mutasavvıf
Son devir Türkistan velilerinden. İsmi Abid Nazar olup oturduğu yerin isminden dolayı “Halife-i Kızılayak” diye şöhret bulmuştur.
1877 (H.1294) yılında şu anda Türkmenistan Cumhuriyeti içinde bulunup o zaman Buhara Emirliğine bağlı olan Kerki şehrinin Kızılayak
köyünde dünyaya geldi. İlk tahsilini alim bir zat olan babasının da yardımıyla burada tamamladı. Sonra, küçük yaşına rağmen, tahsilini devam
ettirmek için Buhara’ya gitti. Burada birçok alimden çeşitli dallarda ders alarak, talebelikte en yüksek dereceye ulaştı. Kendi anlattığına göre
Buhara’daki tahsilini daha çok zamanın büyük alimlerinden Ebü’l-Fazl-ı Siret’in yanında yapmıştır. Buhara’da tahsilini tamamladıktan sonra
kendisine Emir tarafından Buhara Kadılığı teklif edildi. Ancak, kabul etmeyip memleketine döndü. Bu teklif ısrarla devam edince de bir müddet
evini, hatta memleketini terk etmek mecburiyetinde kaldı.
Daha sonra tasavvufa yönelerek zamanın meşhur ariflerinden olup aynı zamanda amcası olan Halife Hüdaynazar’dan feyz ve icazet aldı. Hocası ona
icazet verdikten sonra, kendisine gelenlere; “Artık Abid’e gidin. Bende olanlar, bendi kaldırılmış bir ırmak gibi oraya aktı, gitti.” Buyururdu.
Fakat o yine de hocası vefat edinceye kadar talebe kabul etmedi. Tasavvufta silsilesi Hace Muhammed Said Mücedidi’ye ulaşır.
Bir müddet sonra hocası Hüdaynazar ile hacca gitti. O zamanın şartlarında yolculuk çok uzun ve sıkıntılı geçti. Hüdaynazar hazretleri zaten yaşlı
olduğundan hastalandı ve yürüyemez hale geldi. Sedye ile yol alıyordu. Abid Nazar hocasının her hizmetine canla başla sarılıyordu. Hocası da
devamlı dua ve niyazda bulunur ve; “Abid’im inşaallah dolacak ve taşacaksın.” derdi.
Nihayet Mekke ve oradanMedine’ye vardıklarında Hüdaynazar hazretleri vefat etti. Hocasını Cennetü’l-Baki’de defnettikten sonra yanındakiler ona talebe olmak isteyerek kendilerini kabul etmesi için ricada bulundular. Fakat o, bir türlü kendini buna layık görmüyordu. Çok ısrar edilince bir
gece mühlet istedi. Ertesi gün müsbet veya menfi kararını açıklayacaktı. Halife-i Kızılayak o geceyi Peygamber efendimizin kabr-i şerifleri yanında
murakabe ile geçirdi. Ertesi gün çok neşeli bir şekilde talebe kabul edeceğini bildirdi ve Mescid-i Nebevi’nin mübarek mihrabında oturarak müsafeha ile ilk talebesini kabul etti. Hac sonrası memleketine döndü.
Halife-i Kızılayak, Bolşevik İhtilali sırasında Kalişof hadisesinden itibaren Ruslara karşı çok gaza ve cihadlarda bulundu. Buhara Emirliği
Rusların eline geçtikten sonra da cihadı bırakmadı. Ancak silah ve gıda yetersizliğinden Afganistan’a hicret etmek mecburiyetinde kaldı. Büyük bir
kalabalıkla Afganistan’a geçen Halife-i Kızılayak, bundan sonra devamlı cihad hareketini destekledi. Habibullah Han zamanında RusyaAfgan sefiri
bulunan Gulam Nebi Han, Rusların yardımıyla Pettekeser mevkii üzerinden Belh şehrine saldırdı. Burayı işgal ederek ayrı bir devlet gibi davranmaya
başladı. Bunun üzerine Halife-i Kızılayak, Ruslara karşı çok iyi savaş tecrübesine sahib bulunan Türk mücahidlerini bizzat kardeşi Alim Han ile
Belh’e gönderdi. Büyük mücadeleler neticesinde Belh işgalden kurtuldu ve Alim Han geçici bir süre için Belh’i idare etti. Her şey normale döndükten
sonra Belh’i hükumete teslim ederek geri döndü.
Halife Kızılayak, Afganistan’a geçtikten sonra ilk önce Andhoy kazasının Altıbölek köyünde oturmuşsa da bazı hadiseler sebebiyle Cüzcan vilayetine
yakın bir yere yerleşti. Buraya eski köylerinin ismi olanKızılayak adı verildi. Bundan sonra Kızılayak’ta bir cami, medrese ve hanegah inşa
edildi.Burası her taraftan gelen talebelerle dolup taşmaya başladı. Hanegah, cemiyetin her tabakasından fakir, zengin, alim, fazıl, devlet
adamı ve her türlü insanın uğrak yeri haline geldi. Bu hali gören ve daha önce Afganistan’da oturmakta olan bazı alimler ilk önce bu durumu
yadırgadılarsa da dergaha geldikten ve Halife-i Kızılayak’ı gördükten sonra tam bir teslimiyetle geri döndüler. Kabil’de oturan ve İmam-ı
Rabbani hazretlerinin torunlarından olup alim bir zat olan hazret-i Şurbazar da Kızılayak’a teşrif etmiş ve Halife-i Kızılayak’ın sohbetlerinde bulunmuştur.
Halife Abid Nazar, Afganistan’a geçtikten sonra, sırasıyla Afganistan Emiri olan Emanullah Han, Nadir Şah ve Zahir Şah ile gerek şahsen, gerek
mektupla irtibatlar kurmuş ve hepsinden saygı görmüştür. İnşa ettiği medrese ve hankah için devlet tarafından vakıf olmak üzere arazi tahsis
edilmiş ve pekçok maddi yardımlar yapılmıştır.
Manevi yönü pek kuvvetli olmayan Emanullah Han, bir keresinde Belh’e gelerek bir toplantı düzenlemişti. Bu toplantıya Halife-i Kızılayak’ı da davet etti. Fakat toplantı öncesi oradaki devlet erkanına Halife-i Kızılayak içeri girdiğinde ayağa kalkmamaları hususunda sıkı sıkıya tenbihte bulundu. Halife-i Kızılayak, yanında hazret-i Şurbazar olduğu halde Belh’e gelerek toplantı yerine gitti. Onun teşrifini gören Emanullah
hemen ayağa kalkarak saygıyla karşıladı. Emanullah ayağa kalkınca diğer devlet erkanı da ayağa kalkmak mecburiyetinde kaldılar. Daha sonra bu durum kendisinden sorulduğunda Emanullah şöyle cevap vermiştir: “Halife-i Kızılayak’ı gördüğüm vakit her iki yanında büyük birer arslan vardı. Korkumdan ve kendimde olmadan birden ayağa kalkıverdim.”
Türkistan’da Enver Paşanın ölümünden sonra onun yardımcısı durumunda olan İbrahim Lakay Afganistan’a geçerek bütün askerleri ile birkaç gün
Kızılayak’ta kaldı. İbrahim Lakay, Halife-i Kızılayak’la yalnız olarak yaptığı görüşmede kendisine bir isteğini iletti. Elinde bulunan kuvvetiyle Kabil hükumetini basarak iktidarı eline alacaktı. Bunun için sadece izin ve dua istiyordu.
Ancak Halife-i Kızılayak, bu isteği kabul etmedi. “Bunun için müslüman kanı dökülmesine razı olmayız. Ayrıca bize iyilik edene kötülük etmeyiz.”
buyurdu. Bunun üzerine İbrahim Lakay Belh’e doğru yürüdü. Kunduz vilayeti civarında biraz savaştıktan sonra isteyen kumandanlarını Afganistan’da
bırakarak kendisi Rusya’ya geçti.
Zahir Şah zamanında bir ara Halife-i Kızılayak’ın gözleri görmez olmuş ve tedavi için Kabil’e gitmişti. Yol boyunca halk onu gruplar halinde
karşılıyor ve bir kerecik bile olsa, müsafeha edebilmek için can atıyordu.
Kabil’e vardıklarında, onu bizzat Zahir Şah karşıladı. Zahir Şah Halife-i Kızılayak’ı gördüğü anda hemen ayağa fırlayarak ellerine sarıldı ve; “Ben sizi daha önce de görmüştüm.” Diyerek şunları anlattı: Daha Şah olmamıştım. Babam sağdı. Bir gün av için Dere-i Acer denilen yere gittim.
Heyecanla av peşinde koşarken atımla birlikte oradaki bir kuyuya yuvarlandım. O anda; “Yetiş ya pir.” Şeklinde haykırmıştım. Hemen göğsümden kavrayan bir el beni kenara koymuştu. İşte o vakit karşımda sizi gördüm. “Korkma yavrum.” diye beni sakinleştirdikten sonra nereye gittiğinizi anlayamamıştım.
Zahir Şah, bundan sonra Halife-i Kızılayak’a daha çok hürmet gösterdi ve onu manevi baba kabul etti. Ayrıca özel olarak Türkiye’den getirtilen bir
doktorun başarılı tedavisi neticesinde Halife-i Kızılayak’ın gözleri sağlığına kavuştu.
Afganistan’ın siyasi istikrarı hususunda pekçok müsbet tesirleri görülen Halife-i Kızılayak’ın varlığı müslümanların sulh ve selamet içerisinde
yaşaması hususunda da büyük bir nimetti.
Bolşevik ihtilalinden sonra Afganistan’a geçen Türk muhacirleri ile bazı Peştun kabileleri arasında münazaralar ortaya çıkmıştı. Hatta ufak çapta
çatışmalar da görülmüştü. Bu hadiseler devam ederken Peştunların kabile reisi bütün adamlarını toplayarak bu durumu görüşmek üzere Kızılayak’a
hareket etti.
Bunu duyan Halife-i Kızılayak, kırk elli kadar kişiyi silahlı olarak yolun iki kenarına yerleştirdi. Adamlarıyla kızgın bir şekilde gelmekte olan han, Kızılayak’a on beş km kadar yaklaştığında ürpermeye ve endişeye
kapılmaya başladı. Yaklaştıkça ezilip büzüldü ve adeta küçüldü. Han, nihayet dergah kapısına geldiğinde mecalsiz bir halde edeple içeri girdi.
Özürler beyan ederek bütün anlaşmazlıklara son vermek üzere huzurdan ayrıldı.
Böylece felakete sebeb olabilecek bir mesele kendiliğinden halledilmişti. Daha sonra yakın adamları reise, kendisinde görülen değişikliği sual
ettiklerinde; “Yolun iki kenarında bir ordu bekleşiyordu.” diye bahsetmiştir.
Halife-i Kızılayak, gerek sözleriyle, gerek ameliyle Ehl-i sünnet itikadı ve İslam ahkamına tam uymuş ve onu yaymak için uğraşmıştır. Uzun ömrünü
cihadlarla süslemiştir. Kendisine gösterilen saygılara mukabil onda kesinlikle bir kibir ve gurur hali görülmezdi. Her haliyle çok mütevazi
idi.
Herkese iyi davranırdı. Kendisine kötü davrananlara karşı da yumuşak ve merhametli idi. Çocuklar dahil herkese selam verirdi. Kimse kendisinden
önce ona selam veremezdi. Birçok defa daha önce selam vermek niyetiyle huzuruna çıkanlar bunu başaramamış, hep selam almak mecburiyetinde
kalmışlardır.
Kimseyi incitmemeye çok dikkat derdi. “Çocukluğumda sapanla bir serçe vurmuştum. Bunu her hatırlayışımda korkudan kalbim titriyor.” buyururdu. En küçük müstahaba bile ehemmiyetle riayet ederdi. Hep kıble tarafına dönerek otururdu. Helal ve temiz yemeye çok dikkat ederdi. Seyyitleri çok sever ve onlara hürmet gösterirdi. Her hareketi Resulullah’a tam tabi olduğunu gösteriyordu.
Şöhretin çok zararlı olduğunu söyler, Peygamber efendimizin bu konudaki “Şöhret afettir.” hadisine istinaden; “Koşandan yürüyen, yürüyenden duran,
durandan oturan, oturandan da yatan daha iyi, daha rahattır.” buyururdu.
Afganistan halkını bir hicretin beklediğini ve bunda önce davrananların kurtulacağını, sona kalanların ise çok telef olacağını söylerdi. Rusya ile ok sıkı irtibat kurulacağına hatta iki yurdun bir olacağına işaret ederdi. “İslamı yaşamak avuç içinde köz (ateş) tutmaktan daha zor olacaktır.” buyururdu.
Çocukları çok severdi. Bazan torunlarını önüne alıp, hem sever hem de hıçkırarak ağlardı. Öyle ki göz yaşları sakalının ucundan damlardı. Sebebi
sorulduğunda da; “Onların doğduklarına seviniyorum, ama görecekleri günler için ağlıyorum.” buyururdu.
Dünya malına tamah edenlere; “Altın alma, dua al. Dua altından daha kıymetlidir.” buyururdu. Hiç kahkaha ile gülmezdi. Kahkaha atanları
gördüğünde; “Sıratı geçmeden nasıl gülebiliyorsunuz, şaşıyorum. Müslüman sıratı geçtikten sonra güler.” derdi.
Halife-i Kızılayak camide vaz etmezdi. Fakat ikindi namazından sonra akşam namazına kadar Sufi Allahyar hazretlerinin Farsça manzum olarak yazdığı
bir fıkıh kitabı olan Meslekü’l-Müttakıyn’ı okur ve açıklardı. Kitap, senede iki defa bitirilirdi. Böylece herkesin bilmesi gereken fıkıh
bilgileri müsait bir zamanda cemaata anlatılmış olurdu. Diğer vakitlerde ise sohbet dergahta olurdu. Bu sohbet sırasında daha çok, İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat’ı okunurdu.
Ramazan aylarında dört gecelik bir hatim düzenlenirdi. Bu hatime ülkenin her tarafından binlerce insan gelirdi. Çeşitli yerlerden gelen alimler burada buluşurlardı. Ayrı ayrı yerlerde toplanırlar, konuşup tartışırlar, sorulara cevap verirlerdi.
Hatim tertibi şöyle olurdu: İkişer rekat kılınan teravih namazında okunacak zamm-ı sure için Kur’an-ı kerim baştan itibaren okunmaya başlanırdı. Bu işi hafızlardan kurulu bir ekip yapardı. Hafızlar ve cemaat tesbihlerden sonra beş on dakika çay içip dinlenirlerdi. Böylece sahur zamanına kadar devam eden teravih namazında birkaç cüz okunurdu. Nihayet
dördüncü gecenin sonunda Kur’an-ı kerim hatmedilmiş olurdu. Hatim, bayram havasında geçerdi.
Gelen alimler iftar ve sahur yemeklerini hankahın avlusundaki sofada Halife-i Kızılayak’la birlikte yerlerdi. Buradaki sohbet o kadar tatlı,
öylesine bir kudsiyet içinde geçerdi ki, orada bulunanlar kendilerini başka bir alemde zannederler, içlerinde ulvi bir zevk ve özlem kalırdı.
Yine mevlid kandilleri ayrı bir güzellikte ihya edilirdi. O gün de her yerden insanlar akın akın gelirlerdi. Herkes toplandıktan sonra Halife-i
Kızılayak’ın odasında ve kendisinin oturduğu yerde başının üzerinde yüksekte bir yerde duvara yapışık duran özel sandukada bulunan Sakal-ı şerif ile Şah-ı Nakşibend hazretlerine ait hırka-i şerif başlar üzerinde getirilirdi. Emanetler, özel olarak yapılmış ve baş hizasında bulunan mevkiine konulurdu. Örtüler edeple ve salevat-ı şerife okunarak açılırdı. Sonra belli bir tertib içerisinde natlar okunur, Kur’an-ı kerim kıraat
edilir ve konuşmalar yapılırdı. En sonunda Hırka-i şerif oraya gelenlerin arasında dolaştırılır, edep ve ihlasla öpüp koklanırdı. Daha sonra şerbet
ikram edilir, dua ile meclise son verilirdi. Kandile, vali ve kadı gibi bazı devlet adamları da katılırdı.
Halife-i Kızılayak dergahında her akşam büyük kazanlarda yemek pişirilerek halka dağıtılırdı. Fakir aileler evlerine buradan yemek götürürlerdi.
Ayrıca her Perşembe gündüzleri devamlı yemek pişer ve dağıtılırdı. Ağır muhaceret şartlarında zayıf düşen aileler için burası bir ümid kapısı idi.
Ayrıca fakirler her zaman gelerek çeşitli ihtiyaçlarını buradan giderirlerdi. Bundan başka her gün pekçok misafir ağırlanırdı. Yemek aynı
ölçüde pişmesine rağmen her zaman kafi gelirdi.
Halife-i Kızılayak, hayatının sonlarında felçli olarak üç sene hasta yattı. Sağlığında olduğu gibi, hastalık zamanında da hep şükreder ve;
“Beterinden koru ya Rabbi!” diye yalvarırdı.
Nihayet Buhara’daki Gögeldaş Medresesini keramet ile inşa ettiği söylenen büyük veli hazret-i İşan’ın torunlarından olan hanımı vefat edince,
Halife-i Kızılayak; “Artık gitme zamanımız geldi.” buyurdu. Hakikaten hanımının vefatından bir gün sonra kendisi de Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Vefatına yakın, Allah ism-i şerifini devamlı tekrarlamaya başladı. Bu sırada birkaç kez bayıldı. Her zaman gizliliği düstur edinmiş olmasına
rağmen, son anlarında kendisini görülmedik bir muhabbet ve iştiyak hali kapladı. Dili kımıldamamasına rağmen göğüs kafesinden çıkan Allah lafz-ı şerifi bitişik odalardan açık şekilde duyuluyordu. Nihayet 1955 (H.1375)
yılı Şaban ayında Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Vefat ettiği gün mevsim yaz olmasına rağmen hava simsiyah bulutlarla kapandı ve gün boyu ince bir yağmur yağdı.
Vefatı üzerine pekçok insan Kızılayak’a geldi. Araba ve binek hayvanlarına yer bulunmaz oldu. Sokaklar, araba zincirleri ile kilitlendi. Cenaze
namazı safları sokaklara taştı. Cenaze namazına katılmak için ağaçlara çıkanlar bile görüldü. Cenaze namazına Zahir Şah vekaleten
yardımcılarından birini gönderdi. Namaz, Mevlevi Abdülvüdud’un imametinde eda edildi. Kabri, Kızılayak’ta cami bitişiğinde ve medresenin
avlusundadır. Türbesine kendi isteği ile kubbe yapılmadı, üstü açık bırakıldı. Türbenin üstünde kendisinin gazalarda yanında taşıdığı bayrak
göndere dikilmiş ve üstünde beyaz bir alem dalgalanmaktadır.
Vefatından sonra ikinci oğlu Siracüddin’e Mevlana Seyyid Abid tarafından icazet verilmiş, ancak bu oğulları çok geçmeden zehirlenerek şehid
edilmiştir. Onun kabri de babasının kabri yanındadır. Daha sonra büyük mahdumları Hamid, icazet almışsa da birkaç sene sonra o da vefat etmiştir. Son olarak Siracüddin’in oğlu Nureddin’e Buhara’da Halife-i Kızılayak’la beraber medresede okuyan ve yine Halife-i Kızılayak’ın emri ile Belh’e yerleşen Mevlana Berat tarafından icazet verilmiştir.
Bundan sonra medrese yine eski güzelliğine kavuşmaya ve alimlerin uğrak yeri olmaya başlamıştı. Ayrıca bu zamanda cami ve medrese Cüzcan valisi Dr. Muhammed Sıddik ve sonraki vali M.Kerim Furuten’in katkılarıyla yeniden tesis edilmiştir. Yine eskisi gibi hatim ve merasimler
tertiblenmeye başlanmıştı. Fakat, Davud ihtilali ile bunlara son verildi. Nihayet 1978’de Afganistan, komünist ihtilalle çalkalandı. Bir sene
sonra Halife Nureddin de komünist yöneticiler tarafından şehid edildi.
Halife-i Kızılayak’ın Türkçe ve Farsça olarak bastırdığı Farz-ı Ayn adında bir risalesi vardır. Risale herkesin bilmesi gereken itikat bilgileri ile bazı zaruri vecibeleri ihtiva etmektedir.
1978 yılında komünistler Afganistan’da ihtilal yapmış, buna karşı cihadın alevlenmesi neticesinde Rusları çağırmışlardı. Fakat çatışmalar hızlanarak
devam etmişti. İşte bu savaşlar sırasında Kızılayak’ın bazı yerleri komünist devlet askerleri tarafından bombalanmıştı. Bir keresinde iki
zırhlı helikopter Halife-i Kızılayak’ın hücre ve hanegahının avlusuna birkaç roket fırlattıktan sonra cami bitişiğinde ve medresenin içinde
bulunan havuza bir bomba attılar. Bu bombadan cami bir hayli hasar gördü. Helikopterler bundan sonra da caminin diğer tarafındaki Halife-i
Kızılayak’ın türbesine yöneldiler. Fakat türbeye tam yaklaştıkları an helikopterlerin biri bir anda alevler içinde kaldı ve köyün hemen dışına
kadar gittikten sonra yere çakıldı. Helikopterin içindekiler zor kurtarıldılar. Halbuki orada ne uçaksavar ne de mücahid birlikleri vardı.
O zaman birkaç asker hanegaha gelerek hücrede bulunan bazı kıymetli kitapları almışlar ve yerine komünizm muhtevalı kitaplar bırakıp
gitmişlerdi. Ayrıca daha önce Ruslara karşı kullanılan ve orada durmakta olan birkaç eski silahı da götürmüşlerdi.
Bu olayın üzerinden çok zaman geçmemişti ki, hanegaha girenler bir bir delirdiler. Durmadan kendi ellerini ayaklarını dişliyorlardı. Hiç bir
şekilde de tedavi edilemediler. Nihayet durumu anlayan bazıları tarafından bu kişiler Halife-i Kızılayak’ın dergahına getirildiler. Götürülen
silahlar yerlerine bırakıldı. Böylece tövbe ettikten sonra deliler iyileşebildi.
Diğer taraftan komünistler helikopterlerin uçaksavarla vurulduğunu iddia etmelerine rağmen, pilotlar bunu reddetmiş ve şöyle anlatmışlardır: “Tam türbeyi vurmak üzereydik. Türbe kapısından uzun boylu nohudi elbiseli
sarıklı biri çıktı. Avucunun içi ateş doluydu. Elindeki ateşi bize doğru fırlattı. Helikoptere gelen ateş bir anda her tarafımızı kaplayıverdi.”
BU YOLDA EDEB GEREK
Bir gün zengin biri, kendisiyle ilgili bir anlaşmazlıktan dolayı, diğer şahıslarla birlikte Halife-i Kızılayak’ın huzuruna çıktı. Fakat o, huzurda da edepsiz hareketlerde bulunarak taşkınlık yapmaya devam etti. Çıkacakları sıra yanındakiler böyle gitmemesini ve Halife-i Kızılayak’ın
duasını alarak çıkmasını kendisine söyledilerse de, gururundan bunu kabul etmedi ve öylece çıkmak üzere ayağa kalktı. Halife-i Kızılayak tam o
sırada başını kaldırarak ona bir nazar etti. O andan itibaren zengin kişinin hali kötüleşmeye başladı. Evine gittiğinde yakınları doktor
getirmek istedilerse de artık buna gerek olmadığını söyleyerek; “Dergahın kapısından çıkarken Halife-i Kızılayak’ın bana baktığı anda içimden bir
şeylerin geçtiğini hissettim. Artık son hazırlıkları yapın.” dedi. Hakikaten çok geçmeden vefat etti.
KUSURUNU AFFET
Bir gün Halife-i Kızılayak, birkaç talebesiyle birlikte bir mezarlığın yanından geçiyordu. Bir ara yeni gömülmüş bir mezarın başında durdu. Sonra
mezarın kime ait olduğunu sorup öğrendi ve mezar sahibinin evine gitmek istediğini söyledi. Mezar bir gün önce gömülmüş bir gence aitti. Hep
birlikte gencin evine gittiler. Gencin babası çıkıp onları karşıladı. Halife-i Kızılayak ondan, ölen oğlunun yerine kendisini evlat kabul
etmesini istedi. Herkes bu istek karşısında şaşırmış durumdaydı. Halife-i Kızılayak; “Eğer istediğimi kabul ettiysen beni istediğin gibi azarla, hatta döv. Fakat dün ölen oğlunun kusurunu affet. Çünkü onun azaptan kurtulması buna bağlıdır.” dedi. Bunu duyan baba oğlunu affetti ve gönlü oş bir şekilde onları uğurladı.