azaldığında iyi müzik fazla geliyor. Ne tarafa gittiğini bilmeyen bir duman gibi yaşıyoruz. Böyle yaşıyoruz ve bunu biraz fazla benimsedik gibi geliyor.”
Ünsal Oskay
*
“Kendi içine kapanmış her insan, bütün öteki insanların kaderine ilgisiz bir yabancı gibi davranır. O insan için tüm insan türü, çocukları ve yakın arkadaşlarından oluşur. Hemşerileriyle ilişkilerine gelince, aralarına katılır ama onları görmez; dokunur ama onları hissetmez; yalnız kendi başına ve kendisi için vardır. Ve bu şartlarda kafasında bir aile mefhumu kalmışsa bile artık bir toplum mefhumu yoktur.”
Alexis de Tocqueville (Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 3.bs. 2010.)
*
“1980’lerde şehirde yabancıları buluşturan mekânlar, farklı sınıflardan insanların rastlaşabileceği zeminler neredeyse bütünüyle ortadan kalktı. Etnik temellere dayalı geleneksel mahallelerin yerini sınıfsal temellere dayalı mahalleler alması gerçi yeni değil; zengin, ortahalli ve yoksulların oturduğu semtlerin birbirinden ayrışmasının tarihi çok eskiye uzanıyor. 80’lerin farkı zengin ve yoksul mahallelerini birbirinden tümüyle ayırması olduğu kadar, farklı sınıflardan insanların rastlaşabileceği, ilişki kurabileceği ortak mekânları da hemen hemen tümüyle ortadan kaldırması. Artık yalnızca semtler değil, zengin ve yoksulların alışveriş merkezleri, eğlence yerleri, iş muhitleri de birbirinden ayrışmış durumda. İstanbul Festivali’ne gidenlerle Gülhane Festivali’ne gidenler, Fame City’ye gidenlerle Luna Park’a gidenler, Beşiktaş Pazarı’ndan ya da Mahmutpaşa’dan alışveriş edenlerle Galleria’dan edenler, ya da Galleria’dan edenlerle vitrinleri seyredenler, bu yeni kamu içinde bir daha hiç rastlaşmayacak. Şehrin birçok bölgesi, çoktan yoksullara terk edildi. Zenginler ise yoksulların görüntüsüyle bile karşılaşmayacakları yerlere, şehir içindeki ‘özel’ şehirlere sitelere çekildiler.”
Nurdan Gür
HABER
Cem Sökmen’in kitabına büyük ilgi
14 Şubat 2012
Aydınların İletişim Ortamı Olarak Eski İstanbul Kahvehaneleri
Yazar-editör Cem Sökmen’in yüksek lisans tezi Kahvehaneler kitap olarak neşredildi. Ötüken Neşriyat tarafından yayınlanan eser, kahvehaneler konusuna yeni bakış açıları getiriyor.
HABER
Hoş geldin ‘Elif Gülce’
www.
Ötüken Yayınları editörlerinden yazar Cem Sökmen, ikinci defa baba oldu. Elif Gülce ismi verilen bebek, 23 Şubat 2012 tarihinde dünyaya geldi. Cem Sökmen, eşi Tuğba Hanım ve ağabeyi Konuralp’i tebrik ediyoruz.
HABER
Eski İstanbul Kahvehaneleri kitabı imza günü
Kubbealtı Beyazıt Kitabevi imza günleri devam ediyor… Eski İstanbul Kahvehaneleri adlı kitabın yazarı Cem Sökmen, 2 Mart 2012 Cuma Günü Saat 16:00’da Kubbealtı Beyazıt Kitabevi’nde kitabını İmzalıyor.
HABER
ESKADER Ödülleri sahiplerini buldu
23.04.2012
Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği’nin (ESKADER) 2011 Ödülleri Fatih Ali Emiri Kültür Merkezi’nde önceki gün düzenlenen törenle sahiplerini buldu.
ESKADER’in bu yıl gerçekleşen 4. Ödül töreninde ziyaretçiler, ilk olarak titizlikle hazırlanan üç sergiyi gezdiler. Ödül alan eserlerin sergilendiği salonda, ESKADER’in başta Bâbıâli Sohbetleri olmak üzere gerçekleştirdiği faaliyetler ile “Basında ESKADER” bölümü de sanatseverlere sunuldu. Mustafa Nadir Önay tarafından hazırlanan ESKADER’in tanıtım filminin ardından sunucu Harun Yöndem programı açtı. ESKADER Başkanı Mehmet Nuri Yardım, açılış konuşmasında Türkiye’nin seçkin birçok ilim, kültür, sanat ve edebiyat üstadının salonda birlikte oluşlarının heyecan verici olduğunu belirtti. Yardım, “Zaten bizim de amacımız ustalarla gençleri buluşturmak ve bu büyük birikimin genç nesillere intikalini sağlamaktır. Bugün gençlerimiz büyük medeniyetimize hizmet edenleri tanıdıkça kendinden daha emin olacak ve daha büyük işler yapmak için kendisine güveni artacaktır. Bu ‘nesillerin buluşması’dır. Sanatta, tarihte, edebiyatta bunu sağlamak zorundayız. Dört yıl önce Cağaloğlu’nda mütevazı bir han odasında idealist birkaç kişi tarafından kurulan ESKADER bu amaç için var. Ve şükürler olsun ki, bu yolda bir hayli mesafe kat etmiştir. Bu başarıda bizleri yalnız bırakmayan herkese teşekkür ediyorum.” dedi.
Törende, ödüllerini alan sanatçılar, kısa konuşmalarla duygularını ifade etti. Nevzat Atlığ, kültürümüze sahip çıkmanın önemine değinirken Uğur Derman ise klâsik Türk İslâm sanatlarına son yıllarda gösterilen büyük ilgiden duyduğu memnuniyeti belirtti. Niyazi Sayın dernek yöneticilerine ve inleyicilere teşekkür ederken Turan Oflazoğlu Türkçeye gereken hassasiyetin gösterilmesi gerektiğini hatırlattı. Üstün İnanç da bu tür vefalı davranışların sanatkârları harekete geçirdiğine vurgu yaptı. Üstün İnanç’a ödülünü veren Abdurrahman Şen, kültürümüze ve sanatımıza hizmet eden ustalara gereken değerin verilmesinin önemli olduğunu belirtti ve bu törenin çok yerinde ve anlamlı olduğunu söyledi. Ödül alanlara hazırlanan plâket ile birlikte Zeytinburnu Belediyesi yayınları ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.’nin prestij kitaplarından armağan edildi.
ESKADER 2011 ÖDÜLLERİ:
Araştırma : Eski İstanbul Kahvehaneleri (Cem Sökmen, Ötüken Neşriyat)
Basın : Bedir Acar (Star Gazetesi Kültür Sanat Yönetmeni)
Biyografi : Peyami Bey (Nevzat Kösoğlu, Ötüken Neşriyat)
Çocuk Edebiyatı : Gülten Dayıoğlu (Çocuklar için yazdığı bütün kitaplarıyla)
Çocuk Yayıncılığı : Damla Yayınları
Deneme : Gecenin İkinci Rüyası (Leyla İpekçi, Timaş Yayınları)
Dergi : Türk Edebiyatı Dergisi (Yayın Yönetmeni: Beşir Ayvazoğlu)
Edebiyat Tarihi : Yeni Türk Edebiyatı Metinleri (5 cilt) İnci Enginün-Zeynep Kerman (Dergah Yayınları)
Gezi : “Gezelim Görelim” televizyon programı. Hazırlayıp sunan: Nuray Yılmaz TRT
Hâtıra : Hayat-Hüzün- (Dürbünümde Kırk Sene)- Ayşe Kulin (Everest Yayınları)
Hikâye : Asla Pes Etme (Mukadder Gemici, Dergâh Yayınları)
İnceleme : Osmanlı Dönemi Türk Kadın Şairleri- Müjgan Cunbur, Türk Kadınları Kültür Derneği Genel Merkezi Yayınları)
Karikatür : Sayha (Hasan Aycın, İz Yayıncılık)
Klâsik Türk Sanatları : Ömrümün Bereketi (Uğur Derman, Kubbealtı Neşriyatı)
Kitap Yayıncılığı (özel): Dergâh Yayınları
Kitap Yayıncılığı (kamu): Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları
Kurum : Çocuk Vakfı (Başkanı: Mustafa Ruhi Şirin)
Mektup : Firaklı Nağmeler (Mehmet Âkif’in Kızına Mektupları) (Timaş Yayınları, Hazırlayan: Ömer Hakan Özalp)
Müzik : Fırat Kızıltuğ (Türk müziğine katkılarıyla)
Roman : Lâcivert Taş (Sevinç Çokum, Kapı Yayınları)
Sinema : Bir Zamanlar Anadolu’da (Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan)
Şiir : Kesik Dil (İbrahim Gökburun, Profil Yayınları)
Tarih : Gerçek Tarihin Peşinde (Mustafa Armağan, Timaş Yayınları)
Televizyon Programı : “Bizden Nağmeler” (Adnan Çoban, Kanal 24)
Tercüme : Medeniyetler Diyaloğu (Roger Garaudy’den tercüme: Cemal Aydın, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları)
Tiyatro : Turan Oflazoğlu (Türk tiyatrosuna katkılarıyla)
Üstün Hizmet Ödülleri: Cahide Keskiner, Niyazi Sayın, Üstün İnanç
Özel Ödül : Prof. Dr. Nevzat Atlığ.
GÖRÜŞ
GEZİ PARKI: BİR ŞEHİR, BİR KUŞAK ve DÜZENLERİN ÖZ-UZMAN AYDINLARI
CEM SÖKMEN YAZDI
İsmail Kara, 3 yıl evvel TZT Kültür Merkezindeki konuşmalarından birinde sözü Muzaffer Sarısözen’e ve onun türkülerimizle ilgili çalışmalarına getirmişti. Ve bu vesileyle Türkiye’de radyo yayılana kadar askere gidenler dışında insanımızın farklı yörelerin türkülerini pek bilmediğini ifade etmişti. Radyonun yayıldığı yıllar aynı zamanda Türkiye’de iç göç hareketliliğinin de başladığı yıllardır. Kemal Karpat ve Durmuş Hocaoğlu, Türk toplumunun bu göçlerle birlikte İstanbul’da ilk defa bu ölçekte kaynaştığını söylerler. Gerçekten de Hataylı ile Sinoplu, Erzurumlu ile Manisalı burada buluşmuş, kelimelerini, deyimlerini, yemeklerini ve adetlerini paylaşarak birbirlerini zenginleştirmiştir.
Mustafa Kutlu’nun Uzun Hikâye’sindeki Bulgaryalı Ali’yi hatırlayalım. Bir ahlaki örgü taşıyan, haksızlıklara dayanamayan ve bu yüzden ya eşrafla ya da memurla başı derde giren, sürülen ama hep göç ederek yeni bir hayat kurmanın mücadelesini veren reaya’nın çocuğu Ali. Böylesine bir çeşitlilikten gelenlerin kimisi bir siyasi yapı ile, kimisi bir dini yapı ile birlikte oldu kimisi de 4-5 yılda bir sandığa gidip oy kullanmak dışında ne siyasetle ne herhangi bir organize yapıyla ilgilenmedi. Bugün bize sunulan Eski Türkiye-Yeni Türkiye denkleminin dışında bir Yeni Türkiye var ve bu Yeni Türkiye’de -organize yapıların dışında- göçlerle büyük şehirlere gelmiş ama koşullar sebebiyle ancak hayata tutunabilmiş anne-babaların harcı var. Bu anne-babalar kendilerinin alamadığı “eğitim”i çocuklarının alabilmesi için elinden gelen her şeyi yaptı. Ve buradan kapıcıların, işportacıların/doktor, mühendis, akademisyen, iş adamı oğulları-kızları doğdu. Türkiye’de artık ne Osmanlı ne Cumhuriyet elitleriyle akrabalığı bulunmayan, eğitimli, statü sahibi ve muhatap olduğu sesi, yazıyı, görüntüyü sorgulayabilen, söylediğiniz sözlerde adeta kaynak/dipnot arayan yeni bir kuşak var. Aile kültürü ve aldığı resmi eğitimle yetinmeyen onların üzerine kendi zihin imkânlarını ekleyebilen bir kuşak…
Evet hızlı değişim yakın zamanda “Apaçi Gençlik” adlı bir doktora tezine konu olan başka bir genç insan tipini ve onun sorunlarını da üretti. Evet hayat bu toplumun önemli bir parçası için artık gündüz AVM’lerde gece de her kanalda iki dizinin dönüp durduğu TV’lerin başında geçiyor. Evet bütün gazeteleri açtığımızda 1 sayfa haberi 1 sayfa lüks ev, 1 sayfa lüks araba, 1 sayfa da “en yenilerin” kapladığı cep telefonu reklamlarının takip ettiğini görüyoruz ve bu da bize “hayat standartlarını yükseltme ideali”nin arkasında en geniş mutabakatın bulunduğu ortak değer olduğunu gösteriyor. Evet 1980’lerden sonraki Türkiye adeta “Yağmurdan kaçarken doluya tutulan” bir ülkedir. Eski çatışma ortamından ve ideolojilerden kaçalım derken yeni kitle iletişim/reklam ve tüketim düzenine boyun eğmiştir. Yeni dönem çeşitlilik ve alternatiflilik görünümü altında bir standartlaşmayı neredeyse toplumun bütün kesimlerine kabul ettirmiştir. Yeni düzende hep birlikte, siyaset ve bürokrasi diliyle “gelişmeleri kaygıyla izleyen, zamanlamayı manidar bulan, şiddetle kınayan, derin üzüntü duyan” ama gerçekte sahici bir tavır geliştiremeyen bir toplum haline geldiğimizi söyleyebiliriz. İşinin dışındaki bütün zamanını ya televizyon karşısında ya da kapitalizmin özenle paketlediği “sosyal aktiviteler”de geçiren toplum en küçük biriminden başlayarak yüzyüze iletişimi ve toplumsal sorunlar üzerinde fikir alışverişinde bulunma yetisini kaybetti, edilgenleşti. Televizyonun ve reklamların üflediği klişelerden ibaret bir kelime haznesine hapsoldu.
Halk gününü yaşar, bu şartlarda büyük kitlelerin “geçerli” olana uyum gösterip yaşamaya devam etmeleri doğaldır. Fakat hesaba katılmayan ve farklı sesleri bünyesinde taşıdığı için bir türlü dikkate alınmayan şey Batı ülkelerinde toplumun “motor gücü” olarak kabul edilen donanımlı/kalifiye insan tipinin buralarda emsalinin yeşermesidir.
Yukarıda saydığım olumsuz örnekler donanım veya kariyer sahibi yeni bir kuşağın sadece mesleki statüsüyle yetinmeyerek kültür-sanat ve estetikle alaka kurmasını ve kimliğini bu birikimlerle yeniden şekillendirme isteğini ortadan kaldırmıyor. Bu birikimli, düşünen, en mühimi aidiyetlerini asla fanatizm boyutuna çıkarmayan yeni kuşak “ideolojik, marjinal, provokatör” gibi tek kelimelerle veya en fazla birer cümlelik aforizmalarla hükmedilebilecek/tatmin edilebilecek insanlardan oluşmuyor. Bütün bu “ben yaptım oldu”cu tavırların Eski Türkiye’ye ait olduğunu, tahakkümle Yeni Türkiye söyleminin örtüşmediğini düşünüyor. Siz yine, hayat şartları sebebiyle derinlemesine düşünmeye ne vakti ne de hazır bir zihni olan kitleleri Mustafa Kemal-Vahdettin, Abdülhamid-İttihatçılar, Osmanlı-Cumhuriyet, Alevilik-Sünnilik, Laiklik-Dindarlık, Biz ve Onlar gibi sahte çatışma alanlarına çekebilirsiniz. Metin Savaş’ın “Solcumuz millî şefine toz kondurmazsa, sağcımız demokrasi şehidini sorgulamazsa olup olacağı budur.” Cümlesiyle işaret ettiği atmosferden memnun olabilirsiniz.
Ama bu yeni kuşak “benim düşünce ufkum bunlardan ibaret olamaz” diyor, itiraz ediyor ve itirazının halının altına süpürülmesini istemiyor. “İttihatçılar on yılda imparatorluğu yıktı!” diyene de “Gazali İslam düşüncesini durdurdu” diyene de gülüp geçiyor. Mensubiyete değil liyakate dikkat ediyor, kişilerin değil zihniyetlerin macerasını merak ediyor. Ve 75 milyonluk Türkiye’nin AKP-CHP-MHP-BDP-Cemaat’in toplamından ibaret olmadığını biliyor. Türkiye’nin %100 AKP yanlıları ve %100 AKP karşıtlarından ibaret olmadığını da biliyor. Bu kuşağın doğup büyüdüğü Türkiye ile Eski Türkiye arasında hem hareketlilik hem de dünyayı tanıma anlamında büyük fark bulunuyor. Türkiye bugün örgütlü bir toplum olmamanın, sivil toplum yokluğunun sancısını çekiyor. Küçük-büyük her türlü eleştiriye “sandığın” hatırlatılması demokrasinin varlığına değil 29 Şubat gibi ancak 4 yılda bir gün gelebileceğine işaret ediyor. Bundan 11 yıl önce 28 Şubat’tan duyulan rahatsızlık ve post-modern Türkiye’nin yolsuzluklarla dolu siyasetten umudunu kesmesiyle sağlanan konumlar, -o günkü zemin unutularak kişisel mükemmellikle açıklanıyor.
Sadece siyaset analizi yapılır, sadece kimin hangi partiye oy verdiği merak edilir, toplumsal değelendirmeler ihmal edilirse tabii ki son durak “ders çalışılmadığını” itiraf etmek yerine komplo teorilerine sığınmak olacaktır. Gezi Parkı eylemlerinde meydana istismarcıların, değişik “kesin inançlı” örgütlerin üyelerinin doluşması o ilk üç günkü temiz ve doğal insan profilinin sosyolojisini, toplumsal karşılığını anlamayı engellememeli. Tabii ki bu eylem de “sosyolojik realite” haline gelmiş, belli bir geçerlilik kazanmış her olgu gibi eğilip bükülmüştür. Ama burasının aynı zamanda İbrahim Tatlıses vurulunca 48 saat içinde atkıların üretilip hastane bahçesinde, Mehmet Ali Birand’ın cenazesinde cami avlusunda satışa sunulduğu ülke olduğunu, her şeyin paraya çevrilebilme kapasitesiyle beraber düşünüldüğünü unutmayalım. Siyasetteki istismar örneklerine ise hiç girmeyelim! Komplo teorilerinden, beylik laflardan uzaklaşıp sosyolojinin üzerinde durmak için büyük bir fırsat olabilir bu yaşananlar. Sadece yakıldı, yıkıldı demek en hafif tabirle kolaycılıktır.
KONFORMİZM SARMIŞ DÖRT BİR YANIMI…
Toplumsal olanı gözlemek, merak etmek ve olayın kendine has dinamiklerini tespit edip üzerinde düşünmek yerine çabucak hüküm verme/yaftalama tavrının kaynaklarını Türkiye’de organize olan her yapının zamanla içine kapanarak kadim/tarihi ölçülerin yerine grup hiyerarşisinin ürettiği ortak ölçüleri benimsemesinde bulabiliriz. İçe kapanma ve siyasi baskının dışında kendi iradesiyle hayat alanlarını daraltma tavrı insanı doğal olarak toplumsal iletişimden ve gidişatın birlikte yorumlanmasından uzaklaştırıyor. “Dar alanda kısa paslaşmalar” hayatla birebir karşılaşma halini ortadan kaldırıyor. “Körlerle sağırlar, birbirini ağırlar”dan duyulan memnuniyet sorumluluk yokluğuna delalet ediyor. Sorumluluktan kaçışın bu coğrafyadaki öteki adı; büyük genellemelere dahil olmak ve içinde kum tanesi haline gelmek. Türkiye bugün konformizmin hegemonyasını yaşıyor. Donanımsızlığı, ufuksuzluğu ve meraksızlığı sebebiyle kaçınılmaz olarak sürüklendiği noktayı bilinçli bir tercihmiş gibi sunanların ülkesi… Söz, hakikatin önünde. Bağlılık, yakınlık, sevgi iddiaları, tahkimatlar düşüncenin önünü kapatıyor, kafa rahatlığını doz aşımına götürüyor. Telegol ve Derin Futbol ekiplerinin iştahına eş bir iştahla köpürtecek konu arayan, “Kurtlar Vadisi” seyrederek Türkiye’nin iç-dış politikasıyla ilgili düşüncelerini güncelleyen bir zihin tembelliği yaygın… Fakat sosyal barışı, birlikte yaşama irademizi bu zihin tembelliğine mi kurban edeceğiz? Aynı binaları, sokağı, caddeyi, meydanı; aynı otobüsü, metroyu, tramvayı, metrobüsü paylaşan insanlar için birbirlerinin “siyasi değerler”inin önemi yoktur. Aksine “insani değerler”in gerekliliği söz konusudur. Samimiyet, masumiyet, terbiye ve kendisini başkasının yerine koymak yeterli olur. Türk toplumu çocuklarına Ali Osman adını koyarak Alevi-Sünni ayrımına karşı durmuştur. Bu toplum 50-55 yaşlarına kadar kumarla, meyhaneyle ve diğer hanelerle iştigal etmiş, sonra da sakalı bırakıp cami cemaatine dahil olmuş insanlarla doludur. Kimi kimden ayıracaksınız? “Biz” kim? “Onlar” kim? Laiklik-dindarlık ayrımını merkeze alan “değerler siyaseti”, kendisini hayatın akışına bırakmış, 10-15 yıl önce hayatını biçimlendiren ölçülerden bugün şüphe eden fertler için etkileyici olabiliyor. Sadece bu değil acı olan, “Eski Mutlu Azınlık” ile “Yeni Mutlu Azınlık”ın konformizm mutabakatı ve medyanın neredeyse tamamen bu mutabakata itaati Türkiye’nin yaşadığı sosyal değişimin yorumsuz yürüyüşünü doğuruyor.
GEZİ’DEN “TARİHİ YARIMADA” GÖRÜNÜR MÜ?
Aslında “Gezi Parkı”ndan çok daha önemli bir mekân meselemiz var: Tarihi Yarımada… Son olarak Osmanlı Arşivleri buradan Kağıthane’ye taşındı. Ve yerine de büyük bir ihtimalle otel yapılacak. Kültüre ait mekânların kendileriyle akraba mekânlarla ve binalarla beraber olması gerekirken biz bunu hiçe saydık. Fakat konu sadece Osmanlı arşivleriyle sınırlı değil; bütün bir tarihi yarımada kadim yapısından soyutlanarak kapitalizmin hizmetine sunuluyor. Mekân’ın önemini kavramak için gelin Kadir Koçdemir’in cümlelerine kulak verelim: “Mekân sosyal bir yapılanmadır. İnsanların birbirleriyle irtibata geçtikleri yerde ortaya çıkar. Sadece toprakla ya da insanla tarif edilemez; şahıslarla, kültürle, gelenekle ve mimarî ile kaimdir. Âidiyet, şahsiyet ve entegrasyon mekânda boy atar, mekânda yeşerir. Kültürel bir hafızası vardır mekânın. Unutmama istidadı vardır ki, bu istidat, şimdinin mânâsının ve geleceğin düğümlerinin anahtarıdır. Atmosferi vardır. Sarıcıdır. İnsan, nehir, rüzgâr… irtibatta olduğu ne varsa, onlarla hissî bir bağı vardır. Benimseyebilir ya da reddedebilir. Sevinç ya da üzüntüye yol açabilir. Münasip ortamını buldu mu, pür-hüzün bile olabilir. Zamanla yoğurduğu ve ısrarla muhafaza etmeye çabaladığı kendine has bir imajı (zâtiyeti) vardır. Üstelik, bunun farkındadır.”
180 yıldan beri var olan ve halen canlı bir organizma gibi yaşayan yayıncılık geleneği, özellikle yabancı turistlere 15 günlüğüne sunulacak “paketlenmiş fantastik dünya”ya ulaşmak uğruna feda ediliyor. Turgut Cansever “İstanbul’u Anlamak” adlı kitabına giren 16 yıl önceki bir röportajında tarihi yarımada üzerine bu kadar yüklenmenin sonunda Ayasofya ve Sultanahmet’in yanı başında gökdelenleri görmenin şaşırtıcı olmayacağını söylüyordu. İstanbul’un 20. yüzyıldaki dönüşme sürecinde Yahya Kemal’den Tanpınar’a, Reşat Ekrem Koçu’dan, Süheyl Ünver’e, daha yakın dönemde Turgut Cansever’den Semavi Eyice’ye, M. Şevket Eygi’den, Cemal Kafadar’a ve İlber Ortaylı’ya kadar pek çok önemli aydın makale yazdı, kitap yazdı, söyleşilere cevap verdi. Peki, herhalde üst üste konsa bir insanın boyunu aşacak olan bu yazılı düşünce birikimi önemsendi mi? Bir karşılık bulabildi mi? Doğan Kuban’ın “Planlar yapıldı ama her plan politik nedenlerle ya uygulanmadı ya da değiştirildi.” Cümlesine kulak verirsek pek de karşılık bulabildiği söylenemez. İsimlerini saydığımız aydınları ve yazdıklarını takip edenler için İstanbul, Gezi Parkı, AVM, başlıklı bir eylemin ortaya konması hiç de şaşırtıcı değildir.
DÜZENLERİN ÖZ-UZMAN AYDINLARI…
Tek parti devrinin öz-uzman aydınları vardı. Büyük bir özgüven taşıyorlardı. Bu özgüven sebebiyle dönemin bazı idareci-gazeteci ve akademisyenleri hâkimiyetleri ilelebet sürecekmiş gibi konuşuyor ve yazıyorlardı. Sonra yıllar geçti ve dönem yüksek lisans ve doktora tezlerine konu oldu. Bu çalışmaların %100 karşıtlık fikrinden yola çıkmış olanlarını bir kenara koysak bile geriye kalanlar bize bir şeyler söylemeye yetiyordu. Tezlere kaynak olarak; sadece gazete ve dergilere yansıyanlar bile önemli “yok sayma ve ötekileştirme” örneklerini barındırıyordu. Bunların en belirgin örneği Nevzat Tandoğan’ın Osman Yüksel Serdengeçti’ye söyledikleridir: “Size mi kaldı milliyetçilik yapmak! Bu memlekete milliyetçilik gelecekse de komünizm gelecekse de biz getiririz!” Eski düzenin öz-uzmanın aydınları aşağı yukarı 80’lerin sonuna kadar hakimiyetlerini sürdürdüler. Onların insani tahammülsüzlükleri ve entelektüel yetersizliklerini Alev Alatlı 1992 yılında “Viva La Muerte” adlı romanıyla gözler önüne sermişti. Ve bu dönem aynı zamanda değişimin çarklarının daha hızlı döndüğü bir zaman kesitiydi. O zamandan bu zamana televizyonun da etkisi giderek arttı. Son 15-20 yıl içinde kitle iletişim araçlarındaki gelişim, her kuşaktan numuneleri içinde barındıran bir “görüntü insanı” kalabalığını ortaya çıkardı. Sığlıkları sebebiyle popüler olmaya mecbur olanlar hariç, “her akşam başka bir televizyonda görünmeli, fikirlerimle Türkiye’yi aydınlatmalıyım.” diye düşünen belli sayıda akademisyen ve gazeteci de popülerliğin ve popülizmin tadını çıkarmaya başladı. Fakat bu popüler isimlerin önemli bir problemi bulunmakta; maalesef hangi konuda ne söyleyecekleri önceden tahmin edilebiliyor. Dün olduğu gibi bugün de ama farklı yüzlerle, ama farklı dünya görüşü iddiasıyla “düzenin öz-uzman aydınları problemi ortada duruyor. Bugünkü öz-uzman aydınların polemikten beslendiğini, hayat standartlarını korumak için çatışma atmosferini körüklediğini görmek için 20-30 yıl sonra 2000’li yılları inceleyen doktora tezlerinin yapılmasını bekleyeceğiz? “Tek oyun bilen pehlivanlar”ın Türkiye’nin gerçek gündem çeşitliliğinden ne kadar uzak durduğunu 10 yıl sonra mı konuşacağız. Türkiye zaten örgütlü bir toplum değil. Bırakın sivil toplumu, organize olmayı, en yakın arkadaşlar birbirlerinin kan grubunu bile bilmiyor. Hal böyleyken her şeyin günlük siyasete endeksli, siyasi taraftarlık çerçevesinde kalmasına razı mı olacağız? Duyarlılıkları kendi maddi varlıklarının ötesinde olanların hiçbir ikili karşıtlığı umursamayıp sahici aydına ulaşabilmeleri gerekiyor. Mahmut Çetin’in “Aydın, değişimi anlayan ve anlatan adamdır.”, Alev Alatlı’nın “Aydın, insanoğlunun dünya yüzündeki serüvenini içselleştirmeye, meselelerin neden-sonuç ilişkilerini saptamaya adanmış insandır.”, İsmet Özel’in “Okuyucusunun nabzına göre şerbet veren her yazar bir ikbal avcısıdır.” Nilüfer Göle’nin “Aydın gerektiğinde toplumsal konumuna ve toplumsal ailesine meydan okuyan kişidir.” cümleleriyle çerçevesini çizdiği ölçülerle bu toprakların gerçek aydınlarına el uzatabiliriz. Alanının teknisyeni olmayan, rutine bağlanmayan, bilgi aktarımıyla yetinmeden başkalarının göremediğini görüp ifade etmeye çalışan bir aydın tipinin arkasında durabiliriz. İhtiyacımız olan yeni zeminin tarifi için son söz “bilgiyle, üretkenlikle ve anlama arzusuyla güçlendirilmiş yeni bir toplanma yerine ihtiyaç duyuyoruz” diyen Ahmet Turan Alkan’dan gelsin: “Bu ülke kendi yerlilerini aramıyor; onlar zaten mevcut. Fikir, sanat, siyaset ve ilim dünyamızın yüzaklarını yerliler oluşturuyor; kendilerini ‘yerli’ olarak târif etmemeleri vâkıayı ortadan kaldırmıyor. İhtiyaç duyduğumuz şey yerliliğin bir itidal, muvazene, ilim anlayış ve insaf nirengisi olarak çok güçlü ve yaygın bir beraberlik şuuru halinde bir cazibe üssü haline gelmesi.”
KAYNAKLAR
1.Metin Savaş, Zemheri Kuyusu, 2.baskı, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2011, s.104.
2.Kadir Koçdemir, Küreselleşme-Koordinatları Okumak, 3.baskı, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2012, s.49.
3.“Bir Rönesans Adamı, Doğan Kuban Kitabı”, Söyleşi: Müjgan Yıldırım, İstanbul, İş Bankası Yayınları, 2007, s. 396.
4.Ahmet Turan Alkan, Yol Türküleri, 4.baskı, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2009, s.387.
HABER
Cem Sökmen’in ‘Eski İstanbul Kahvehaneleri’ kitabı ikinci baskısını yaptı
20 Mart 2016
Kategori : Kültür – Sanat
Stok Kodu : 9789754378627
Boyut : 13,5×21
Sayfa Sayısı : 200
Basım Yeri : İstanbul
Basım Tarihi : Şubat 2016
Resimleyen : Zafer Yılmaz
Kapak Türü : Karton Kapak
Kağıt Türü : 60 gr. Enso Creamy
Dili : Türkçe
“Gerçekten o devirde kahve akademinin, meslek cemiyetinin, kulübün, salonun, fikir ve sanat meclisinin bütün vazifelerini küçük tahta masalarının etrafında elinden geldiği kadar yapıyordu. O zaman anladım ki, biz bir kahve milletiyiz. Köyde kahve, mahallede kahve, mektebin önünde, cezvesinde bütün milli ve dini şuuru pişiren, ibriğinde kolektif vicdanı demlendiren, tezgahın dibinde halkı ve münevveri birbirine kenetleyen, iptidai olduğu için basit, fakat ananesi olduğu için derin ve canlı, tek ve tam bir cemiyet mihrakıdır.” PEYAMİ SAFA
ESER-AYRINTI
Marmara Kıraathanesi, Beyazıt’ta Bir Hayat Sahnesi
Cem Sökmen
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş Yayınları
İstanbul 2017
ısbn 978-605-9492-54-6
Marmara Kıraathanesi, Osmanlı’nın son döneminden geriye kalan nadide aydınlarımızı, Cumhuriyetin tek partili döneminden çok partili döneme geçiş yıllarının sancılarını yaşayan gençlerle buluşturan, kadim kültürümüzün en güzel örneklerinde biridir.
İstanbul’da kitaplarınızın ıslanmaması, ya da yorulduğunuz veya bir bardak çay içmek içeri girdiğiniz kahvehanenin masalarında oturan üstatları, şairleri filozofları görünce bir İstanbul masalının içine gireceksiniz.
“Marmara Kıraathanesi’nin hikâyesini yazan” kişiler giriş kısmında otururlar. Hem Osmanlı hem Cumhuriyet devrini yaşamış emekli hocalar, kitaplarıyla evlenmiş bekârlar, öğretmenler, akademisyenler, üniversite öğrencileri, gazeteciler, Kapalıçarşı/Beyazıt/Sirkeci esnafları aynı masada oturmuş, 1960’tan sonra Türkiye’de yaşanan toplumsal, kültürel ve siyasal değişimi berber yorumlamışlar.