gazeteci, yazar
1951 yılında İstanbul’da doğdu. Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. 1978-79 yıllarında Aydınlık Gazetesi’nin Brüksel Temsilcisi’ydi. 1979-83 yılları arasında aynı görevi Akajans için sürdürdü. Bürüksel temsilciliği görevini, 1983-91 yılları arasında Cumhuriyet ve Güneş gazeteleri için yaptı. Çeşitli yabancı gazete ve dergilerde makaleleri yayınlandı. 1991 yılından 2012 yılı haziran ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Bu tarihten itibaren Taraf gazetesinde yazmaya başladı. 1991’de Gazeteciler Cemiyeti’nin Yılın Köşe Yazarı Ödülü’nü aldı.
HAKKINDA YAZILANLAR
Çeşitli kadınlardan birçok renk ve tonda çocuğu var
LATİF DEMİRCİ
Hürportreler
Hürriyet 2002 İlavesi
Hadi’nin Hürriyet köşe yazarlığı döneminde tek çocuk sahibi olması ilginçtir. Söylentilere göre müessese sözleşmesine tek
çocuk maddesi koymuş.
1951 yılında İstanbul’da doğan Hadi, halen 600 aylıktır… Laik, klasik, batı tandansları olan ailesini tanıdıkça, minik Hadi henüz ilkokul çağlarında Avrupa Birliği bazında çocuklar yetiştirmeye kafasını takmıştı. Nitekim, lise 1’i bitirdiği yıl (Yanılmıyorsam Saint Mişel Fayfır) atletinin altına iğnelediği 200 dolar, 6 markla (günümüzün 140 euro’su) tramvayla geldiği Sirkeci’den trene bindi… Tren Sofya’ya girdiğinde kompartımanda tanıştığı bir kızdan, nurtopu gibi bir çocuğu olmuştu.
O yaşta sorumluluk sahibi olan Hadi, hemen bir Mitka Gribceva kartpostalının arkasına ‘‘Bir daha asla dönmüyorum’’ yazarak, dönüş biletiyle birlikte kundağa sokup, yavruyu memlekete ailesinin yanına postaladı…
*
Aslında Andre Wajda’yı kadın yönetmen zannettiğinden Polonya’daki Los Akademisi’nde sinema okumak istiyordu. Oysa daha liseyi bitirmemişti! Akademide ‘‘Sen git de babanı gönder’’ gibilerinden terslenince kapağı Belçika’ya attı.
Belçika’da henüz çiftleşme mevsimi başlamadığından bir süre çalışma kamplarında damızlık olarak vakit geçirdi.
1978-79 yıllarında, gözlerini çektirerek Aydınlık gazetesinin Brüksel temsilcisi oldu. Çin yemeklerini çubukla yemekte zorlanınca, aynı görevi 1979-83 yılları arasında Akajans için sürdürerek tekrar Osmanlı mutfağına döndü. 1983-91 yılları Cumhuriyet ve Güneş gazetelerinde yazdığı cinsel, tensel yazıları ‘‘Hadi canım, bunun diline vurmuş aslında tık yok’’ şeklinde eleştiriler aldı. Hal böyleyken, Hadi’nin çeşitli kadınlardan, bir o kadar renk ve tonda çocukları Avrupa’da fink atıyordu.
Sevgilisiz kaldığı bir dönemde (minimal) kendini yazının kollarına attı ve karşılığında 1991 yılında Gazeteciler Cemiyeti’nin ‘‘Yılın Köşe Yazarı Ödülü’’ dünyaya geldi. Ödül şu an 10 yaşında Brüksel’de Hadi’yle birlikte yaşıyor.
*
Neyse, 1991 yılında Hürriyet’e köşe yazmaya başlayan Hadi’nin, bu dönemde tek çocuk sahibi olması ilginçtir. Söylentilere göre müessese sözleşmesine tek çocuk maddesi koymuş.
Birçok yayınevinin ısrarına rağmen ‘‘Kitap Planlaması’’ bahanesiyle kitap sahibi olmamış, klasik yollarla korunmuştur.
Üç karısından, biri dişi dört yavrusuyla kurduğu aşiret, çekirdek ailenin sonu olmuştur.
Hadi Uluengin, halen Hürriyet’te yazar, Brüksel’de yatar…
SÖYLEŞİ
68 kuşağı sahte bir efsane
Zaman 10 Haziran 2012
Hadi Uluengin, medya dünyasındaki en ilginç yazarlardan biri. İçe dönük, münzevi bir hayatı var. Mümkün olmadıkça evinden dışarı adım atmıyor, 92 yaşındaki annesi hariç pek kimseyle görüşmüyor. Çok kısa bir süre önce Hürriyet’ten ayrılarak Taraf’a geçen Uluengin ile birlikte annesi Selma Hanım’ı ziyaret ettik, anılarını dinledik.
Taraf, Hürriyet’e göre maddi imkanları kısıtlı bir gazete, maddi açıdan Hürriyet’ten ayrılmanız risk değil mi?
Doğru, şüphesiz ben de aynı kanaatteyim. Taraf’la konuşmadan önce benim asgari ihtiyaçlarımı karşılayıp karşılamayacaklarını sordum ve öyle ayrıldım. Artık 61 yaşına geldim paradan ziyade zihni ve vicdani rahatlık istiyorum.
Taraf’a başladığınız gün ruh halinizi ‘sonsuz mutluyum’ şeklinde özetlediniz. Sizi böylesine mutlu eden Hürriyet’ten ayrılmak mıydı yoksa Taraf’a geçmek miydi?
21 sene ekmeğini yediğim bir müessese hakkında kötü bir laf etmek istemem. Taraf’a geçmiş olmak beni mutlu etti, çünkü ezelden beri aynı dalga boyutunda olduğumuz insanlarla şimdi aynı mekândayız. Buna da biliyorsunuz liberaller deniyor. Her ne kadar bu kelime bana itici gelse de bu açıdan baktığınızda Taraf’a geçmekten sevinç duyuyorum.
İlk yazınızda, “Hezimetten ders çıkartamadıkları ve kişiliklerindeki vasatı aşamadıkları için dehşet bir kindarlık içgüdüsüne kapıldılar, her türlü baskıya karşı çıkan bizlere nefret kusuyorlar” dediniz. Sizi döneklikle suçlayanlara karşı yapılmış bir eleştiriydi bu değil mi?
Biz, 1960’lı yılların sonunda ahlakî, vicdanî ve insanî değerlerle yola çıktık. Kendilerini hâlâ solcu sananlar, çizgiden sapmadıklarını iddia edenler, o insanî, vicdanî ve ahlakî boyuttan son derece uzaklaşmış durumdalar ve o gün yola çıktığımız değerlerin tam zıddını savunuyorlar.
Bugüne bakınca ne değişti peki?
Ben değişmedim. Değişen onlar. Mesele hezimeti kabullenmemekten kaynaklanıyor, çünkü hiçbir zaman yenilgiyi kabul etmediler, bunun özeleştirisini, kökten ve radikal bir şekilde hesaplaşma yapmadılar. Ben kendi adıma bunu yaptım. Ne zamanki benim mensup olduğum hareket 12 Eylül 1980 günü darbeyi destekledi, ben o an köprüleri attım ve en az 10 yıl Marksizm’i yeniden gözden geçirdim.
‘Döneklik’ yakıştırması Türkiye’de niçin böylesine pervasızca kullanılıyor? Bir insan gençlik yıllarında gönül verdiği ideolojiyle ilerleyen yıllarda yüzleşemez mi? Bu anormal bir durum mu?
Bu dönekli yakıştırması Batı ülkelerinde karşılığı olan bir kavram değil. İnsanın kendini sorgulaması son derece normal. Aslında hem benim hem de 60’lı yıllarda sola bulaşmış insanların izlemiş olduğu parkur son derece sıradan, son derece normal ve abartılacak bir yanı olmayan bir şey.
Neden bir 68 kuşağı efsanesi var peki?
Bir sahte efsane, bir sahte mitos oluşturuluyor. Aslında bütün mesele buradan kaynaklanıyor. Biz feodal bir toplumuz. Sanki kendini sorgulamak bir suçmuş bir cürümmüş gibi algılanıyor. Dolayısıyla bu durum, kendilerini hâlâ solcu ve Marksist olarak adlandıranların kendi feodal önyargılarını kıramamış olduklarından kaynaklanıyor.
Gazetecilik maceranız nasıl başlamıştı?
Brüksel’e ilk gittiğim yıllarda profesyonel militanlık yaptım. Daha sonra Aydınlık Gazetesi’nde muhabirlik yapmaya başladım. Benim bu konuda yeteneğimin olduğunu anlayan örgüt temsilcimiz militanlıktan vazgeçmemi, bir burjuva gazetesinin temsilcisi olmamı istedi.
Doğu Perinçek ile de o dönemde mi tanıştınız?
1969-70’te İstanbul Teknik Üniversite-si’nde tanışıp onu lider olarak görmeye başladım. Brüksel’e gelince benim evimde kalırdı. Militan lider ilişkisinden öteye bir ahbaplığım olmadı.
Siz, Hürriyet’te yazarken bir doku uyuşmazlığınız vardı gazete ile. Hep ayrıkotu olarak görülüyordunuz…
Bu doğru. Ben yazarak ekmek parasını kazanan biriyim. Yazdığım gazeteden değil yazılarımdan sorumluyum. Geçmişteki bütün yazılarımın altına imzamı atarım.
Son dönemde AK Parti’ye yöneltilen ‘devletçi reflekslerle hareket etmeye başladı’ eleştirilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mademki bizler kendimizi liberal olarak tanımlıyoruz şu bilinmeli, bizim çizgimiz ayrı, AK Parti’nin çizgisi ayrı. En azından ben kendi adıma konuşayım. Kimseye açık çek vermiş değilim. Pragmatik olmayı, mağdurdan yana tavır almayı tercih ettim.
Uludere ve sonrasında yaşananların etkisi var mı görüşlerinizde?
Ben Başbakan’ın iki yıl önceki tutumunu çok daha olumlu olarak görüyordum. Son dönemlerde ise devlet söylemine yakınlaşmaya başladı. Uludere, bunun yansımalarından biri. Belki de iktidar derin devleti bitirdiğini sanıp muktedir olduğuna inanınca tutumunu değiştirdi.
Lise diplomam olmadığı için sinema eğitimi alamadım
Lise ikide babanız sizi Brüksel’deki bir yaz kampına gönderiyor ama siz dönüş biletinizi yırtıyor ve uzun yıllar orada yaşıyorsunuz. Bu bileti yırtma mevzuu bir şehir efsanesi mi yoksa gerçek mi?
Kesinlikle doğru. Trene biner binmez dönüş biletini yırttım!
Neydi sizi böylesine başına buyruk hareket ettiren?
Çok cüretkârdım. Brüksel’e gittikten sonra zaten istesem de dönemezdim çünkü 12 Mart muhtırası olmuştu. Ben aslında sinema yönetmeni olmak istiyordum. Polonya’da çok iyi bir okul olduğunu biliyordum. Polonya olmayınca Brüksel’de şansımı denedim. İmtihanları kazandım ama lise diplomam olmadığı için gidemedim.
Brüksel’de evinize gelen misafirleri bir müddet sonra nazikçe kovuyormuşsunuz…
Evet. Böyle bir yanım var. İçe dönük münzevi bir hayat yaşıyorum. Öyle çok dışarı çıkan, sosyal ilişkileri olan bir insan değilim. Son derece çekingen içe dönük biriyim. Babam da öyleydi. Alışkanlıkları olan, klasik anlamda bir burjuva gibiyim. Objelere bağlı olan, kitaplarının yeri değiştirilse deli olan biriyim… Aynı zamanda son derece düzenliyim.
Camia diyerek doğru bir tanımlama yaptığımı düşünüyorum
Hizmet hareketi için camia tanımlamasını ilk siz kullanmıştınız. Neden böyle bir tanımlama yapma ihtiyacı hissettiniz?
Cemaat dediğiniz zaman sayı itibarıyla daha kapalı, marjinal, parametreler itibarıyla daha katı olan bir yapılanmayı kastediyorsunuz. Camia dediğiniz zaman ise daha geniş kapsamlı, ortak paydalı bir oluşum anlaşılıyor. Fethullah Gülen camiasını kastettiğiniz zaman Hocaefendi’nin birtakım yaklaşımlarını onaylayan onları doğru bulan, aynı zamanda belirli konularda daha geniş yelpazeye yayılabilen insanları anlıyoruz. Ben bunu kastetmiştim ve doğru bir tanımlama yaptığımı düşünüyorum.
Türkiye’de özellikle Ergenekon davası sürecinden sonra her olumsuzluğun faturasını hizmet hareketine kesmek isteniyor. İçeri alınan gazetecilerde ve şike davasında bunu gördük mesela. Ne amaçlanıyor olabilir?
Söz konusu camianın olumsuz olarak algılanması için her türlü öcünün, korkunun ve propagandanın yayılmasını isteyenler var. İkincisi de belki camianın şeffaflaşmak konusunda çekincelerinin olması, daha muhafazakâr davranması kafalardaki soru işaretlerini artırmış olabilir.
Babam, 6-7 Eylül olaylarında Rum ortağının evinde günlerce nöbet tuttu
Doğup büyüdüğünüz semt olan Fatih sizin için ne anlam ifade ediyor?
Baba ve anne tarafım yedi kuşaktır Fatih Cibalili. Burada doktor olan büyük dayılarımın muayenehanesi vardı. Bizim evde hep büyük Fatih yangınları konuşulurdu. O dönemde semtteki bütün evler hep ahşapmış. Ben Laleli’de doğdum. 10 yaşıma kadar burada büyüdüm. Ortanın birazcık üstü insanların oturdukları bir semtti.
Anne ve babanız yanılmıyorsam Batılı yaşam tarzını benimseyen bir aileydi…
Babam matbaacıydı. Son derece de entelektüel biriydi. Aynı zamanda iyi resim yapardı. Nadir bulunan bir kütüphanesi vardı. Kendi kendini yetiştirmiş bir insandı. Darphanede uzun yıllar çalıştı ve daha sonra kendi ofset matbaasını açtı. Annem ise ev hanımıydı. Ailem, Batılı yaşam tarzını benimseyen bir aile olmasının yanında geleneklerine de bağlıydı.
Matbaacılık aile mesleği miydi?
Baba tarafımın hepsi de bahriyeliymiş. Babam, Rum ortağı Koçi amcam ile mesleğe başlamış. Koçi amcam, sanki aileden biriydi. Babam 6-7 Eylül olaylarında Koçi amcamın Yeşilköy’deki evinde günlerce nöbet tuttu. Onun kılına halel gelsin istemiyordu. Koçi amcam, Yunanistan’a taşınınca bile babam ilişkilerini koparmadı. Onu ziyarete gitti. Babam beyin kanaması geçirdiği dönemde Koçi amcam ölmüştü. Annemler bu haberi babam üzülmesin diye yıllarca sakladı.
Saint Joseph Lisesi’nde zor günler geçirip ayrılmak zorunda kalmışsınız…
Ben aslında Robert Koleji’ne gitmek istiyordum ama babam disiplinli olduğu için Saint Joseph’e gönderdi. Son derece disiplinli ve tutucu bir okul olduğu için ayrılmak zorunda kaldım. Sınıfın sonuncusuydum. Benim uğraş alanlarım farklıydı!
Neydi sizin uğraş alanlarınız?
Solculuk falandı. Daha çok kitaplarla ilgileniyor, ders çalışmıyordum. Marjinalliğe meyilli bir çocukluğum vardı. Salim Rıza Kırkpınar komşumuzdu. Bana kitaplar verirdi. Babamın naaşı gömülürken Salim amca o gür sesiyle Yahya Kemal’in Rindlerin Ölümü şiirini okumuştu…