Halide Nusret Zorlutuna

şair, yazar

öğretmen

1901 yılında İstanbul’da doğdu. Erenköy Kız Lisesi’ni bitirdi. Bir süre İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde eğitim gördü.

1924 yılında başladığı öğretmenlik görevini İstanbul Kız Lisesi ve yurdun çeşitli yerlerindeki liselerde sürdürdü.

1926 yılında süvari yarbayı Aziz Vecihi Zorlutuna ile evlendi. 1957 yılında Ankara Kız Teknik Öğretmen Okulu’nda görevliyken emekliye ayrıldı.

Şiir yazmaya Mütareke yıllarında başladı.

Kurtuluş Savaşı’nın etkisi ve heyecanıyla Milli Edebiyat Akımı’na katıldı. Şiirlerinin yanı sıra hikaye, deneme, roman türlerinde eserler verdi. Milli Edebiyat Akımı içinde değerlendirilen şiirlerinde geleneksel ölçü ve anlayışa bağlı kaldı.

Şiir, hikaye ve düzyazıları Milli Mecmua, Aydabir, Çınaraltı, Hisar, Ayşe, Töre ve Türk Kadını gibi dergilerde yayınlandı.

10 Haziran 1984 tarihinde vefat etti.

ESERLERİ:

ŞİİR:
• Geceden Taşan Dertler (1930)
• Yayla Türküsü (1943)
• Yurdumun Dört Bucağı (1950)
• Ellerim Bomboş (1967)
• Git Bahar
• Sevmek

ROMAN:
• Küller (1921)
• Sisli Geceler (1922)
• Gül’ün Babası Kim (1933)
• Aşk ve Zafer (1966)
• Aydınlık Kapı (1974)
• Büyükanne (1971)
• Beyaz Selvi (biyografik roman)

ÖYKÜ:
• Beyaz Selvi (1945)
• Büyük Anne (1971)
• Aydınlık Kapı (1974)

HATIRA:
• Benim Küçük Dostlarım (1948)
• Bir Devrin Romanı(1978)

MEKTUP:
• Hanım Mektupları (1923)

AİLE

Halide Nusret Zorlutuna; Yazar İsmet Kür’ün kardeşi, Emine Işınsu’nun annesi, Pınar Kür’ün teyzesidir.

HAKKINDA YAZILANLAR

Halide Nusret Zorlutuna
Mehmet ÇINARLI
TÖRE Mayıs 1976

Halide Nusret adını ilk defa Konya Lisesi’nin orta kısmına yatılı öğrenci yazıldığım yıllarda duydum (1937 -1940). Şiire meraklı olduğumu öğrenen, büyük sınıflardaki ağabeylerimiz, bana – ballandıra ballandıra-iki şair arasında çıkan bir kavgayı anlatmışlardı. Halide Nusret adında bir hanım şair, erkeklere çatan bir şiir yazmış, Faruk Nafiz de ona gereken cevabı vermiş. Hailde Nusret’e ve Faruk Nafiz’e ait olduğu söylenen manzumeler defterden deftere aktarılarak büyük bir hızla yayılıyordu. Bu manzumeleri ben de defterime not etmekte gecikmedim.

Karşı cinsi suçlayan, yerle bir eden her iki manzume de, ağır bir dille yazılmıştı. Yatılı bir erkek mektebinin öğrencileri olan arkadaşlarım ve ağabeylerim, Halide Nusret’e ait olduğu söylenen manzumeyi okurken öfkeden kuduruyor, Faruk Nafiz’in ona verdiği ileri sürülen cevaba gelince son derece keyifleniyorlardı.

İş bununla kalmadı: Fırsatı ganimet bilen bir sürü şiir heveslisi, Halide Nusret’e cevap yazıp, erkekleri yiğitçe savunmak ve bu yolla ucuz bir şöhrete ulaşmak hevesine kapıldılar. Şimdi, o yıllarda tuttuğum şiir defteri elim de olsa, bu kahramanların adlarını verebilirdim. Ama, yazdıklarını istesem de yaymlayamam. Çünkü, kadınlarla erkekler arasındaki manzum kavga düpedüz küfür ve hakarete dönüşmüştü.

Bize gelen şaheserlere (!) göre, hırsını alamayıp, kavgayı sürdürüp duran erkeklerdi. Acaba kız okullarına da kadınların cevabları mı gönderiliyordu ? Bilmiyorum.

İşin aslına gelince… Bunu Halide Nusret’in kendisinden dinleyelim. “Bir Devrin Romanı” adiyle Hürriyet Gazetesi’nde tefrika edilen hatıralarında Zorlutuna, Erenköy Kız Lisesi’nde öğrenci iken, Faruk Nafiz’in Musaffa ve Zübeyde adındaki iki hala kızı ile arkadaş olduklarını söyledikten sonra, şöyle diyor: “Musaffa ile Zübeyde dayılarının oğlu Faruk Nafiz’in şiirleriyle mağrurdular. Bir yandan da ona “Bizim sınıfta bir şaire yetişiyor” diye öğünmüşler.. O da “Kadınlar ellerinin hamuruyla bu işlere karışmasalar iyi ederler!” gibi sözler etmiş, onları kızdırmış, sonra da bu dediklerini Musaffa’nın sarı yapraklı müsvedde defterine yazarak bana göndermiş. Teneffüste üçümüz baş başa verip bu alaylı, küçümseyen yazıları tekrar tekrar okuduk. Sinirlendik. O zamanlar, kadın – erkek eşitliği davasının başlangıç seneleri; bu konuda tartışmak modası almış yürümüş.. Biz durur muyuz, hemen bir güzel cevap hazırladık; oturup Musaffa’nın defterine itina ile yazdım bu yazıyı; arkadaşlarım sevinçle alıp Faruk Nafiz’e götürdüler.”

İşte kavganın esası bu. Erkekleri hicveden o şiiri kendisi yazmadığı gibi, kadınlara hakaret eden mısralarım da Faruk Nafiz’e ait olmasına ihtimal vermediğini, Zorlutuna bir çok defa, yazı ile sözle açıklamıştır. Ama, yukarıda sözü gecen hatıralarında anlattığı sarı defterli kavgadan dolayı Faruk Nafiz’le aralarına uzun süren bir soğukluk girdiğini aynı hatıralardan öğreniyoruz: “Daha sonraki seneler, Celâl Sahir, Halit Fahri, Orhan Seyfi… Nazım Hikmet gibi bir çok şairlerle tanışmış olduğum halde, Faruk Nafiz’le selâmlaşmazdık bile… Aramızda sanki bir düşmanlık vardı.”

Halide Nusret’in erkeklere hitaben kendi ağzından uydurulduğunu söylediği manzume, o tarihlerde O’nun bütün şiirlerinden daha fazla bir yayıl ma ve okunma gücü kazanmıştır. Buna, şairin kendisi de, şaşıp kaldığını söyler.

Ben, Halide Nusret’e şöhretin kapılarını açan ve bütün şiir severlerin gönüllerinde yer eden, “Git Bahar” şiirini bile, senelerce sonra, ancak lise sıralarına geldiğim zaman görüp okumak fırsatını bulabildim. Çekil, bu gölgeli yolda gezinme, Bahar, bakışların yine pek sarhoş! Yanılıp gönlüme misafir inme, Kapısı kilitli, mihrabı bomboş, Mabeddir orası, meyhane değil.

Git bahar, git bahar., uzaklarda gü1, Denize renginden bırak hediye. Ufuklarda gezin, semaya süzül, Kalbime sokulma “peymane” diye, Gördüklerin kandil.. Peymane değil! “Git Bahar” şiiri 1919 yılında yazılmıştır. Birinci Cihan Savaşı’nın verdiği acılar, üzüntüler, yokluklar ve çaresizlikler üstüne bir de Mondros mütarekenamesinin utanç verici ağırlığının çöktüğü; İstanbul’un düşman işgaline uğradığı, zulmün, işkencenin sınırı olmadığı yıl…

“1919 yılının baharı işte böyle bir İstanbul’a bütün güzelliği, bütün haşmeti ve çılgın neşesiyle çıkıp gelmişti. Ona : “Safa geldin, sofalar getirdin!” demeye imkân var mıydı ? O harikulâde güzel renkler, gölgeler, kokular, ışıklar, deli bir neşeyle cıvıldaşan kuşlar beni boğuyorlardı sanki. Ben de elimde olsa baharı boğacaktım. Ama elimde değildi, onu sadece kovuyordum.”

Böyle diyor, Halide Nusret. Fakat biz ilk gençlik yıllarımızda “Git Bahar” şiirini okurken, böyle şeyleri aklımıza bile getirmiyor, Şair’e bu şiiri olsa olsa bir aşk küskünlüğünün yazdırdığını sanıyorduk. Şiirin, üzerine basa basa tekrarladığımız kıt’ası da şu idi :

Ziyalar, kokular, sesler, çiçekler..
Ömrünün her günü bir başka düğün!
Bülbüller koynunda aşkı çiçekler..
Güller dökülürler göğsüne bütün,
Gerçekten güzelsin, efsane değil.

Biz, çok şükür, barış yıllarında doğmuş büyümüştük. Devletimizin katılmadığı İkinci Dünya Savaşı, zaman zaman yüreğimizi ağzımıza getirmiş, ekmeği az miktarda vesikayla yememize, şekere uzaktan bakmamıza sebep olmuşsa da, bize annelerimizin, babalarımızın çektiği cinsten dayanılmaz acılar getirmemişti.

O zamanlar esen havaya göre, en büyük üzüntünün erkek – kadın ilişkilerinden doğduğunu sanır, Çalıkuşu Feride’ye ihanet edip onu diyar diyar dolaştıran Kâmuran’a içerler, aşk yüzünden canına kıyan Graziella’ya gözyaşı döker, Verter’le ah ederdik.
“Git bahar” şiiriyle şöhrete erer Halide Nusret, git dediği baharın peşini de kolay kolay bırakmaz. Aynı mısra düzeni ve kafiyelerle 1939 yılında “Gel, Bahar!”, 1949 yılında da “Bahar Geldi” şiirini yazar.

“Gel Bahar!” da şöyle diyor:

Ben mi çıldırmışım, sen mî delirdin?
Yalvaran sesimden bu kaçış neye ?
Git dediğim zaman koşar gelirdin,
Gel şimdi de inan bu efsaneye!
Şimdi günler birer peymanedir gel !

Şairimize, kovduğu baharı, yıllar sonra, yalvararak geri çağırtan, her halde, o sırada oturmakta olduğu Kars ilimizin uzun süren kışı ve şöhretli soğuğu değildir. Her ne kadar şiir :

Gel bahar, erit bu yolun karını

diye başlıyorsa da, ondan hemen sonra :

Geçen seneleri anmayalım hiç.

diyerek, bize sırrının kapısını aralıyor ve :

Şimdi günler birer peymanedir, gel!

mısraıyla asıl yazılış sebebini açığa vuruyor. Üstadımız artık üzüntülü yılları geride bırakmış, mutlu bir aile yuvasında, huzur içinde yaşamaktadır. Baharı çağırmaz da ne yapar ?

1949 yılında yazdığı üçüncü bahar şiiri, 1951 yılında Hisar dergisinde yayınlanmış. Bu şiirde bir yandan geçmiş güzel yılların geri gelmeyeceğine hayıflanış, öte yandan Tanrı’ya yöneliş var :

Yıllardır kaybettim o tatlı sesi,
Bir türlü içimde ötmez o bülbül,
Bir ömre bedeldi bir tek nağmesi,
Hem ötmez, hem içten gitmez o bülbül
Kalbim sükûtuna kâşane oldu.
…………
Hasret dedikleri zorlu ateştir:
Bekledim, bağrımı dağladı gül gül.
Artık gelse de bir, gelmese de bir
Dermanı yanmada, bulan bu gönül”
Vahdet şarabına meyhane oldu.

“Bahar Geldi” şiiri 1951 yılında yayımlandığına göre, demek ki. Halide Nusret, Hisar’ın çıkışının daha ikinci yılında, derginin yazı ailesine katılmış.

O tarihte oturduğu ev de dergi idarehanesine pek yakındı. Hisar, benim oturduğum, Öncebeci, Bahadırlar Sokak’tan yönetilir, Zorlutuna’lar da Hukuk Fakültesi’nin yanından yukarı çıkan Erdem sokakta otururlar. İşime gidip gelmek için, her gün birinin önünden geçerdim. Böyle olduğu halde, bir kere bile ziyaretlerine gittiğimi hatırlamıyorum. Sanırım, benden yaşça da, şöhretçe de çok ilerde bulunan bir hanımla sert bir paşa olduğunu işittiğim eşini ziyaret edersem, çok resmi disiplinli bir hava içine girip sıkılacağımdan korkuyordum.

Üstad’la umumî yerler ve toplantılar dışında, ailece görüşmemiz ve O’nun iftihar ettiğim dostluğunu kazanabilmem, ancak bu çeşit korkuları attıktan sonra mümkün olabilmiştir. Yakından tanıyınca, Halide Nusret’in ne kadar samimî, nazik ve alçakgönüllü bir hanımefendi olduğunu anlamakta gecikmedim. Sanatçı heyecanını ve amatör ruhunu da -yılların geçmesine rağmen- aynen muhafaza ettiğine hayretle şahit oldum.

Halide Nusret, 70 yaşını geçtiği halde şiir yazmaya devam eden nadir şairlerimizden biridir. Hisar’a her şiir gönderişinde, beğenip beğenmediğimi merak eder ve heyecanla sorar. Yeni çıkan yazı ve şiirlerimizi, kendisi okuyamazsa, mutlaka birisine okutur, takdirlerini, tenkitlerini günü gününe bize ulaştırır. Bizden daha genç, daha yeni şairleri de oldukça yakından izlediğini biliyorum.

Bize son yolladığı ve Hisar’ın Nisan 1976 sayısında yayınladığımız “Yüzükoyun” başlıklı şiiri üzerinde özellikle durmuş, bu şiiri dikkatle okuyup, kanaatimi açıkça söylememi ısrarla istemişti. Şiiri, istediği gibi, dikkatle okudum, fakat neden bahsettiğini pek iyi anlayamadım.

Yalandı söylediklerin, Yüzde yüz yalandı, biliyorum.
diye başlayan şiirin :

Ya inansaydım, sevgilim,
Düşünsene bir, Ya inanıverseydim sana?
mısraları özellikle beni şaşırtıyordu. Acaba, bu sevgili kim olabilirdi? Bu bir erkekse, şiir, Üstad’ın yaşına ve başına uymazdı; “Sevgili” den kastedilen Tanrı ise “Yalandı söylediklerin” “Ya inanıverseydim sana” mısraları ne oluyordu? Şiiri, o sırada dergiye gelen Yavuz Bülent Bâkiler’e gösterdim. O da işin içinden çıkamadı. Sonunda Üstad’a azıcık takılmaya karar verdik. Telefonu açtım :

– Şiirinizi okudum Üstad’ım,
– Beğendin mi?
– Beğendim, fakat ne demek istediğinizi pek iyi anlayamadım. Düşündüm, taşındım, sizin yeni bir aşka tutulduğunuza ve bu şiiri o sebeple yazdığınıza karar verdim. Yavuz Bülent de bu kanaatıma iştirak etti.
– Hay aklınızla bin yaşayın. Demek bu yaşta ha?
– Aşkın yaşı olmaz.
– Ayol, ben gençliğimde bile, sizin anladığınız manada bir aşk şiiri yazmadım.

Bunları söylerken, azıcık da öfkelenmiş olduğunu hissettim. Telefonu kapattıktan biraz sonra, bu sefer kendisi açtı :

– Durumu sana açıklamaya karar verdim…

Sesi kederli ve heyecanlı idi. Şiirde anlatılan olaya çok önem verdiği belliydi. Öyle bir ruh hali içindeyken kendisine takılmak istemekle baltayı taşa vurduğumu anladım.

Bana üstü kapalı anlattığına göre, yakınlarından birisi, o günlerde, kendisine çok kötü bir itirafta bulunmuş. İtirafın ne olduğunu söylemedi. Fakat üzerinde korkunç bir tesir uyandırdığı açıkça anlaşılıyordu. Bu itirafa inanmıyor, inanırsa yaşayamayacağını söylüyordu :

Ya inanıverseydim sana?
Hepten yıkılıp çökerdim; yerle bir.
Yok, hayır “yerle bir” nedir?
Uçurumlar boyunca, yerin dibinde
Ve…
Yüzükoyun!

Şiirin, bizim yaptığımız gibi, yanlış tefsir edilmemesi (!) için,

Ya inansaydım, sevgilim, “
mısraını, Ya inansaydım, yavrucuğum,
olarak değiştirmeyi uygun buldu ve şiiri o şekilde yaymadık. Son mısralardaki trajik ifadeye rağmen, konunun bu kadar ciddi ve önemli olduğunu hiç düşünmemiştim.

Halide Nusret’in 50. sanat yılı dolayısıyla yayınlanan “Ellerim Bomboş” adlı kitabına bakıyorum. Üstad’ın 50 yıl boyunca yazdığı şiirlerden seçmeleri içine alan bu kitapta karşı cinse duyulan aşkla ilgili bir parçaya rastlamak hemen hemen imkansız gibi.

Kitabın, “Aşk imiş her ne var âlemde” başlığını taşıyan bölümünde de Şair’in Tanrı’ya, yurda, annesine, çocuklarına, torunlarına duyduğu sevgiyi dile getirilmiş. “Aziz Eşime” başlığını koyduğu şiirde bile bir erkek değil, bir ırmak var: Tuna. Belki, bu dediklerimden “Hayali Cihan Değer” ve “Hatıran” başlıklı şiirleri istisna edebilirim. Onlarda da, sadece, maddî olmaktan çok uzak bir sevginin anıları ve belirsiz izleri görünüyor.

Halide Nusret gibi duygulu bir Şair hanım, ilk gençlik yıllarından itibaren kendisine âşık olan erkeklerin hepsine ilgisiz kalmış, onların sevgisine hiç karşılık vermemiş olabilir mi? “Bir Devrin Romanı” nda bu sorunun cevabını arıyor, zaman zaman da buluyorum. 1924 yılının ilk günlerinde, Ankara’ya öğretmenlik için başvurduğunu anlatırken, o zaman. İstanbul hariç Türkiye’nin her hangi bir yerinde görev yapmayı kabul ettiğini söylüyor ve İstanbul’u istemeyişinin sebebini şu cümlelerle açıklıyor : “Güzel İstanbul’dan, evet, yangından kaçarcasına kaçmak istiyordum. Bundan bir kaç yıl önce geçirdiğim bir his tecrübesini o zaman epeyce mühimsemiş “Aşk dedikleri şey acaba bu mudur?” demiştim… Bugün yarım yüz yıl geriye bakarken de rahatça “Evet aşk o idi!” diyebiliyorum. Ama, ne garip, inandığım, yaşadığım o şeyin, o çok güzel ve çok kutsal şeyin bir tarifini yapamıyorum. Hiç bir zaman da yapamadım”.

Bu satırlarda. İstanbul’dan kaçıp, Anadolu’da çalışarak sevdiğini unutmak isteyen bir hoca hanımı (yeni bir Çalıkuşu Feride’yi) buluyoruz. Bu satırlar, Halide Nusret’te niçin ateşli bir aşk şiiri bulamadığımızı da açıklıyor.

“Onunla dokuz ay nişanlı kaldık, Onun güzel adını taşıyan altın halkanın parmağıma ilk geçtiği günkü o kanatlı sevinci ve onu parmağımdan âdeta sökercesine çıkardığım dakikadaki korkunç ve sefil acıyı hiç bir zaman unutamadım. Benim tam tersime anacığım onu hiç sevmemiş, sevememiş; o aileye bir türlü ısınamamıştı… Annemin onları reddetmek için, kendince pek kuvvetli sebepleri vardı.”

Bu son satırlar da samimi ve derin bir aşkın nasıl feda edildiğini anlatıyor. Görüyoruz ki, Halide Nusret’in sevdiği adam. Çalıkuşu Feride’nin Kâmuran’ı gibi hercailik etmemiş, fakat kendisinden zorla sökülüp alınmıştır. Annesinin kararına ve zevkine itaat etmekten başka bir şey düşünmeyen, kalbi parça parça olsada annesine karşı saadetini koruyamayan, iyi yetişmiş eski zaman kızlarının çok görüp işittiğimiz acıklı kaderleri de bu satırlarda yatmaktadır.

Karşı cinse duyulan aşkı, şiirlerine pek uğratmayan Halide Nusret, Tanrı’ya içini döktüğü; Yunus’a, Mevlâna’ya seslendiği zaman, son derece coşkundur :

Avcumuz boş, gönlümüz boş,bağrımız sadparedir,
Yolcudur, yollarda şaşkın, çırpınır, âvâredir;
Koyma gafletlerde Râbbim kulların biçâredir,
Ya İlâhi, rahmetinden kimseler dur olmasın.
—————————
Gecenin bir saatinde
Eşiğine varan bendim
Kuşlar yuvada, kurt inde,
Karanlığı yaran bendim!
…….
Seni buldum Şahım seni
Tut elinden Üftadeni!
Koma karanlıkta beni
Mevlâna! Aman efendim!
—————————
Yunus’um! Aşkınla dil oldu bülbül,
Cehennem ateşi kızı! kızıl gül.
Seni bu illerde bulalı gönül
Karaman diyarı apaydın bana!

Halide Nusret, her şeyden önce büyük bir vatanseverdir. 50. sanat yılı dolayısıyle yapılan törende şöyle demişti: “Kalemimi 50 yıldan beri karınca kaderince milletimin hizmetinde, memleketimin hayrına kullanmağa çalıştım. Bunda ne dereceye kadar başarılı olduğumu bilemiyorum.

Ama, memleket zararına tek satır yazmamış olmanın inanç ve sevinci içerisindeyim.”
Q gün (17 Mayıs 1967) bu inancı hepimiz paylaşmıştık, bugün de paylaşıyoruz. Gerçekten, Halide Nusret memleket zararına tek satır yazmamış, her şeyi memleketin hayrına yapmaya çalışmıştır.

Şair’in ilk gençlik yıllarına ait hayal ve tasavvurlarında dahi, her genç kızın düşüncesinden ayrı, millî bir intikam duygusu ön plâna geçer. Yukarda sözünü ettiğim hatıralarında şöyle diyor: “Anamın ailesi asker oluyordu, miralaylar, paşalar, hatta müşirler …Ve en önemlisi şehitler… Annemin babası gencecik bir yüzbaşı iken (93) de, bir Moskof kurşunu ile şehit düşmüştü. Zavallı anacığım, kundakta yetim kalmıştı. Subayla evlenmeyi kurduğum çocuk yaşlarımda-, parıl parıl apolet, şıkır şıkır kılıç kadar, şehit dedemin intikamını Moskof’tan alacak bir Türk zabitine eş olmak hevesi de yer alırdı.” Kader, bu “Türk zabitini”, Edirne’de öğretmenlik yaptığı yıllarda karşısına çıkarır. O zaman Kırklareli’ndeki süvari alayında binbaşı olan rahmetli Aziz Zorlutuna’yla evlenirler (9 Eylül 1926).

Halide Nusret, Aziz Paşa’nın vefatına kadar, tam 45 yıl, mutlu olduğunu sandığım, bir evlilik hayatı sürmüştür. Eşiyle birlikte Anadolu’nun bir çok yerlerini dolaşmış, çeşitli okullarda öğretmenlik yapmış, Türk çocuklarının kalplerine ve kafalarına ışık tutmuştur.

Öğretmenlikle ilgili hatıralarının toplandığı “Benim Küçük Dostlarım” kitabı için, rahmetli Arif Nihat Asya şöyle der : …Onu yalnız bir hatıra değil, aynı zamanda bir meslek kitabı olarak ilgililere tavsiye ederim… Bunun, okul klâsikleri arasına girmesi gereken bir kitap olduğu kanaatindeyim.”

Şairimizin, çocukluk hayatı sarsıcı olaylarla dopdoludur. Bir gazeteci ve hürriyet savaşçısı olan babası Avnullah Kâzımî önce istibdat idaresinin, daha sonra’-1908 yılında “Fedekaran-ı Millet Cemiyeti” adı altında bir siyasi parti kurup muhalefete geçtiği için- sözde hürriyet idaresinin (İttihat ve Terakki’nin) hışmına uğrayıp, ömrünün büyük bir kısmını sürgünde ve zindanda geçirir. Bir süre, siyasetten çekilmeyi kabul edip, Kerkük’e mutasarrıf tayin edilir. Orada çok değerli hizmetler görür. “Bir Devrin Romanı”nda, Halide Nusret’in Kerkük’e ve çocukluk yıllarına ait hatıraları canlı bir şekilde anlatılmaktadır.

Sevinci güller açmış, dertleri kor içimde,
Yurdumun dört bucağı sarmaşıyor içimde.

diyen Şair’in, gezip dolaştığı yurt köşelerinden pek çok renk ve kokuyu şiirlerinde bulabilirsiniz. Bu şiirlerde, Urfa, Suruç Ovası, Birecik, Antep, Bingöl Yaylası, Erzurum, Sarısu, Karaman, Erciyaş, Sarıkamış ve şimdi yurdumuzun dışında kalan Kerkük geçit resmi yapar.

Mehmetçiğe seslenirken, yüreğini koparıp, yiğit askerlerimize uzattığını hissedersiniz.

Köyde düşünceli, cenklerde şensin.
Yerlerde, göklerde, kalpde esensin,
Bir baştan bir başa tarihim sensin!
Ah arslan Mehmedim! Arslan Mehmedim.

Şairimizin vatan toprağıyla nasıl kaynaşıp , sarmaştığını şu mısralar anlatmaya yeter sanırım :

Allah azîm lûtfudur insanlara toprak
Ak ekmeği berrak suyu doğuran kara toprak.
Mevsimleri besler ve bezer onları bir bir
Can verdiğimiz uğruna beyhude değildir.
İnsanlar onundur , ona bağlanmış ezelden
Ey sevgili toprak önümüz sen, sonumuz sen
Hayran sana, kurban sana canlar,
Sana toprak!
Hür bayrağımın sahibi toprak! Ana toprak!

Şairimiz, Ana Toprak için iki de fidan yetiştirmiştir :
Sendendir, sana döner damarlarımdaki kan
Senin için büyüttüm bağrımda bir çift fidan.

Bu iki fidan, şimdi benim yakınlarım olan, oğlu Ergun Zorlutuna kızı Emine Işınsu’dur. Ergun meslek olarak önce annesi gibi öğretmenliği seçmiş (Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirmiş) sonra idarecilikte karar kılmıştır. Şimdi Devlet Hava Meydanları Genel Müdür Yardımcısıdır. Kendisini yazarlığa adayan Emine Işınsu da annesinin sanatçı ruhu ve kabiliyeti devam ediyor

HAKKINDA YAZILANLAR

Aydınlık Kapının Eşiğindeki Şair: Halide Nusret Zorlutuna
Betül COŞKUN
Kasım – Aralık – 2010

Cemiyetleri sağlam temeller üzerine yükselten yegane kuvvet dindir.1

Halide Nusret, I. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet’in ilanı, inkılâplar, çok partili hayata geçiş ve ihtilal süreçlerinin tamamına tanıklık etmiş kadın yazar ve şairlerimizdendir. Türk Edebiyatı’nda On Hececiler adıyla anılan grubun içerisinde yer alan şair, memleket edebiyatının oluşum döneminde eserleriyle önemli bir boşluğu doldurmuştur. Adını ilk kez, Yahya Kemal’in ezbere okuduğu nadir şiirlerden olan Git Bahar’la duyurmuştur.2 Cumhuriyet’in ilanından sonra yazdığı şiirlerde milliyetçi kimliği ile öne çıkan şairin, “Can da canan da sanat da memleket için.”3 cümlesi poetikasının özeti gibidir. 1930’dan sonra yurdun dört bucağında öğretmenlik yapar. Anadolu halkına yönelmek, onu içten duymak gerektiğini düşünür. Vermek Gerek şiirinde bu toprağı tanıyabilmek için yapılması gerekenleri etkili bir şekilde anlatır: “Köyün kendisine” yönelmek gerek!/Köyün fakir sofrasına diz çökmek,/Konuk ağırlamak için yaptığı bulgur aşına/ Yufka ekmeğini kaşık etmek/Ve evin tek tahta kaşığı ile/Sekiz on kişi ayran içmek gerek!”4

Halide Nusret, bu anlayışla folklora yönelir. Toplum hayatında önemli bir yer tutan din ve tasavvuf bu folklorun bir parçasıdır. Dolayısıyla daha ziyade şiirlerde, halkın benimsediği tasavvufî şahsiyetlere sığınma söz konusu olur. Öte yandan, kendisini “oldum olası imanlı ve dindar bir insan”5 olarak tanımlayan Halide Nusret’in şiir ve romanlarındaki dinî-tasavvufî ögeleri beslendiği kaynaklarda da aramak gerekir. Halide Nusret, Kerkük mutasarrıfı Avnullah Kâzımî’nin kızıdır. İlk eğitimini babasından almıştır. Bu zat, Kerkük’te önemli icraatler yapmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Avnullah Kâzımî için şöyle demektedir: “Şair Halide Nusret Hanım’ın babası olan bu zat, Kerkük’te çok iyi bir hatıra bırakmıştı. Onun hakkında söylenenleri şimdi hatırladıkça, eski imparatorluğun devamını sağlayan, o tuttuğunu koparır, çakır pençe memurlardan biri olduğunu düşünüyorum. Şehre ve havaliye sükûnet getiren, devlet otoritesini koruyan bu cins memurlara eskiden halkımız bir nevi keramet, hiç değilse bir dindarlık, riyazet izafe ederdi. Avnullah Kâzımî için de böyle olmuştu. Mektep arkadaşlarının çoğu, onun geceleri soyunmadan bir post üzerinde yorulana kadar ibadet ve dua ettiğini ve oracıkta kıvrılıp uyuduğunu, sonra atına binip eşkıya takibine çıktığını anlatırlardı.”6

Halide Nusret, ilk öğretmeni babası için “Rahmetli babam Arapça’yı iyi bilirdi. Dinî ilimleri okumuş; Kur’ân-ı Kerim’i, büyük müfessirlerin tefsirlerini uzun seneler tetkik etmişti. Coşkun, imanlı, dini bilerek ve duyarak benimsemiş bir Müslüman’dı”7 demektedir. Halide Nusret, babasının Kerkük’te öğrendiği Farsça’sını ilerletmek için bu yıllarda ona Gülistan okuttuğunu, Mesnevi’den beyitler verdiğini anlatmaktadır. Annesi de küçük yaşta ona Yunus Emre’nin ilahilerini okur. Halide Nusret’in gerek şiirinde gerekse romanlarında sık sık yer verdiği Yunus Emre ve Mevlâna ile yakınlığı bu dönemlerde başlamıştır.

Yukarıdaki biyografik bilgiler göstermektedir ki Halide Nusret’in poetikasında milliyetçilik ile din ayrılmaz bir bütündür. Osmanlı’nın yıkılma, Türkiye’nin kurulma sürecine şahitlik eden şair, din ve milliyetçiliği, “Kitlelerin birliğini ve beraberliğini koruyabilmek için”8 gerekli görür. Dolayısıyla çoğu toplumsal faydayı gözeten şiirlerinde din en önemli temlerden biri olarak karşımıza çıkar.

Halide Nusret, ilk şiir kitabı Geceden Taşan Dertler’den itibaren din konusunu işlemiştir. Fakat onun şiirlerinde asıl din konusu, tasavvufla başlar. Anadolu’daki öğretmenlik hayatı boyunca tasavvuf edebiyatından beslenir. Dolayısıyla bu dönem şiirlerini içine alan Yayla Türküsü kitabında çok sayıda tasavvuf içerikli şiir vardır. Hayatıyla doğru orantılı olarak din ve tasavvuf konularına yönelişi artar. Son şiir kitabı Ellerim Bomboş’taki pek çok şiirde şair kendisini yüce bir varlık karşısında hisseder ve ona erişebilmek arzusu duyar.

1. Din ve İnanç
İlk şiirlerini yazdığı I. Dünya Savaşı’nın kaybedildiği dönemde din, kötümser tabloyu kıran ögelerden biridir. 1920’de İstanbul’un işgal edildiği yıl yayınlanan Din ve Ses9 şiiri biyografik okumaya çok müsaittir. Şiirde kız kardeşi İsmet Kür’ün adı geçer. Mekân o yıllarda oturdukları Şehzadebaşı ile Fatih civarıdır. Kritik bir dönem içerisinde olan şehirde, ezan sesi hürriyetin sembolüdür. Şiir, şairin duasıyla biter: “Derim ki: ‘Allah’ım, ayırma bizi/Dinin ruha dolan güzel sesinden.”

Ellerim Bomboş’ta yer alan 1966 tarihli 45 Yılın Ardından Bir Ezan Sesi şiiri ile kitaplarına almadığı Din ve Ses şiiri arasında bir ilişki vardır. Kırk beş yıl sonra yayınladığı bu şiirde, mekân ve şahıslar aynıdır: “Bir genç kıza sarılmış bir çocuk görüyorum/Halka halka zincir olmuş senelerin ardında;/Cam açık, oda karanlık,/Yağmur okşuyor saçlarını./İki masum yürek aynı duada/Diyorlar Allah’ım ayırma bizi/Dinin ruha dolan güzel sesinden!”10

Ellerim Bomboş’ta yer alan 45 Yılın Ardından Ezan Sesi; Din ve Ses şiirinden estetik olarak daha üstündür. Her iki şiir için güzel bir kadın duası demek mümkündür. Çoğu zaman, bir yalnızlık anında ve gece vakti yazdığı Allah’a erişme arzusunu anlattığı bu şiirlerdeki isteğini Erişebilsem Sana şiirinde özetler. Din, şairin sığındığı bir alan hâline gelir. En son şiir kitabı Ellerim Bomboş’ta en yaygın kullanılan temin din ve tasavvuf oluşu şairin edebiyat ve fikir anlayışında geldiği noktayı gösterir. Dünyayı misafirhane ve insanı da yolcu olarak görür.11 İslâm’ın dünyaya ilişkin temel yaklaşımlarından olan bu inanç, Halide Nusret’in şiir anlayışında belirleyici bir rol oynar. Öte yandan Romantik edebiyatın tesiriyle edebiyatı bir iç dökme vasıtası olarak gören şair bu şiirlerin pek çoğunda ya dua eder ya da günahlarından mağfiret niyaz eder. Yakarı şiirindeki şu mısraları onun bu dini hissediş biçimini gösteren önemli örneklerdendir: “Mahkûm ederim suçlu görüp kendimi kendim./Sen affını çok görme benim rabbim efendim.”12

Ya İlâhî, Yakarı, Benim İçin şiirleri, şairin Allah’a duasıdır. Ya İlâhî şiirinde şair Allah’tan hem kendisi hem insanlık için rahmet diler. Şiirde din hem toplumu hem de insanın ruhunu düzelten bir unsur olarak yer alır: “Dil nazargâhındır elbet, yüz çevirme, kalbe bak/Ya İlâhî rahmetinden kimseler dûr olmasın”13 Yakarı şiirinde şair, duasında Türkçe bir kelime yakarıyı seçer. Şiirde dua cümleleri tekrarlanır. Şair iç sıkıntısını Allah’tan bol ışık dileyerek gidermek ister. Benzer bir şiir olan Benim İçin’de yine şair Allah’a seslenir. Allah’ın verdikleri karşısındaki heyecanını coşkulu bir üslûpla dile getirir. Tabiatta, dünyada, kâinatta gördüğü güzelliklerden Allah’a gider. Sevmek şiirinde de aynı tema vardır. Dört şiirde de ortak özellik, şairin Allah’a erişme isteğini anlattığı monologlardan oluşmasıdır.

a. Sembolik Tasavvufî Şiirler
Dinî şiirlerde asıl başarıya ulaştığı şiirleri sembolik şiirlerdir. Bunlardan ilki 1943 tarihli, Çölde Esen Rüzgâr’dır.14 Şiirin ilk mısrası, sembolik dili yansıtır: “Bir çöl var, ıssız bir çöl:/Nokta nokta çölü,/Ve ortasında bir göl:/Nokta nokta gölü.” Bir ‘ölü’ye benzeyen bu çöl ve göle bir ‘rüzgâr’ gelir. Rüzgârın gelişiyle göl ve çöl canlanır. Sonunda göl ve çöl ‘bahtiyar’ olur. Şiirde, göl ve çölün bahtiyar olması tasavvuftaki coşkunluk hâlini karşılamaktadır. Ayrıca Necip Fazıl’ın benzetmesi içinde Çöle İnen Nur olan Hz. Peygamber’e de [sallallahu aleyhi ve sellem] getirdiği nurla çölü bahtiyar eden olarak göndermede bulunur.

Ellerim Bomboş’taki sembolik şiirlerde şair kuş, gemi, yağmur gibi semboller etrafında tasavvufî hâlleri anlatır. Bir Kuş Uçtu Sulardan şiiri, tabiat unsurunun Allah’a götürmesi nedeniyle Benim İçin şiirine benzer. Fakat şairin temi ele alış şekli farklıdır. Şiirin içeriği şöyledir: Bir kuş denizden yükselerek uçar. Uçan kuşla kâinat bir ışıklı rüyaya dalar. Kuş, şaire manevî bir hâl yaşatır. Şairin kuşu seçmesi, kuş gibi ‘maddenin sisi’nden kurtulup yükselerek Allah’a ulaşmak istemesindendir. Şair, yine arzu ettiği bu manevî hâli ışıklara kavuşma şeklinde anlatır. Sembolik bir dil kullandığı Yağmur şiirinin konusu, görünürde bir yağmurun denize kavuşma sürecidir. Önce yağmur inceden ince başlar. Sonra hızlanır, sel olur. Bu selin coşması anında gök kubbeyi yağmurun sesi olan ‘Ah!’ sarmıştır. Yağmurun bu sancılı süreci kıyıyı bulup deniz olunca son bulur. Damla deniz olmuştur. Şiirin son mısrasındaki damla deniz ilişkisi tasavvufî anlamı güçlendirmektedir: “Damla, deniz oldu elhamdülillâh!”15 Tasavvufta deniz, damla sembolüyle Allah’ın kudreti anlatılır. Allah’ın bilgisi, gücü uçsuz bucaksız ummana benzetilir. Kulun bunun karşısındaki durumu ise denizde bir damlacık bile değildir.

Gemiler şiirinde şair yine yağmurlu bir günde deniz üzerinde giden gemi imajı etrafında tasavvufî hâlleri tasvir eder. Gemi, şiirde ilahî olana ulaştıran bir vasıta, bir yol olarak kullanılmıştır. Şair, şiirin her bir bölümünde ilahî olana yönelmede başka bir alan seçer. Gemileri bu alanlardan oluşan yelkenler hareket ettirir. İlk bölümde gemilerin yelkenleri fikirden meydana gelmektedir. Burada tefekkür ön plana çıkartılmakta ve tefekkür ilahî olana gidişte hareket ettirici, yol açıcı bir unsur olarak düşünülmektedir: “Gün batmak üzereydi/Gemiler vardı bizim limanda,/Yelkenleri duman duman/Efkârdan.”16 Sonraki bölümlerde, yelkenleri dua, umut hareket ettirir: “Hızlandılar birden,/Yelkenleri elvan elvan/Umuttan.”17

Şair yelkenler için kullandığı elvan elvan ifadesiyle ümidin ilahî olana yönelmede bir nokta olduğunu belirtir. Son kısımda, gemiler şükürden oluşan yelkenlerle hareket eder. Şair, bu şekilde ilahî olanla ilişkide şükrün önemini vurgular. Şiirin bütününde, gemi metaforundan hareketle insanın ilahî olanla ilişkisinin çeşitli aşamalarını ortaya koyulmuştur. Bilge Ercilasun, yukarıda incelediğimiz üç şiir için, “Küçük ve önemsiz görünen bazı varlıklardan Tanrı’ya varır. Bu şiirler Hamit’in tabiattan Allah’a giden şiirlerini kısmen hatırlatır. Hamit de tabiattan bahseden şiirlerinde, küçük ve büyük tabiat unsurlarından ilhai bir varlığa gitmektedir. Fakat Hamit’te metafizik olarak görürlen bu din duygusu, Halide Nusret’te ferdî, ilâhî ve mistik bir hava taşır.”18 der.

2. Tasavvufî Şahsiyetler için Yazdığı Şiirler
a. Yunus Emre
Halide Nusret’in şiirlerinde tasavvuftan gelen insan sevgisi büyük bir yekun tutar. Sevmek şiirinde Yunus Emre’nin “Yaratılanı severim, yaratandan ötürü” felsefesinin tesirlerini bulmak mümkündür. Şiirde, sevmek fiili dokuz kere tekrar edilir. Şair, her şeyde Allah’ı arar ve her şeyi bu yüzden sever: “Hep onu arayarak baharda, yazda, kışta,/Nihayet ‘büyük sır’ra ulaşmak bir bakışta!”19

Yunus Emre, şiirlerdeki felsefede hissedildiği gibi şiirlerin öznesi de olabilmektedir. Yunus Emre’ye yazdığı beş şiir yer almaktadır. Bunlar, Yayla Türküsü’nün en lirik şiirleridir. Şairin ruh coşkunluğu, Yunus Emre’ye olan hasreti, samimî aşkı Halk şiiri tarzında sunulur. Halide Nusret’in kültürel beslenme kaynaklarından en önemlisi Yunus Emre’dir. Ondan bahsettiği bir yazısında üç ayrı döneminden bahseder. Bunlardan biri, Yunus’u dinleme dönemidir. Bu, Halide Nusret’in çocukluk yıllarıdır. Şair, kendisini bildi bileli Yunus’un ilahilerini dinlemiştir: “Hepsini de anlamadan dinler ve severdim. Hazin bir ahenge bürünmüş kelimeler içime akardı; bazen tatlı tatlı ağladığım olurdu.”20 Şairin hayatındaki ikinci dönem Yunus’u okuma dönemidir. Okumayı öğrenir öğrenmez Yunus’un divanını okumaya başlar. Onları sezecek yaşa geldikten sonra ona iyice tutulmuştur: “Artık hülyalarıma, rüyalarıma o hâkimdi, gönlümde o, dilimde ondan mısralar.”21 Bir gün Erzurum’da Yunus Emre’nin kabrine gidince onun için Yunus Emre’yi yazma dönemi başlar. Yayla Türküsü’ndeki şiirler, bu dönemin mahsulüdür. Yunus’un Yollarında adlı şiir, Yunus’u yazma döneminin ilk şiiridir. Henüz Yunus Emre’nin kabrini ziyaret etmeden önce kaleme aldığı şiirde, Allah’a seslenir. Şiir, pîrim dediği Yunus Emre’nin ışığında manevî bir yolculuktur. Korku ile sevgi iç içedir. Sonraki şiirlerde Allah sevgisi korkusuna üstün gelecektir.

Yunus Emre’yi anlattığı şiirlerden Bir Görün için şair, “Pîrim, mâşukum için yazdığım manzum mektup”22 demektedir. 1943 yılında Karaman’da Yunus Emre’nin türbesini ziyaret ettiği gün kaleme almıştır. Yunus’a Hasret şiirinde de şair Yunus’a kavuşma isteği ile doludur. Onun hasretiyle yandığını ifade eden şair, yine ondan medet umar. Ona kavuşması için Yunus Emre’den keramet diler. Yunus, şairin içindeki kaynayan cehennemi cennet yapacak, feragat ve sabrından ihsan edecek, böylelikle şairin viran gönlü ışıkla dolacaktır. Tasavvufî terimlerin yer aldığı şiirde, şair için Yunus’a kavuşmak kurtuluşa ermek, kalbinin karanlık köşelerinin aydınlanmasıdır: “Bir lahza tenezzül et viran gönlüme in de/Karanlık köşelere can gelsin, ışık dolsun!”23

Yine O! Daima O adlı şiirde, önceki şiirlerdeki Yunus’a hasret, yerini ona kavuşma mutluluğuna ve aşk ateşine bırakmıştır. Şair, duyduğu aşktan, bu aşkla yanmaktan memnundur. Bu yanış, kalbini temizlemektedir. Benzer temalı Yunus’un Türbesinde şiirinde tasavvuf, şairin iç dünyasını aydınlatan bir kaynak olmaktan çıkar toplumsal bir mesele hâline gelir. Şiirin başında, Yunus’un türbesin harap hâlini tasvir eder. Türbenin parmaklıklarına bağlanan bezleri çiçeklere benzeterek orijinal bir söyleyiş elde etmiştir: “Penceren her mevsimde açıyor türlü renkler: Toz penbe, eflatun, mor, kırmızı, beyaz, sarı, Dert çeken gönüllere teselli bu çiçekleri
Bu çiçekler bekliyor ümit denen baharı.”24

Yunus Emre’nin türbesinin halka ümit aşılayan bir fonksiyona sahip olduğunu düşünür ve bunu önemser. Halide Nusret, halk geleneklerinin toplum içerisindeki önemini vurgularken Tanpınar’ın Huzur’unu hatırlamamak imkânsızdır. Huzur’da Mümtaz Sümbül Sinan’da bir yaşlı kadın görür. Bu yaşlı kadındaki “İltica ve ümitsizlik burayı kutsileştirmeye kâfi gelir.”25 der. Halide Nusret de benzer bir yaklaşımla Yunus Emre gibi ‘manevî vazifelerine inanmış’26 eski şahsiyetlerin toplumda bir dayanak noktası oluşturduğunu düşünür.

Son şiir kitabı Ellerim Bomboş’ta yalnızca tek bir şiir yer alır: Sana Geldim Yunus’um. Yunus’la hemhâl olma hadisesi tasavvufî kelimelerle anlatılır: “Hey Yunus’um sana geldim/Selâm verip selâm aldım,/Varlık ummanına daldım,/Yoklukta yok olanlarla.”27

Şiirin ikinci bölümünde tasavvufta çok bilinen şekliyle Yunus’ta yok olmanın nefsi öldürmekten geçtiğini anlatır. Farklı bir hayalle nefsi yok etmeyi -Yunus burada bir isim olmaktan öte temsil ettiği tasavvufî inanç olarak yer alır- ‘nefse kefen biçmek’ şeklinde ifade eder.

b. Mevlâna
Halide Nusret, Yunus Emre’m28 adlı makalesinde Mevlana’nın Mesnevi’sini, Kur’ân-ı Kerim’den, Hadis-i Şeriflerden sonra, insanları doğru ve ışıklı yola çağıran kutsal kitap şeklinde değerlendirir. Mevlâna, makalenin başında ifade edildiği gibi Halide Nusret’in beslenme kaynaklarından biridir. Şiirlerinde bu beslenme kaynağının yaşıyla orantılı olarak öne çıktığı görülür.

Son Durakta29 adlı şiiri, bu dönem şiirde ‘son durak’ı dediği zaman diliminde, Halide Nusret’in kurtuluşu ve huzuru dine, mutasavvıflara yönelmekte gördüğü söylenebilir. Onun bu eğilimi, Ellerim Bomboş adlı son şiir kitabında belirgin bir şekilde görülmektedir. Tasavvufa, dine yöneliş, ölümü yakınında hissediş bu dönem şiirlerinin öne çıkan hususiyetlerindendir. Son Durakta’da, şairin efendim dediği şahsiyete olan özlemi ana temayı oluşturmaktadır. Şair, kendisinden üstün bir varlığa dayanmak ihtiyacı içerisindedir. ‘göresim geldi’, ‘nereye korum’, ‘öresim geldi’, ‘düresim’ gibi halk söyleyişlerine yer verilen şiir, içerik yönüyle de halk şiirine yaklaşan özellikler taşımaktadır. Bir müridin mürşidine özlemi, onun yolunu takip etme hâli söz konusudur. ‘Gümüş merdiven’ tamlaması, şairin özlem duyduğu büyüğün Mevlâna olduğunu göstermektedir.

Arz-ı Hâl şiirinde şair efendim nidasıyla bir şahsiyete seslendiğini hissettirir. Şiirin geneline suçluluk psikolojisi hâkimdir: “Yıkılmışım, koma böyle,/Sultanım, suçumu söyle!/Affet beni, himmet eyle,/Ben sana nettim efendim.”30

Halide Nusret, Mevlâna’nın ruh dünyasındaki yerini anlattığı bir yazısında31 Mevlâna’nın türbesini ilk ziyaretindeki heyecanından bahseder. Şair, türbeden dönerken hasret yüklüdür. Birkaç ay geçtikten sonra, bir sabah yüreği çarparak uyanır. Dudaklarından Mevlâna’ya duyduğu hasreti ifade eden bir takım mısralar dökülür. Aynı gün Konya’dan resmî davetiye gelir. Şair, bu davetiyeyi iki gözüm efendim dediği Mevlâna’nın kendisini çağırması olarak değerlendirir. Bu olayın etkisiyle Çağır Beni Işıklara şiirini yazar. Şiirde, kötülüklerden, şüpheden, hatalardan arınmak için Mevlâna’ya seslenir ve kendisini ışıklara çağırmasını ister. Şair ‘dertli’, ‘şüpheli’, ‘yüzü kara’; Mevlâna ise ‘derman’, ‘ışık’ ve ‘âşık’tır. Mevlâna’ya yönelişini anlattığı bir diğer şiiri Aman Efendim’de32 şair vuslat gülü dermek için sessiz bir geceyi seçer. Mehmet Kaplan şairin ruh hâlini şöyle değerlendirir: “Şiire muhteva bakımından kendini yalnız ve âciz hisseden ‘ben’in üstün bir varlıkla birleşmesinden doğan huzur, güven ve saadet duygusu hâkimdir.”33

Şiire âhengi kazandıran unsurlardan biri samimi ruh hâlinden doğan lirizmdir. Şair, yalnızlık psikolojisini kurt, in, kuş gibi ‘vahşi ve iptidaî tabiat unsurlarından’34 faydalanarak etkili bir şekilde verir. İkinci dörtlükte sabahın olmasıyla şair ‘firkatin bahçelerinden vuslat gülü’ derer. Sonraki bölümlerde vuslat hâlini anlatır. Vuslat sema ve ney aracılığıyla gerçekleşir.

Şair, Mevlâna’yı bir hayat rehberi olarak görür. Gönül şiirinde Mevlâna’dan önceki geçmişini âdeta siler: “Dinledim de neyden aşk esrarını,/Bir nefeste verdim ömrün varını”35

Şiire başlığını veren ‘gönül’ tasavvufta önemli bir unsurdur. Aşkın tecelli ettiği yer, Allah’a açılan kapıdır.36 Şair, gönül gibi geleneksel unsurla kendi gönlünün Mevlâna aşkıyla yanma sürecini anlatır. Yıllar yılı kapı kapı dolaşan gönül, Mevlâna’nın aşkıyla dünü, bugünü, yarını şaşırır. Şair tasavvuf şiirinde kullanılan çok yaygın bir mecâz-ı mürselle gönlünü ruhundan ayrı bir unsur şeklinde verir. Gönül, Acaip Meclis şiirinde de aynı benzetme ile işlenmiştir.

Mevlâna konulu şiirlerde, Mevlâna şairin ruhu için bir ışık olarak yer almaktaydı. Mevlâna adlı şiirde, Mevlâna şairin susamış kalbi için sudur. Şairin kalbini alev alev yakan şey ise Mevlâna’nın hasretidir. Halide Nusret, öteki tasavvuf şiirlerinde olduğu gibi kendini bende, Mevlâna’yı efendi şeklinde ifade eder. Bu ifade şekli, dini bir şahsiyet karşısında teslim olmuş, kendi varlığını Mevlâna’nın potasında eritmiş bir ruh hâlini yansıtır.

c. İbrahim Hakkı
Bazı şiirlerde hitap edilen tasavvufî şahsiyet değişir, De Bana şiirinde İbrahim Hakkı’ya seslenir. Bu şiirde yüce bir şahsiyetin kıymeti altında kendini değersiz hissetme ve yetersizlik psikolojisi hâkimdir. Bu şahsiyetin İbrahim Hakkı olduğu tırnak içerisinde verilen “Mevlam görelim neyler neylerse güzel eyler” mısrasından anlaşılır. Mevlâna ve Yunus Emre’den sonra Efendim dediği İbrahim Hakkı’nın büyüklüğü karşısında âdeta ezilir. İbrahim Hakkı’nın “Mevlam görelim neyler neylerse güzel eyler”, “Ârif anı seyreyler” sözlerinde kendine ait bir yer bulamaz ve “Ya ârif olmayan neyler?” sorusunu yöneltir. Serbest şekille yazılmış iki bölümlük şiirin ikinci bölümünde beş kez değişik şekillerde bu mânâda soru sorulur. Şairin cevabını alamayacağını bildiği bu soruyu yöneltmesinin sebebi, ârif olamamanın baskısıdır. Arif olamama, irfana ulaşamamayı engin denizlerden engin, yüce dağlardan yüce bir cevr olarak niteler. Cevr, burada iki mânâsıyla da yer alır: Cefa, eziyet, zulüm; tarikat adamının ruhen ilerlemesine mâni olan şey. Şair, iki anlamıyla da cevre tahammül etmek zorundadır.

Sonuç olarak, Halide Nusret’in hayatının değişik safhalarına göre şiirlerindeki temler de değişime uğramaktadır. Son şiir kitabı Ellerim Bomboş’a kadar bazı temler aynı kalmakla birlikte her bir kitapta öne çıkan temler şu şekildedir: Geceden Taşan Dertler’de ferdi duygular, aşk ve millî romantizm; Yayla Türküsü’nde Anadolu ve aile; Yurdumun Dört Bucağı’nda Anadolu ve Ellerim Bomboş’ta din, ölüm ve yalnızlık. Son şiir kitabı Ellerim Bomboş’a kadar din ve tasavvuf konusu memleket konusuna paralel seyreder. Hayatının ‘son durak’ı dediği zaman diliminde, Halide Nusret’in kurtuluşu ve huzuru dine, mutasavvıflara yönelmekte gördüğü söylenebilir.

Dipnotlar
Aydınlık Kapı, Halide Nusret’in romanlarından birinin adı olup son baskısı Timaş Yayınlarından çıkmıştır. Bkz: Halide Nusret Zorlutuna, Aydınlık Kapı, (Haz: Betül Coşkun), Timaş Yayınları, 2008.
* Yrd. Doç. Dr. Fatih Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü Öğretim Üyesi.
1. Halide Nusret Zorlutuna, “Din Meselesi”, Kadın Gazetesi, 12 Temmuz 1948.
2. “Halide Nusret’in Git Bahar’ını senelerden beri yeni bir lezzetle tekrar okurum, bütün bu manzumeler alkışsız geçtiler; hece vezninden oldukları için mi?” Bkz: Yahya Kemal, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti Yay., (4. baskı), 1997, s.112.
3. Galip Erdem, “Halide Nusret’le Röportaj”, Orkun, nr: 14, Mart 1963.
4. Halide Nusret Zorlutuna, Bütün Şiirleri, (Haz: Betül Coşkun), Timaş Yayınları, İstanbul, 2008, s. 113.
5. Halide Nusret Zorlutuna, “Din Meselesi”, Kadın Gazetesi, 12 Temmuz 1948.
6. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Dergâh Yayınları,İstanbul,1996, s. 341-342.
7. Halide Nusret Zorlutuna, “Din Meselesi”, Kadın Gazetesi, 10 Mayıs 1948.
8. Halide Nusret Zorlutuna, “Yine Din Meselesi”, Kadın Gazetesi, yıl: 3, nr: 126, 25 Temmuz 1949.
9. Halide Nusret Zorlutuna, “Din ve Ses”, Ümid Mecmuası, nr: 15, 1921.
10. Bütün Şiirleri, s. 165.
11. Yolcu ve misafirhane kelimeleri “Ya İlâhi” şiirinde geçer: “Bir misafirhânedir, dünyaya mağrur olmasın / Yolcudur, yollarda şaşkın, çırpınır, avaredir.” Bütün Şiirleri, s. 149.
12. a.g.e.s.150.
13. a.g.e.s.149.
14. “Çölde Esen Rüzgâr”, Damla, nr: 11, Ağustos 1943.
15. Bütün Şiirleri, s.151.
16. Bütün Şiirleri, s.151.
17. a.g.e.s.152.
18. Bilge Ercilasun, Yeni Türk Edebiyatı Üzerine İncelemeler 1, Akçağ Yayınları, 1997, s. 180.
19. Bütün Şiirleri, s.91.
20. Halide Nusret Zorlutuna, “Yunus Emre’m”, Türk Yurdu Yunus Emre Özel Sayısı, nr: 319, Ocak 1966.
21. a.g.m.
22. a.g.m.
23. Bütün Şiirleri, s.89.
24. a.g.e.s.90.
25. Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2000, 10 bs., s.190.
26. a.g.e.s.189.
27. Bütün Şiirleri, s. 159.
28. Halide Nusret Zorlutuna, “Yunus Emre’m”, Türk Yurdu Yunus Emre Özel Sayısı, nr: 319, Ocak 1966.
29. “Son Durakta”, Çağrı, yıl:8, nr.72, 1 Ocak 1964.
30. Bütün Şiirleri, s. 153.
31. Halide Nusret Zorlutuna, “Mevlâna Aman Efendim” Bkz: Vedat Genç, Mevlâna İle İlgili Yazılardan Seçmeler, MEB Yay., İstanbul, 1994, s. 323-324.
32. Şiir iki kez yayınlanmıştır: “Arz-ı Hâl”, Töre, nr: 19, Aralık 1972; “Mevlânâ Aman Efendim”, Türk Edebiyatı, nr: 12, 31 Aralık 1972; Aman Efendim adlı şiir, Arz-ı Hâl başlığı altında Mehmet Kaplan’ın Şiir Tahlilleri 2 adlı eserinde ele alınmıştır. Bkz: Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri 2 /Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, Dergâh Yay., Ekim 1999.
33. a.g.e.s.566.
34. Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri II, s. 366.
35. Bütün Şiirleri, s. 156.
36. Divan Şiiri Sözlüğü’nde gönlün tasavvuftaki yeri şöyle ele alınmıştır: Tasavvuf gönle çok önem verir. İnsan bütün alemin özü olduğu için insanın hakikati de gönüldür. Bkz: İskender Pala, Divan Şiiri Sözlüğü, Ötüken Yayınları, 1999, İstanbul, s. 153.

HAKKINDA YAZILANLAR

SALİH ZORLUTUNA (1905-29.11.1981)
Mehmet Ağırgan
Hudut 12 Kasım 2004

Edirne’nin renkli simalarından birisi olan tarih öğretmeni Salih Hüseyin Zorlutuna’nın ölümü üzerinden 23 yıl geçti. Harap ve yıkılmaya yüz tutmuş Zorlutuna Konağı (Dertli Mustaa Bey Konağı), ben de olduğu kadar her Edirne’li de, acı ve tatlı anılarla yaşamaktadır. Yazımı Zorlutuna ailesinin yardımları ile kaleme aldım.

Salih Hüseyin Zorlutuna’nın, babası Jandarma Yüzbaşısı Hüseyin bey, annesi Nefise(Osmanpazarı:1874-13.12.1945) hanımdır. Bulgaristan Eski Cuma’da 1905 yılında doğdu. Balkan Savaşı’nda cephede hastalanan babası, Edirne Askeri Hastane’de öldüğünde, Salih bey henüz 8 yaşındadır. Ağabey Aziz Vecihi Zorlutuna’nın o savaş günlerinde nerede olduğunu dahi bilemeyen aile ve Salih bey, Balkan Savaşı’nın (1912-1913) acımasız zorluğunda seyyar satıcılık yaparak annesine ve kardeşlerine destek olmuştur.

Balkan Savaşı’nın son günlerinde küçük Salih, Edirne Ayşekadın’da okula başlar. Daha sonra 4-5-6. sınıfları Asım Bey Dar-ül Eytamı’nda yatılı okudu. Balkan Savaşı sonrasında 21.7.1913 günü Edirne’ye giren Türk Ordusu içinde bulunan ağabey Aziz Vecihi Zorlutuna aileye büyük bir mutluluk yaşattı. O günlerde Rum Tanaş Efendi’den keman dersleri alıyordu. Salih Bey Edirne Sultanisi 7. sınıfında iken bu defa da Yunanlılar Edirne’yi 25.7.1920 günü işgal ettiler. Pek çok acılı günlerin ardından 1924 yılında Edirne Öğretmen Okulu’ndan pekiyi derece ile mezun olur. Ağabey Vecihi bey onları İstanbul’a alır. Kendisi orada boş durmayıp İstanbul Konservatuvarı’na devam eder.

Hayatının dönüm noktası olan ilk memuriyetine, 25.11.1924 tarihinde Edirne Öğretmen Okulu’nda tatbikat öğretmenliği ile başlar. Halide Nusret Zorlutuna ile tanışır ve onun kızkardeşi İsmet Kür ve diğer öğrencilere de keman dersleri vermeye başlar. Okulda konser ve tiyatro oyunlarında görev alır. Ağabeyi Aziz Vecihi Zorlutuna ile Halide Nusret Zorlutuna’yı tanıştırarak onların 9.9.1926 günü evlenmesinde en önemli görevi üstlenir1. (Bir Devrin Romanı-Halide Nusret Zorlutuna)

1928 yılında askere alınıp, 1930 yılında teğmen olarak Bursa’dan terhis olunca Edirne’ye gelir. 1930-31 ders yılında Merkez Namık Kemal İlkokulu’na tayin edilir. Edirne Müftüsü Osman Hilmi Beyin öğretmen kızı Sadiye Hanımla 3.12.1931 günü evlenir. Aynı yıl bulunduğu okulun Başöğretmenliği’ne (Müdür) atanır. Araştırma ve incelemeler sonunda okulu yaptıran Yusuf Hoca’nın adının okula verilmesi için yazışmalar yapar. Milli Eğitim Bakanlığı’nın onayı ile Namık Kemal ismi “Yusuf Hoca İlkokulu” olarak değiştirilir. 1933 te Ersan, 1936 da oğulları Gürcan doğar. O yıllardaki eğitim ve öğretimin yeniden yapılanma hareketlerine katılarak Gazi Eğitim Entitüsü’nü okuyarak Tarih-Coğrafya öğretmeni olur. Mezıniyet sonunda Edirne Lisesi’ne tayini çıkar. Okulda bir çok kültürel etkinliklerde görev alarak Müdür Yardımcılığı yapar. Okulun 17.3.1942 de sahneye koyduğu “Bülbül Opereti” oyununda büyük başarı kazanır.

Zorlutuna Konağı diye anılan “Dertli Mustaa Bey Konağı”nı, 1938 yılında Milli Emlak ihalesinden alarak tamir ettirip oraya taşınır. Bina; konut, Ana Çocuk Sağlığı, DSİ Bölge Müdürlüğü, Öğrenci Yurdu(14yıl), Otel ve Park olarak çeşitli hizmetlerde kullanılır.

Okul arkadaşları tarafından Salih Zeki diye çağırılan hocamız, 1940 yılında çok ağır bir Zatürre Hastalığı geçirerek ameliyat olur. Kültürel etkinliklerdeki hizmetlerine devam ederek keman dersleri vererek bir çok öğrenci yetiştirir. 1942-43 ders yılında Çatalca Okulu’na tayin edilir. Çatalca’da 3 yıl Müdürlük yaparak tekrar Edirne’ye döner.

Lise’deki kadrosu esas olmak üzere 1.7.1952 tarihinde yeni kurulan Edirne Halk Eğitim Merkezi’ne kurucu Müdür olarak atanır2.(Milli Eğitim Cephesiyle Edirne-Necip Güngör Kısaparmak) Bu atamadan sonra yeni bir hizmet anlayışı ve halkın eğitimi konusunda yepyeni bir heyecanla işe başlar. Selimiye Kütüphanesi’nde bulunan Latin Harfli Türkçe Kitapları Halk Eğitim Merkezi’nde yeni bir salonda hizmete sunar. Eşi Sadiye Zorlutuna’yı da Selimiye Çocuk Kütüphanesi’nin kurucu öğretmeni olarak yanına alır. O günün şartlarında Çocuk Kütüphanesi Edirne’nin gündeminde yoktu. Her türlü malzeme ve dökümanı çocuklara göre düzenleyerek eşi Sadiye hanımın yönetiminde 1.10.1952 de Dar-ül Sıbyan’da (Selimiye Arasta Dükkanları’nın güney girişinde, sağdaki mekan) açar.

Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğü görevinde; Film Servisi açarak köylerde sinema gösterileri yapar3 (Yeni Edirne Gazetesi:1.5.1956), Konserler ve Tiyatro çalışmaları-Fareler ve İnsanlar4 (Yeni Edirne Gazetesi:10.5.1956), Şiir Yarışmaları (Yeni Edirne Gazetesi:18.12.1956), değişik konulardaki kursiyerlerin sergilerinin düzenlenmesi5 (Yeni Edirne Gazetesi: 6.1.1958), Çocuk Kütüphaneleri’nde masal saatleri düzenler. Özellikle eski kahramanları anma günleri ve bayramlara ait toplantılarda coşkulu merasimler düzenler. Halk Eğitim Merkezi Konferans Salonu duvarlarını süsleyen Osmanlı Padişah ve Paşaları ile Atatürk’e ait resimleri öğretmen Emin Çizgin’e iskele kurdurarak 1957 yılında yaptırır6. (Dünden Bugüne Edirne İsimler Sözlüğü-Özlem Ağırgan) Okuma-Yazma, İngilizce, Daktilo, Çocuk Bakımı, Elektrik ve Motor Kursları ile de halkın nabzını tutmasını bilir. (1956) Zorlutuna Kız Öğrenci Yurdu işletmeciliği görevinde binlerce eğitim emekçisine ve Kırkpınar haftalarında da Edirne Belediye Başkanlığı’na otel hizmeti sağlar.

Halk Eğitim Merkezi’ndeki 7 yıllık hizmetini kendi isteği ile sonlandırır. Edirne Lisesi’ndeki görevine 6.10.1959 tarihinde dönerek yine kendi isteğiyle 2.3.1964 tılında emekli olur. 29.11.1981 günü beyin kanamasından vefat eder.

Mesleki çalışmalarında da başarılı görevler üslenen Salih Hüseyin Zorlutuna, çeşitli Müdürlükler yanında Edirne Öğretmenler Derneği Başkanlığı da yapar. Resmi kurumlarla birlikte özel sektör çalışmalarında da başarılı hizmetlerde bulunur.
Salih Hüseyin Zorlutuna, 76 yıllık ömrünün 40 yılını eğitim kurumlarında geçirdi. Edirne Kültür hayatında bir çok çalışma ve incelemelde imzası vardır. Tarih ve Müzik Öğretmenliği yanında kalemi ile de hizmetlerde bulundu. Mesleki araştırmaları arasında: “17.Yüzyılın İkinci Yarısında Edirne’nin Sahne Olduğu Şahane Sünnet ve Evlenme Düğünleri (Türk Tarih Kurumunun-Edirne Armağan Kitabı), Danimarka Halk Eğitimi, Dilaverbey kim, Osman Nuri Peremeci Hocamız” isimli yayınlarını sayabiliriz.
Ruhu şad olsun.