X

Cevat Ülger

Cevat Ülger

mimar, öğretmen, yazar

15 Mayıs 1933 tarihinde Eskişehir’de doğdu. İlk ve orta tahsilini Eskişehir’de tamamladı. Bolu Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nden mezun oldu.

Vatani görevini İstanbul Hadımköy, Artvin Şavşat ve Ankara Polatlı Topçu Okulu’nda yedek subay olarak tamamladı. 1956 yılında Malatya Atatürk Lisesi’nde resim öğretmeni olarak iş hayatına atıldı.

1959 Yılına kadar süren Malatya çalışma döneminden sonra Eskişehir’in Mihallıççık İlçesi Lisesi’ne resim ve sanat tarihi öğretmeni olarak tayini çıktı. Burada öğretmenliğinin yanı sıra sanatsal faaliyetlerini de sürdürdü.

Eskişehir Kanatlı İşhanı’nda birlikte açtıkları resim atölyesinde hazırladıkları tablolardan ve dokuduğu halılardan oluşan ilk kişisel resim sergisini İstanbul Taksim Sanat Galerisi’nde açtı.

6 Eylül 1977 tarihinde vefat etti.

HAKKINDA YAZILANLAR

Mimar Cevat Ülger’i Anıyoruz
Mehmet Ülger

15 Mayıs 1933’te Eskişehir’de doğan Cevat Ülger, ilk ve orta tahsilini Eskişehir’de tamamladıktan sonra Bolu öğretmen okulunu bitirdi ve daha sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nden mezun oldu.

Vatani görevini İstanbul Hadımköy, Artvin Şavşat ve Ankara Polatlı Topçu Okulu’nda yedek subay olarak tamamlayan Cevat Ülger, 1956 yılında Malatya Atatürk Lisesi’nde resim öğretmeni olarak iş hayatına atıldı.

İçine kapalı bir çocukluk devresi geçiren Cevat Ülger; daha çocuk yaşlardayken nasıl, niçin, neden sorularının muhatabı oldu kendi dünyasında. Bu onu çeşitli arayışlara sevketti. Bu aynı zamanda onun mucit kişiliğini de ön plana çıkardı ve lüzumsuz eşyalardan oyuncaklar yapıp geliştirmeye başladı. Malatya Atatürk Lisesi’ndeki öğretmenlik yıllarında çocukluk döneminde geliştirdiği (makara, kibrit kutusu, ilaç şişeleri, çam kozalakları, gazoz kapakları, elbise düğmeleri, tel, çivi, … gibi lüzumsuz artık eşyalardan) oyuncak maketlerini resmedip, yapılış şekillerinin grafik çizimlerini hazırladı ve güçlü hayal dünyasında ürettiği masallara uyarlayarak 1957 yılında ilk eseri olan “Oyuncak Masalları” isimli kitabını yayınladı.

Bu arada çocuk yaşlardan itibaren içinde büyüttüğü bilime ve sanata karşı olan iştiyakı, Malatya’daki öğretmenlik günlerinde su yüzüne çıkarak yeni eserler ortaya koymak şeklinde tezahür etmeye başladı. Öncelikle tanıştığı Malatya’nın önde gelen fikir odaklarından olan Said Çekmegil’in “Siyaset Anlayışımız, Ahlak Anlayışımız, İman Anlayışımız, Diyalektik Reçeteler, Gelenek ve Gelenekçilik, Çağ Dışı, Vahye Göre Büyük Zulüm, İnsanlık Anlayışımız, Dünya İslam Devleti, Kur’an’a Muhatap Olmak ve Engelleri, Nasih – Mensuh Masumiyet ve Recm, İslâm’ın Gerçeği, Düşünceler Düşledim…” gibi eserlerinin kitap kapaklarının yanı sıra, M. Ziya Ünsel’in “Mutlu Güney, Limon Ağacı, Yeşil Malatya…” gibi kitap kapaklarının tasarımlarını yaptı. Birçoğu nonfigüratif abstrakt anlayışla bir sanat eseri olarak ortaya konulan bu kitap kapakları yayıncılık tarihinde bir çığır açarak birer tablo hüviyetinde idiler. Birbiriyle bütünlük arzeden resim ve mimari konusunda da sürekli okuyor ve birikimlerini arttırıyordu. Bu birikimlerinin ilk uygulamasını yine Malatya Kernek Camii’nin müzeyyen pencere vitraylarının, mihrap ve minberinin yeniden kompoze edilerek uygulaması şeklinde gerçekleştirdi.

1959 Yılına kadar süren Malatya çalışma döneminden sonra Eskişehir’in Mihallıççık İlçesi Lisesi’ne resim ve sanat tarihi öğretmeni olarak tayini çıkan Cevat Ülger, burada öğretmenliğinin yanı sıra sanatsal faaliyetlerini de arttırarak sürdürdü. Evinde oluşturduğu bir halı tezgahında eşi Türkan Hanımla birlikte tasarımlarını halıya resmetti ve günümüzde modern desenli halılar olarak piyasaya sürülen ancak geleneksel halı desenlerinin yok olmakla yüz yüze bırakıldığı tarzı elli yıl önce geliştirip yer halısı değil duvar halısı düşüncesiyle gerçekleştirdi. Mihallıççık’ta çocukluktan beri yol arkadaşı olarak seçtiği yoldaşı, gönüldaşı yine kendisi gibi resim öğretmeni Mustafa Kırkımcı ile resim çalışmalarını sürdürdü. Eskişehir Kanatlı İşhanı’nda birlikte açtıkları resim atölyesinde hazırladıkları tablolardan ve dokuduğu halılardan oluşan ilk kişisel resim sergisini İstanbul Taksim Sanat Galerisi’nde açtı. Döneminde çok ses getiren bu sergi ile ilgili sanat çevrelerinde özellikle Cumhuriyet ve Akşam Gazetelerinde birçok makaleler yayınlandı. (Mustafa Kırkımcı 1961 yılında elim bir kaza sonucu Hakk’ın rahmetine kavuştu. Bu tarihten sonra Cevat Ülger sanat yolculuğunu yine yalnız devam ettirmek zorunda kaldı.) Daha sonra Eskişehir’de birçok vitray, rölyef, soyut heykel, tezyinat, tefrişat, mağaza dekorasyonu, vitrin düzenleme uygulamaları yaptı. Örneklemek gerekirse Eskişehir Asarcıklı Mahmut Caddesindeki Site Apartmanının mozayik malzeme kullanılarak yapılan iç ve dış duvar rölyefleri ve bir heykel tarzındaki tunç malzeme kullanılarak yapılan kapı kolları. Köprübaşı’nda Belediye’nin karşısındaki dört katlı dersanenin merdiven aydınlatma vitrayları. Yalın olarak tek başına yaptığı eserler oldu.

Mihallıççık Lisesi’nden sonra yine tayinle geldiği Eskişehir Atatürk Lisesi, Yasin Çakır Kız Lisesi ve Eskişehir Maarif Koleji Resim ve Sanat Tarihi Öğretmenliği dönemleri başladı. Burada ideolojik olgunluk ve tefekkürün en üst düzeye çıktığı, mimari ve resme olan aşkını had safhasında yaşadığı yılların başında, ilk mimari uygulamalarını Eskişehir Köprübaşı Semti’nde Değirmen Sokak’taki “Osmanlı Mimarlık Bürosu” ismiyle açtığı mimarlık bürosunda Ali Çavuş Camii’nin a’dan z’ye tüm mimari projelendirmesi ve yapımıyla başlattı. Eskişehir‘de Seyit Hoca, Üç Çanaklı, Esentepe, Bahçelievler, Akarbaşı, Şeker Evleri, Ebe Fethiye, Şirintepe, Sümer Evleri, Orhangazi, Çifteler, Tepebaşı Cami’lerinde… Kütahya’da Kuruçay, Domaniç, Tunçbilek, Tavşanlı Camilerinde…Ankara Abidinpaşa Camii, Bilecik’in Bozüyük İlçesi’nde, Trabzon’un Çaykara İlçesi’nde, Hatay’ın Kırıkhan İlçesi’nde, Balıkesir’de, Konya’da, Konya’nın Ilgın ve Kadınhanı İlçeleri’nde… birçok cami projesi, han, hamam, otel, kaplıca, tatil sitesi, dershane, konut gibi sosyal projelerin yanı sıra; mihrap, minber, minare, şadırvan, tefriş, tezyin ve tezhip çalışmalarını ve inşaat uygulamalarını yaptı. Aynı zamanda bir dergah, sohbet ve buluşup görüşme merkezi hüviyetinde olan Cevat Ülger’in Osmanlı Mimarlık Bürosu halen hayatiyetini sürdürmekte olan “Eskişehir Mektebi”nin temelinin atıldığı merkez oldu.

Bu arada Eskişehir Maarif Koleji’ndeki öğretmenliği sırasında yetiştirdiği öğrencileri birçok ulusal ve uluslararası resim yarışmalarında 1.’lik, 2.’lik, 3.’lük ve mansiyon gibi tüm ödülleri alarak ülkemizde ve dünyada sergilenen yeni bir çocuk resmi tarzının öncüleri oldular. Öğretmenliği sırasında ders işleme sitiliyle de şahsına münhasır bir yapı sergileyen Cevat Ülger, birikimleriyle, Türk ve Dünya Kültürüne olan hakimiyeti ile, derslerde işlediği konular; çocuk dimağların kendi iç dünyalarındaki algılayışlarını kağıtlara nakşettikleri resimlerinin hepsi birer başyapıt konumundaydı. Eskişehir Maarif Koleji yıllarında yurtdışından özellikle Amerika’dan gelen Barış Gönüllüleri adı altında asli vazifeleri misyonerlik olan guruplara İslam ve Türk Kültürünü, medeniyetini anlatarak kendilerine tersinden tebliğde bulunmuştur.

Bu görsel çalışmaların yanı sıra musiki konusundaki çalışmaları, bu konuda gösterdiği faaliyetlerde takdire şayandır. 1960’lı yılların başlarında Ankara Radyosu Bağlama Takımı’nda bağlama sanatçısı olarak altı ay kadar hizmet veren ve bu birikimini gençlerle paylaşan Cevat Ülger birçok defa bağlama kursları düzenlemiş, düzenlediği konserlerle gençlerin Türk Musikisi’ne olan ilgilerinin artmasına vesile olmuştur. Muhtelif vesilelerle Eskişehir’e getirttiği Mehter Takımı ve Kastamonu Karayılan Davul Zurna Ekibi’nin verdiği konserler dönemi hatırlayanlar tarafından takdir ve hasretle anılmaktadır. Öte Yandan Eskişehir Tren Garı’ndaki akustik yapı hesap edilerek bizzat kendi sesinden dinlenilen Fuzuli’nin Su Kasidesi, Dede’nin, Itri’nin besteleri, Ege’nin zeybekleri o günleri yaşayanların kulaklarından hiç silinmemektedir. Bu günlerde ballandıra ballandıra anlatılan 100 küsür yıldır icra edilmeyen Enderun usulü teravih namazını 1965’li yıllarda rahmetli İsmail Bülbül ile birlikte oluşturdukları ilahi gurubuyla Eskişehir Kurşunlu Camii’nde kıldırıyorlardı.

Bir taraftan da bilime olan iştiyakı süren Cevat Ülger, yeni teknolojileri takip ediyor, bu konuda ben ne yaparımın sıkıntılarını çekiyordu. Uzun düşünce ve hesaplamalar sonucu, içten yanmalı motorların çalışma prensipleri konusunda projeler geliştirdi. 1966 Yılında; Japon’ların bütün dünyaya yüzyılın buluşu diye ancak 1980’lerden sonra sundukları üçgen motor, hidrojenle çalışan motor ve daha şimdilerde projelendirilmeye çalışılan su ile çalışan motor projelerini hazırlayıp İstanbul Teknik Üniversitesi’nde profesörler kuruluna sundu. Ancak uzun bekleyişlerden sonra dış güdümlü malum kafalar tarafından bir türlü gündeme alınmayarak projelerin üstü örtülüp sümen altı edildi.

Bilimsel çalışmalarının yanı sıra mimari çalışmalarını da aralıksız olarak artan bir ivme ile sürdüren Cevat Ülger 1966 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Ankara Kocatepe’de yaptırılacak olan bir cami için proje yarışması düzenledi. Cevat Ülger bu yarışmaya Ankara’ya İslam Türk Kültürü’nü remz edecek Osmanlı Mimari Tarzı’nın modern malzemelerin kullanımıyla geliştirilerek günümüze uyarlanması temel fikrinden hareketle katıldı. Ama bilmiyordu ki yarışmanın düzmece, göz boyama olduğunu. Bu da adet yerini bulsun yarışmalarından biriydi. 1.’si, 2.’si, 3.’sü hatta mansiyon ödülleri dahi önceden dağıtılmış, sonucu baştan belli olan yarışmalardan. Çünkü bu proje Mimar Fatin Uluengin’e, Pakistan İslamabad’taki ve Fas Rabat’taki Kral Hasan Camii’leri Vedat Dalokay’a paylaştırılmıştı.

Daha sonra Eskişehir’de Reşadiye Camii’nin proje ve proje’nin tatbiki çalışmalarına başladı. Bu camii’nin tüm detay projeleriyle bizzat tek tek ilgilendi. Filpaye başlıklarından, mahfel altı sütun başlıklarına ve hatta sütun başlıklarını hepsi ayrı modelde olmak kaydıyla modellerini çıkartıp, kalıplarını hazırladı ve tüm sütun başlıklarını betonarme olarak hazırladı. Diğer taraftan bir heykeltıraş gibi çalışarak kubbe altı mukarnaslarını, şerefe altı ve mihrap içi mukarnaslarını hazırladı. Minberini, kürsüsünü, müezzin mahfelini, korkuluklarını, kapı kitabe ve sövelerini, mihrapçelerine varıncaya kadar en ince detaylarını dahi projelendirmekten geri kalmadı. Bütün bunları malum cami yaptırma ve yaşatma cemiyetlerine rağmen yaptı. Onun azmi netice olarak böyle muhteşem bir eserin ortaya çıkmasına vesile oldu.

Aynı şekilde 1970’li yılların başında Kayseri Kalesi’nin Bitişiğindeki Eski İki Kapılı Camii’nin yerine inşa edilen Refik Bürüngüz Camii’nin projelendirme proje tatbiki işine başladı. Burada Eskişehir’deki ortama nisbetle çok daha kolay ve güzel bir ortamla karşı karşıya kaldı. Çünkü burada muhatabı idare heyeti değil, bir tek şahıstı. Bu eserini de aynı Eskişehir Reşadiye Camii’nde olduğu gibi tek tek, nakış nakış işledi ve gerçekten muhteşem bir eser çıktı ortaya. Bu eserin yapımı sürerken İstanbul’un Küçüksu Semti’nde de Hacı Zihni Gürler adına Koca Sinan’ın Üsküdar Şemsipaşa diğer adıyla Kuşkonmaz Camii’ne nazire yaparcasına biblovari küçücük bir şaheser koydu ortaya.

Ancak Cevat Ülger bir taraftan toplumun başı boşluğuğunu, vurdum duymazlığını düşünüyordu. Ve kaleme aldığı yazısında:

RİTMİN GÜCÜ VE RİTME DAVET

Konservatuar mezunu bir arkadaşım, zengin plâk koleksiyonunu dinletirken, 20. yüzyıl müziğinin en mühim karakterinin ritmsizlik olduğunu uzun uzun anlatırdı; ritmsizlik ve melodisizlik. Sayısız modern müzik eserlerini dinler, fakat neden «a ritmi»ye ve «a melodi»ye lüzum duyulduğunu pek düşünmezdim; bana pek mühim gelmezdi bu… Şimdi düşünüyorum, şiirde de aynı şey; onda da ritmden kaçma, bir nevi ölçüsüzlük, dağınıklık var. Resim, heykel, mimarlık ve baleyi de rahatça bu anlayış içinde kabul edebiliriz.

Bu hal yakın zamana kadar dikkatimi çekmiyordu, mühim bulmuyordum; onun da güzeli olabilirdi, öbürünün de…

Ama bir hadise beni başka türlü düşündürmeye başladı: İşim vardı, şehrin en kalabalık ve geniş caddelerinden birine doğru yürüyordum. Fakat caddede olağanüstü bir kalabalık olduğunu fark ettim. Davul sesleri de geliyordu. Heyecanlı insan kalabalığı caddenin iki yanını tamamen kapatmıştı. Ben de girebildiğim kadar yanaştım. Bulunduğum yerden, insan kalabalığı olmasa, cadde sonuna kadar görünecekti; ama insan duvarından caddeyi tam göremiyordum. Biraz sonra davul sesleri yaklaştı; zurnalar da eklenmişti. Mehter takımı geçiyordu! Mehteri teşkil edenleri göremememe rağmen, davul zurna seslerini duyuyor, sancak ve tuğları rahatça görüyordum. Evet, sancak ve tuğlar şaşılacak kadar heyecan verici bir şekilde, önce sağa doğru hareket ediyorlar ve sağın en ucunda duruyorlar, sonra sola doğru gidiyorlar. Bu alabildiğine ağır dönüş, eğiliş ve duruş, yirmi davul ve yirmi zurna, bir o kadar kös, nakkare, zil, kudümün yine ağır müziği ile içiçe titretici bir güçle devam ediyordu. Şaşırmış şekilde bu «ağır ve şahane» ritmi caddenin sonuna kadar yaşadım. Mehter ilerde yana döndü, kayboldu. Davulların derinden gelen ritmi devam ediyordu.

O günden beri kendimi ritmin gücü karşısında buldum. «Ritm»de, «ölçü»de, şaşılacak bir güç vardı. Yine tesadüfen gittiğim bir festivalde gördüğüm Erzurum ekibini daha iyi hatırlıyorum şimdi… Barları… Davul ve müzikle meydana gelen vücut hareketi şaheserleri; altı figürün duruşu, kolların birden kalkışı, bekleyiş, bu sükût ve duruşla hareketin ritminin kaynaşması, derken en beklenen zamanda ayak figürlerinin başlaması ve ritm… (Bahsettiğim barlar, başbar, dikine bar, veysel bar, sarhoş bardır. Hançerle oynanan, bana biraz basit duyguları tatmin için uydurulmuş gibi geldi.) Artık iyice inandım; malzeme ne olursa olsun, «ritm»de şakaya gelmez korkunç bir güç vardı. Eskiler bunu anlamış ve içine girmişlerdi. Onunla içice şahaserlerini, her sahada hayallerin üstündeki yüksekliklerde vermişlerdi. Mimaride mekân, ışık ve gölgenin, HAT’la biçimin, edebiyatta şiirin, müzikte sesin ritmi…

Bugün sormaya başladım: Bugün «ritm» kime ne yaptı? Neden ona karşıyız? Neden «a ritm» iye meylediyoruz?

Sebepleri araştırırken, bir yanda «pür – saf sanat ve estetikle başbaşa kalma» kabul edilebilir. Fakat görmemezlikten gelinen ve asıl ağır basan sebep, bir önceki devre «kontrast – zıt» olma kabul edilebilir. Bu —bilhassa ikinci— büyük sebeplerin yanında, belki sayısız küçük sebepler de bulunabilir.
Fakat işte bir devir daha geçti; a ritmik, ölçüsüz, ritme ve onun gücüne «bozulan-kızan» bir devir… ŞİMDİ DE ONA KONTRAST OLMAK hakkımız (ve lâzım) herhalde. Tabiî olarak ritmin içinde olmak, onun gücünü yaşamak ve heyecanlanmak gereğinin devrindeyiz.

Mimarînin, rengin, biçimin, sesin, edebiyatın «şair»lerini ritme davet ediyorum; ritmin gücüne… Ondan kaçış bize hiç de mühim şeyler kazandırmadı. Ama onunla içice olan devirlerin dev şaheserleri ortada. Ritmin sarhoş edici ve kendinden geçirici gücü içinde ortaya koyulacak şiirleri; edebiyatın, musikinin, biçimin, rengin, mimarinin şiirlerini bekliyoruz. Ve, şairleri davet ediyoruz… Diyordu.

Tabii bu sanatsal çalışmalarının yanı sıra fikri yapılanmasını da sürdüren Cevat Ülger’in, dönemin makbul dergilerinde Büyük Doğu, Diriliş ve İslam Düşüncesi… Dergileri’nde birçok makaleleri yayınlandı. Eskişehir de Muammer Erdiş ve Suat Fıratlı ile beraber halen öğrenci yetiştirmekte olan “Eskişehir Mektebi”nin temellerini attılar. Eskişehirde bir cafe tarzında açtıkları ve “Çay” ismini verdikleri mekanda Türkiye’nin kaderini değiştirecek geleceğin şahsiyetleri yetişti. O öyle bir mektep ki, Rahmetli Üstad Necip Fazıl’ın Büyük Doğu İdeolocyası’nın temelindeki yapı taşı oldu. Bu mukaddesatçı fikrin gördüğü rağbet Anadolu’nun dört bir yanına yayılmaya başladı. Sürekli konferanslar veriyor ve etrafındaki ideolocya halkası her geçen gün büyüyordu.

1967’lerin sonunda aktif mücadelesi sebebiyle öğretmenlikten ihrac edilen Cevat Ülger 1968 yılında İstanbul’a taşındı ve mücadelesine kaldığı yerden devam etti. Bunca yıl sürdürdüğü bütün mimari çalışmalarının önüne diploması olmadığı için projelerine atamadığı resmi imzalar ket çekiyordu. Bunun üzerine 1969 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Okulu’nun gece bölümüne kaydını yaptırdı ve 1974yılında bu okuldan 1.’likle mezun oldu.

Cevat Ülger hayatının İstanbul döneminde 1971 yılında MNP ile Türkiye’de yeni filizlenmeye başlayan mukaddesatçı, milliyetçi siyasi hareketin içine çekilmek istendi. O hareketin bizzat içinde olmaktansa dışından destek vermeyi yeğledi.

Bu arada Türkiye Yeşilay Derneği’nin çıkartmakta olduğu “Mavi Kırlangıç Çocuk Dergisi”nde Kiraz Bekir İsimli çocuk çizgi romanını çizmeğe başladı. Ve 1973 Yılında Milli Gazete’nin Yayın hayatına girmesiyle, gazetenin birinci sayfasında “Karamehmetler” imzasıyla günlük siyasi karikatürler çizdi. Kübik şekillerin hakim olduğu tek ve kararlı çizgi sistemiyle oluşturduğu karikatür tarzı diğer sanat kollarında olduğu gibi karikatürde de bir ilkin başlangıcı oldu. Vefatına kadar günlük siyasi karikatürlerine devam eden Cevat Ülger’in “Oyuncak Masalları”, “Demet”, “Ritmin Gücü ve Ritme Davet” isimli yayınlanmış üç kitabı bulunmaktadır.

Ancak bir yazarımız şöyle diyor:

“Büyük Mimar, Çağdaş Sinan… Yeni malzeme ile eski mimarînin hayatiyetini devam ettiren ve erbabına göre malzeme avantajıyla bazı noktalarda Mimar Sinan’ı aşan gerçek sanatkâr.
Şahsiyetinin verdiği ilham bahsinde, sadece, dünya çapında bir fikir tezgâhını temsil eden İBDA’yı göstermek yeter.

Cevat Ülger (Karamehmetler) in yazılarını tertiplerken, televizyonda «iz bırakanlar» diye bir dizi vardı. (1984)

Sümüklü böcek de iz bırakır! Dava iz bırakmakta değil, onun keyfiyetinde.
Ve çoğu, keyfiyet ölçüsüyle sümüklü böcek cinsi adamlar söz konusu edildi de, 60’tan fazla eser sahibi mimarımız yok!

Albert Camus, yazarın tanınışıyla eserin tanınışı arasındaki farkı izaha benzer bir mektubunda, yazar olarak tanınmak için kitap yazmaya ihtiyaç olmadığını, gazete köşesinde onun «şu kitapların sahibi» diye tanıtılışıyla, okuyucunun onu kitabını bilmeksizin tanıyışını, aslında bunun tanınmayış olduğunu söyler.

«At ölür meydan kalır» misali, yokluğu bir keyfiyet boşluğu doğurmayan yazar ve sanatkarlar ordusu içinde, eserinin dikilişi ve kıymetine mukabil ismi gölgelenenlerin başına Cevat Ülger (Karamehmetler) konulsa yeridir.

— «Şu cami ne kadar güzel!»

— «O mu? Mimar Sinan’ın!»

Bu, Cevat Ülger (Karamehmetler) in eserinin haysiyetini gösterir diyeceksiniz. Öyle!
Ancak, gerçek sanatkâra gösterilmesi gereken ve onu lif lif açarak bizzat kendi haysiyetini heykelleştiren dava anlayışı, onun semtine uğramadı. Nerde kaldı ki televizyon!

Konferanslar serisiyle Anadoluyu baştan başa ayaklandıran Necip Fazıl, hakikati görmemek için kıçını dönen, böylece gördüğü hakikatin ezikliğini yaşadığını ifşa eden basının tavrını kapak yapmıştı:
— «Üzerimize bir milyon ton sükût külü döküyorlar!»

Cevat Ülger (Karamehmetler) karşısındaki, müslüman ve sanatkâr veya yazar geçinen çevrenin tavrı ise, düpedüz şapşallık!

Her şahsiyetli sanatkârın kaderi midir nedir, bu şapşallığın hainlikle elele görünüşü de bizde tecelli etti!

— «Ondan bahsetmeyin, ismini söylemeyin, tanımayın, anmayın!» Deseniz ki:

— «Allah aşkına bunlar insan mı?» Derim ki:

— «Bu sözün de ancak insanı incitir!»

Ve, onları incitemeyeceğimi bile bile, bizzat Büyük Doğu Mimarınca yakıştırılan sıfatlarını saydıktan sonra eklerim:

— «1975’den beri ite ite şapşallığınızı sergileyen ve gecekondularınızı yıkarak fikir, fiil ve sanatta ufuklar açan beni, Necip Fazıl’ın vefatından sonra gömmeye çabalarken, tezadı içinde bir ahmaklıkla tanımıyorsanız, yollarda benim bırakıp sizin konduğunuz «değişik» parsa hakkı için, annenize sorunuz! Çocuk babasını tanımıyorsa, suç anasının!»

Kaderin, Cevat Ülger (Karamehmetler) çapında bir sanatkârı bana yakın kılması ve bir ikisi hariç yayınlanacak vasat bulamayıp 20 seneden fazla pinekleyenleriyle beraber yazı dosyasının bende kalması, zevken idraka mevzu ayrı bir dava! Onun şansı olduğu kadar, benim de şansım!”
Bir başka yazarımız “Şu Dünyayı Eleklerden Geçirsek” yazısında;

“Şu dünyayı eleklerden geçirsek”, memleketin resmi, özel bütün okullarını, kolejlerini tarasak, öğrencilerine “Eğer canınız şimdi resim yapmak istemiyorsa Tom Miks, Teksas okuyabilirsiniz” diyecek; onlara Lagari Hasan Çelebi’den, Hezarfen Ahmed Çelebi’den, Levni’den, Paul Klee’den, Braque’dan, Kel Aliço’dan, Sezai Karakoç’tan, Mimar Sinan’dan, Sadullah Ağa’dan, Gandhi’den, Kierkegaard’dan, Dokuzuncu Senfoni’den, Balıkesir Pamukçuköy Bengisi’nden ve kimbilir daha nelerden nelerden, hem de onların anlayacağı şekilde, hem de hepsini ağzının içine baktırarak bahsedebilecek bir tane, ilaç için bir tane öğretmen (“ne öğretmeni, muallim!”) bulabilir miyiz?

Tuvalde başladığı “nonfigüratif” macerayı, evindeki dokuma tezgahında halılara, kilimlere taşıyan; ıskarta malzemelerden çocuk oyuncakları yapan; giydiği ceketin, gömleğin, ayakkabının modelini kendisi çizen; bağlama çalan; sadalı bir kubbe görünce aşka gelip gülbank çeken; okula motosikletle gelip giden nalbant bıyıklı bir “resim öğretmeni” bulabilir miyiz?
Herhalde bulamayız…

Zaten o zamanlar da, ondan başka bulunamazdı.
Nitekim Milli Eğitim Bakanlığı da Eskişehir Maarif Koleji’nde böyle bir “öğretmen” olduğunu duyar duymaz kendine yakışan tepkiyi göstermekte gecikmemiş ve bu “imalat hatası”nı derhal öğretmenlikten ihraç etmişti…

O da ne yaptı biliyor musunuz?

Gidip DGSA Mimarlık Yüksek Okulu’na kaydoldu ve 1975 yılında “diplomalı mimar çıktı”.

Kırkiki yaşındaydı.

Artık projelerini çizdiği camiler için “imzacı mimar” aramak zorunda kalmayacak, Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği başkan ve idare heyeti azalarına laleden de âlem olabileceğini anlatabilmek için daha az dil dökecek, bazı “na-mütenasip” levhaları ortadan kaldırmak için teatral sakarlıklara müracaat etmeyecekti.”

Diğer bir yazarımız ise;”Öğrenen Öğretmen ve Öğreten Öğrenci Olmak” başlıklı yazısında:
İlk öğretimden yüksek öğretime kadar bütün eğitim kurumları, öğrenen öğretmenleri, öğreten öğrencileriyle, ülkelerin omurgasını oluştururlar. Eğitim öğrencilere bilgi kazandırma, kazanılan bilgiyi yararlı hale getirme sürecidir. Ömür boyu devam eden bu süreçte, yaşı ve işi ne olursa olsun, herkes hem öğreten öğretmen, hem de öğrenen öğrencidir. Öğrenme ve öğretmenin yeri ve zamanı yoktur. Toplum öğrenmesini öğrenmek zorundadır.

İnsan hayatını öğrenmeye ve öğretmeye adamalıdır. Bir insanın en büyük ve getirisi en yüksek varlığı, bilgi ve tecrübe birikimidir. Bir insan sahip olduğu bütün varlıkları kaybedebilir. Bilgi ve tecrübesi ise, insanın kaybetmeyeceği tek varlığıdır. Bu yüzden, her ülkede eğitim günlük politikanın dışında tutulur. Öğrencileri ve öğretmenleriyle eğitime yapılan yatırım, bir ülkede getirisi en yüksek olan yatırımıdır.
Eğitimin öneminin bilincinde olan, Eskişehir Odunpazarı Belediye Başkanı Burhan Sakallı’nın öncülüğünde, “Öğretmenler Günü” armağanı olarak, Mustafa Özçelik’in derleyip hazırladığı “Eğitime Adanmış Hayatlar” yayınlandı. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Yahya Kemal’i, Mustafa İsen’in Orhan Okay’ı anlattığı kitapta ben de, Nabi Avcı’dan Ahmet Kot’a pek çok aydın üzerinde derin izler bırakmış, sıradışı öğretmen Cevat Ülger’i anlattım.

Anadolu insanının ümit ve güven kaynağı ve her dönemin öğretmeni Yunus Emre’nin bilim için söyledikleri, eğitim için de söylenebilir. Ülkelerin geleceğini aydınlatan eğitim, eğitimi bütün boyutlarıyla kavramaktır. Eğitimin, derinden kavranabilmesi için de, insanın kendisini bilmesi, iç ve dış dünyasını güzelleştirmesi gerekir. İnsanın kendisiyle birlikte çevresini de güzelleştirmeyen eğitim, eğitim değildir.” Diyor.

6 Eylül 1977’de Hakk’ın rahmetine kavuşan Mimar Cevat Ülger’i (Karamehmetler) rahmetle anıyor, eserlerinden ve fikriyatından istifade etmek için 33 sene beklememek gerektiğine inanıyoruz.

HAKKINDA YAZILANLAR

CEVAT ÜLGER VESİLESİYLE
Hayreddin Soykan
Aylık Dergisi, Nisan 2009

Geçtiğimiz günlerde vefat eden, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun kıymet hükmüyle “Üstad” Mimar Turgut Cansever hakkında kaleme almayı planladığımız bir makaleydi aslında bu. Ancak, “mimarî” bahsinde ruh dünyamız bakımından “çığır açıcı” kıymeti takdir edilmesi gereken ve adı sanı “unutturulmaya” yüz tutmuş bir “dev”, bir “dahi” daha vardı ki, öncelikle onu yâdetme ve yetersiz de olsa vefâ gösterme borcu hissettik. Bir başka deyişle, ülkemizde “yeni” bir sanat ve mimarî geleneği tesis edilecekse yahut daha doğru bir ifadeyle, “kadîm” sanat ve mimarî geleneğimize “yeni” bir ruh ve anlayışla ve “yepyeni” bir halka olarak eklenilecekse, bu bahiste mümtaz bir “öncü”yü zikretmekle işe başlamak bize en doğru tutum olarak gözüktü. İşte, ülkemiz sanat ve mimarîsi için değerini ve “kimliğini” kendisinden öğrendiğimiz İBDA Mimarı’nın da hakkında yıllar önce bir eser neşrettiği, mimar, ressam ve karikatürist (ve daha birçok ünvanın da sahibi) Cevat Ülger’le başlamamıza vesile olan keyfiyet bu şekilde.

Cevat Ülger Kimdi?

Cevat Ülger üzerine Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun yazdığı ve 1985 yılında İBDA Yayınları arasından çıkmış “Ritmin Gücü ve Ritme Davet” adlı nâdide eser dışında, hatırladıklarımız ve rastladıklarımız arasında onun kimliğine dair yapılmış en güzel değerlendirmelerden biri, değerli yazar ve ilim adamı Nabi Avcı’ya âit. 6 Eylül 2002 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’nde “Şu dünyayı eleklerden geçirsek…” başlıklı güzel makalesinde, şöyle yazıyor Avcı:

«Ebedî aleme 25 yıl önce bugün göçen Cevat Ülger, Milli Gazete’de “Karamehmedler” imzasıyla karikatür de çiziyordu. Yukarıdaki karikatür onun çizimlerinden…

“Şu dünyayı eleklerden geçirsek”, memleketin -resmî, özel- bütün okullarını, kolejlerini tarasak, öğrencilerine “Eğer canınız şimdi resim yapmak istemiyorsa Tom Miks, Teksas okuyabilirsiniz” diyecek; onlara Lagarî Hasan Çelebi’den, Hezarfen Ahmed Çelebi’den, Levnî’den, Paul Klee’den, Braque’dan, Kel Aliço’dan, Sezai Karakoç’tan, Mimar Sinan’dan, Sadullah Ağa’dan, Gandhi’den, Kierkegaard’dan, Dokuzuncu Senfoni’den, Balıkesir Pamukçuköy Bengisi’nden ve kimbilir daha nelerden nelerden, hem de onların anlayacağı şekilde, hem de hepsini ağzının içine baktırarak bahsedebilecek bir tane, ilaç için bir tane öğretmen (“ne öğretmeni, muallim!”) bulabilir miyiz?

Tuvalde başladığı “nonfigüratif” macerayı, evindeki dokuma tezgahında halılara, kilimlere taşıyan; ıskarta malzemelerden çocuk oyuncakları yapan; giydiği ceketin, gömleğin, ayakkabının modelini kendisi çizen; bağlama çalan; sadalı bir kubbe görünce aşka gelip gülbank çeken; okula motosikletle gelip giden nalbant bıyıklı bir “resim öğretmeni” bulabilir miyiz?

Herhalde bulamayız…

Zaten o zamanlar da, ondan başka bulunamazdı.

Nitekim Milli Eğitim Bakanlığı da Eskişehir Maarif Koleji’nde böyle bir “öğretmen” olduğunu duyar duymaz kendine yakışan tepkiyi göstermekte gecikmemiş ve bu “imalat hatası”nı derhal öğretmenlikten ihraç etmişti…

O da ne yaptı biliyor musunuz?

Gidip DGSA Mimarlık Yüksek Okulu’na kaydoldu ve 1975 yılında “diplomalı mimar çıktı”.

Kırkiki yaşındaydı.

Artık projelerini çizdiği camiler için “imzacı mimar” aramak zorunda kalmayacak, Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği başkan ve idare heyeti azalarına lâleden de alem olabileceğini anlatabilmek için daha az dil dökecek, bazı “na-mütenasib” levhaları ortadan kaldırmak için teatral sakarlıklara müracaat etmeyecekti.

Bu arada Milli Gazete’de de “Karamehmedler” imzasiyle karikatürler çiziyordu.

6 Eylül 1977’de Rahmet’e kavuştu…

Kırkdört yaşındaydı…

Allah gani gani rahmet eylesin.

Mekanı cennet olsun.»

Büyük mimarı böyle yâdediyor sevgili Nabi Avcı. Bize de, böyle bir “giriş” vesilesiyle daha iyi anlaşılmasını arzu ettiğimiz, İBDA Mimarı’nın mezkûr eserindeki şu Cevat Ülger portresinin mânâsı üzerinde dikkatle durup düşünmek düşüyor:

«Mimarî merkezi etrafında, ressam, karikatürist, Ankara Radyosu Bağlama Takımında çalacak kadar müzik kültürü olan, Klasik müziğimiz ve Batı Klasik müziğinde ergin bir zevk sahibi olarak bana tefekkürde malzeme verecek kadar çarpıcı hükümler sahibi bulunan, çocuk psikolojisini derinden sezen ve kültür emperyalizmi bahsinde hiç kimsenin göremediklerini görüveren, otururken, susarken, konuşurken ve bütün aleladelikler içinde gören göze varlığıyla mesaj veren… Mühendislikten makineye, çocuk oyuncaklarından halı dokumaya kadar geniş ilgi sahası. Fikirde, en kesin hükümleri bile, elinin tersiyle ve çoğu zaman farkında olmadan deviriveren bir mizaç. Ve taşla ahenk kurucu olma sıfatından olsa gerek, ahenk keyfiyetini en çarpıcı bir zevk seviyesinden tadarak bir anda değer biçen… Bu yüzden Divan şiirimizin ustalarından okuduğu şiirlerin nasıl ruhunuza sindiğini, cereyan veriliyormuşcasına duyardınız. Benim şiir kumaşımda müthiş uyarıcı etkisi, onun duyarak bu okuyuşundan olmuştur! Kendi yaşıtlarından başlayarak gelen “çocuk sanatkârlar” keyfiyetinin karikatürize edilişi de, bendeki en büyük etkilerinden! İşte adam, işte adamcıklar! Hele onun dil hassasiyeti…

Ruhumu Necib Fazıl’da bulduysam, “plâstisite” zevkini, heyecanını ve davasını onunla idrak ettim!»

“Ritmin Gücü ve Ritme Davet”

Cevat Ülger’in sanat, sanatlar ve kendi sanatı (başta mimarî ve resim) üzerine yaptığı değerlendirmelerde dikkati çeken başlıca unsurun, ondaki “ritm” tutkusu olduğu söylenebilir. “Ritm”, zaman içindeki “ölçülü” akış ve “âhenkli” hareket mânâlarına gelen bir kavram. İnsan faaliyetlerini sezgi-duygu, düşünce ve iradî davranışlar olarak üç merkezî noktada toplayabildiğimize nazaran, bunların her birinin “zirve” şahsiyetleri olarak, sezgi ve duyguda “sanatkâr”ın olduğu kadar, düşüncede “fikir ve ilim adamı”nın veya iradî davranışlarda “aksiyon kahramanı”nın, yani aslında tüm insanlığın duyduğu “nizam” aşkı, ihtiyacı ve zorunluluğunu da görüyoruz burada. Çünkü “nizam” da, ölçü ve ölçülü hareket demek aynı zamanda.

“Nizam” ve “nizam aşkı”, “ölçüsüz-rastgele” davranışlarda bulunmaya değil de, belli bir esasî “ölçü” merkezinde toplanma, düzenlenme ve yayılmaya nişâne bir haslet, hasret, hareket ve biçim ifadesi. “Bir” asılda, merkezde ve kökte toplanıp, kademe kademe ve âhenkli biçimde zamana-mekâna yayılma ifadesi. “İç”le irtibatını kaybetmeksizin, âhenkli ve düzenli biçimde “dış”a açılmanın veya böyle bir düzenli “gel-git” seyrinde hep “iç”te toplanmanın ifadesi. Özetle, nizam ve intizam içindeki “akış” ifade yahut iradesidir “ritm”.

Hemen anlaşılacağı yahut anlaşılması gerektiği üzere, varlık ve oluş kabilinden ne varsa, kâinatın her unsuruna nakşedilmiş kuşatıcı bir “Nizam”ın İNSAN nezdindeki ifadesidir bu aynı zamanda: Tüm yollar O’nun tahtına çıkar, O’nun cezbesine tutulmuşcasına herkes ve her şey O’nu arar, O’na akar. İçimizde duyduğumuz, dışımızda gördüğümüz ve hem içimizde hem dışımızda aradığımız “nizam”, O’na duyduğumuz ihtiyaç ve iştiyakın tercümesi aslında. Allahsız bile bir “tabiat nizamı”ndan bahsedip, “tabiat kanunları”nı arıyor ya! “Kanun” da ölçü demek oysa. İnsanoğlu, herkes ve her şey için takdir edilen “hüküm” ve “hikmet”in arayışında.

Aynı çizgide, akıp giden zamanın içinden “zamanüstü”ne, gelip geçici olandan “solmaz ve pörsümez olan”a sıçrama ve hep “Mutlak Varlık”la irtibatlı yaşama isteği, bizim “var olma ve var kalma” isteğimizdir. Buysa, duyarken, düşünürken ve iradî davranışlarda bulunurken, kendimizi rastgele akışa bırakmak ve rastgele davranmak yerine, niçin daima “kendimizi aşma” ve bizi aşan bir “ölçü”ye uygun davranma şevk ve zorunluluğu hissettiğimizin cevabını verici. Ancak bizi aşan, bizi kuşatan ve hayatımıza nizam veren esasî bir “ölçü”ye ve bunun kademeleşmesi hâlindeki “ölçüler nizamı”na bağlı yaşadığımızda gerçekten mutlu oluyoruz. Bizi bize gösteren bir “ayna” gibi, herkeste ve her şeyde bu “ölçüler nizamı”nın ifadesini gördüğümüzde gerçekten mutlu oluyoruz. Kısaca ve uzatmadan, herkeste, her şeyde ve her yerde, “nizam” veya “ritm”i arıyor, “nizam” veya “ritm”i özlüyoruz. Mayamız bu, kaderimiz bu, varoluş zevk ve mesuliyetimiz bu. Ve yine “ölçü” mânâsına, “zorunluluk” derken kasdımız hep bu.

Akışta nizam ve intizamsızlıksa bir “ritm bozukluğu”dur ki, sebebini dışarıda aramazdan evvel, kalbdeki “ritm bozukluğu”dur hâlli gereken. “İç”tir dışı tanzim eden ve “dış”tır içe tesir eden. “Nizam”ın olmadığı yerde, “içteki bozulma” dışa yansır, “dıştaki bozulma” daha da ifsad eder içi. Fert veya toplum, ev veya şehir, “kollektif nizamsızlık”…

Demek ki, bizi “ritme davet” edip, bizden “ritmin gücü”nü idrak etmemizi taleb ederken, büyük usta Cevat Ülger’in sanat diliyle terennüm ettiği hakikat, “O’nun nizamına davet” ve “O’nun nizamının kudreti”ni idraktir esasında:

«Mimarînin, rengin, biçimin, sesin, edebiyatın “şair”lerini ritme davet ediyorum; ritmin gücüne… Ondan kaçış bize hiç de mühim şeyler kazandırmadı. Ama onunla içiçe olan devirlerin dev şaheserleri ortada. Ritmin sarhoş edici ve kendinden geçirici gücü içinde ortaya koyulacak şiirleri; edebiyatın, musikinin, biçimin, rengin, mimarînin şiirlerini bekliyoruz. Ve, şairleri davet ediyoruz…»

İçimizdeki ve Dışımızdaki Mimarî

“Komple sanatkâr” vasfını hâiz Cevat Ülger’in, sanatların tümünü “muhtelif malzeme ile yapılan biçimlerin şiiri” olarak nitelendirmesi çok çarpıcı ve son haddiyle ufuk açıcı. İBDA Mimarı’nın kaleme aldığı “Ritmin Gücü ve Ritme Davet” adlı eserde, şöyle sesleniyor büyük mimar:

«Sanatlarda birçok hareket noktaları olmakla beraber, asıl çıkışın ve hakimiyetin “estetik” olduğu besbellidir. Ve sanatların, güzelliğin ve estetiğin özü, acaba şiir midir? Resim, renk ve biçimlerin; heykel, madde ile biçimin; mimarî, mekânların şiiri… Ve hatta şiir, kelimelerin, şiirin şiiri mi? Bu mevzular alabildiğine açık… Biz de ne söylesek, hangisini kabul etsek olacaktır. Ve herhalde yukarıda şübheli bıraktığımız cümle, hakikate çok yakındır. Sanat, muhtelif malzeme ile yapılan biçimlerin şiiri olabilir.»

Şiirin “öncü” bir “sanat dalı” olmasının yanı sıra, asıl müşahhaslardan mücerrede yükseltici, âlemdeki “çokluk” prangalarından kurtarıp “birlik” katına uçurucu ve mücerredin başdöndürücü zirvelerinin soluğunu ruhumuza doldurucu bir “idrak biçimi” de olduğu, yani bilinmezi kendi tarzıyla bildirici ve görünmezi kendi tarzıyla hissettirici bir “şiir idraki” yahut “zevken idrak” keyfiyetinin de ismi olduğu hatırda tutularak, “sanatların şiir merkezli birliği” bahsinde, işte Şair Mirzabeyoğlu’nun hükmü; “Şiir ve Sanat Hikemiyatı” adlı eserinden:

«Şiir dili… Güzel sanatlar, renk, ses, söz, hacim, buud, pırıltı ifadesi halinde her tecellisiyle şiirdir; ve şiir, Allah’ı arama gayesi peşinde bir iç âlem düzeni, kendisini temin eden unsur ve vasıfların kıvam noktasında “vukubulmuş” bir dildir!»

Böylelikle, içimizdeki ve dışımızdaki mimarîyi nasıl temin edebileceğimizin, içimizi ve dışımızı nasıl mâmur edebileceğimizin yolu da aydınlanıyor:

Herkeste, her şeyde ve her yerde yolları O’na çıkarıcı, her şeyiyle O’na bağlı ve her şeyi O’na bağlayıcı bir “şiir idraki”yle âlemşumûl bir “nizam” mimarîsini, tek bir unsuru hariçte bırakmayıcı bir “fert ve toplum nizamı”nı temin… Öyle bir “nizam” olacaktır ki bu, “birbirini birbirine gösterici sonsuz sayıda ayna” misâli, hem kendi içinde hem çevresindekilerle birlikte, herkes ve her şey “aynı” birlik ve bütünlükte eriyecek; yapılan her iş “şiir”, yapan herkes “şair” olarak, “aynı” merkezî “ölçü”nün yolverdiği “ölçüler manzûmesi” altında kaynaşıp kenetlenecektir. “Bir” kökte toplu gövde, dallar, yapraklar, çiçekler ve meyveler misâli…

Ne var ki, yüzyıllardır mahrumuz bu âlemşumûl “şiir”den, bu “şiir idraki”nden, “mücessem şiir” hâlindeki âhenkli cemiyetten ve içli dışlı “şiir mimarîsi”nden. İç dünyamızın ritmi, dış dünyamızın şekli bozuk; ne evimizde, ne işimizde, ne okulumuzda, ne toplumumuzda ve tabiî ne de dünyamızda bir âhenk, bir huzur, bir nizam ve intizam var. Evde oturan kadar, evin bizzat kendisi biçimsiz. “Ev” güzel olsa, asıl “şehir” biçimsiz. “Çevre” desen, bir çöplük. Amerika’da yapılan ilmî bir araştırma, “çevre”nin kirli, binaların biçimsiz ve “çevre sâkinleri”nin ölçü tanımaz olduğu bir yerde, her türlü suç ve nizamsızlığın bulaşıcı bir hastalık gibi sirayet ettiğini isbatlıyor. İçli dışlı yaygın ve salgın “nizamsızlık” ki, işte insanımızın, toplumumuzun, çağımızın ürkütücü fotoğrafı.

Şu hâlde gereken belli: İnsanlığı, “öncü ve kurucu” şairlerin izinde, yaradılış gayesine ve yaratıcısının kudretine, şiire ve şiirin gücüne, ritme ve ritmin gücüne davet ederek, her bir ferdi kendi işinin ritmini tutturmuş, kendi işinin “bütün”le âhengini kurmuş birer “şair-sanatkâr” kılmak. Burada “mimarî”, iç ve dışı aynı “bütün”de kaynaştırıcı, birbirinin aynı ve birbirini tamamlayıcı kılıcı bir “sembol”dür ki, için dışı tanzimi ve dışın içe tesiriyle, maddî manevî tüm iş, oluş, eser ve verim şubelerini kuşatıcı bir “remz”dir nazarımızda. İdealimiz, tek bir ferdin kalbinden dünya insanlığının ruhuna, evimizin mimarîsinden şehrimizin cadde ve binalarına, şehrin altyapısından yeryüzünün tüm bir müşahhas dokusuna uzanan bir “cihan nizamı”dır; “yeni dünya mimarîsi” veya “yeni dünya düzeni”dir.

“Büyük Doğu-İBDA ideolocyası” dediğimiz, zaten başka nedir; İBDA Mimarı’nın ifadesiyle:

“Ferdin ve toplumun inşaındaki bütün esasları veren fikirler manzumesi.”

Tam bu noktada ritmin bizce asıl mânâsı billurlaşıyor ki, bir şeyin yeniden “inşaı”, hiçbir ölçü endaze tanımaz bir “yenilik garabeti” değil, bizi “biz” yapan “belli ölçü ve kalıblar”ın, zamanın “akış”ı içinde, yeni zaman-mekan şartları dikkate alınarak, hâlihazırdaki imkanlar kullanılarak, yeni biçimlere ruhen sindirilmesi, aynada “kendimizi tanıyacağımız tarzda” şeklen hatırlatılması ve ruhsuz bir kabuğun tekrarı değil de, canlı bir bünyenin yaşatılması meâlince geleceğe taşınmasıdır.

Şekil itibariyle hiç kimse, ebediyen “gençliğindeki” insan olarak kalamaz. Buna rağmen, gençlik hâlini bildiğimiz bir insanı, en olgun çağında dahi “ilk bakışta” tanırız, o da aynada “hemen” tanır kendini. Öyleyse bize, baktığımızda “kendimizi tanıyamadığımız”, yüzyıllardır fecaatini yaşadığımız ve bizi bize “yabancılaştıran” kirli, puslu ve kırık aynalar değil, ruhta ve maddede, evde ve sokakta, her fertte ve her yerde, bizi en yeni hâlimizle bize gösteren berrak ve muntazam aynalar lâzım, böyle bir mimarî ve böylesi mimarlar lâzım. Büyük mimar Cevat Ülger’in, kendi uzmanlık sahasında çok sayıda eserle isbatçısı olduğu gibi:

“Bin yıldan fazla tarihî tekâmülünü çok iyi bilen, bununla beraber dünya mimarîsinin bugünkü durumunu, hatta yarın alabileceği şekli çok iyi bilen, modern betonarmeyi ve bütün inşaat tekniklerini çok iyi bilen, tarihî Müslüman Anadolu mimarî unsurlarını devrin tekniği ile birleştirecek, idealist, kabiliyetli mimarlar…”

“Yapmalı, etmeli” tarzında bir ömür aynı yerde dönüp duran kifâyetsizlerden olmayan ve rüyasını “60’tan fazla” esere nakşeden Cevat Ülger’in mimarî geleneğimizdeki “öncü” mevkii, “Türk Mimarîsi” mevzulu akademik bir metinde şöyle zikrediliyor:

«Mimar Cevat Ülger ise projelerini her yönüyle klasik özelliklere sahip olarak hazırladığı Kayseri’de Bürüngüz, Eskişehir’de Reşadiye ve Tepebaşı camileriyle İstanbul’daki Küçüksu camilerinde aynı zamanda ananevî-geleneksel inşa tekniklerini kullanmış, detaylarda ise sağlamlık ve ekonomik olma gibi özellikleri sebebiyle çağdaş malzeme ve tekniklerden de faydalanmıştır.»

Ruhu şâd olsun.

Kategoriler: C
Benzer Biyografiler