Halil Berktay

tarihçi, akademisyen, yazar

Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi

1947 yılında doğdu. Liseyi Robert Kolej’de okudu. Ekonomi alanında lisans ve lisansüstü eğitimini 1968’de Yale Üniversitesi’nde tamamladı. Ekonomi okuduğu Yale Üniversitesi’nden, lisans ve yüksek lisans derecelerini 1968 yılında daha sonra yöneldiği Tarih’te ise doktorasını Birmingham Üniversitesi’nden 1991 yılında aldı. Türkiye’de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat Tarihi ve İktisadi Doktrinler Kürsüsü ile ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümlerinde öğretim üyeliği yaptı. Ayrıca yurtdışında, Birmingham Üniversitesi ve Harvard Üniversitesi’nde ders verdi. Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü müdür yardımcılığında bulundu. Ana Britannica Ansiklopedisi’nin, Europalia sergi projelerinin tarih danışmanlığını yaptı.

Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfi ile Helsinki Yurttaşlar Derneği kurucu üyesidir. Toplumsal Tarih dergisinin yazı kurulunda, Journal of Peasant Studies’in yayın danışma kurulunda yer alıyor.

Berktay’ın Çalışma Alanları

Esas uzmanlık alanı, 20. yüzyıl Türk milliyetçiliği ve milliyetçi historiyografisidir. Bunun dışında, gerek Avrupa ortaçağ tarihinin, gerekse Osmanlı sosyal ve ekonomik tarihinin karşılaştırmalı bir perspektif içinde yeniden düşünülmesi sorunuyla da uğraşageldi. Son yıllarda Türk ulus-devletinin ve ulusal belleğinin inşası üzerinde yoğunlaşıyor.

HAKKINDA YAZILANLAR

BERKTAY VE TARİHÇİLİĞİN TARİHİ

Berktay, Osmanlı tarihi ve tarihçileri konusunda çok fikir belirttiği için zaman zaman Osmanlı tarihçisi gibi algılanmasına veya kendisinden bu şekilde bahsedilmesine rağmen, Osmanlı tarihinin birincil kaynakları üzerinde çalışarak özgün buluşlar üretmediği için kendisini Osmanlı tarihçisi olarak görmediğinin altını çizerek konuşmasına başlıyor. Kendisini tarihsel sosyoloji ile karşılaştırmalı tarih arasında bir yerlerde duran interdisipliner bir insan olarak tanımlayan Berktay, özel olarak historiografiyle uğraştığını belirtiyor:
“Benim birincil kaynaklarım tarihçilerin, özel olarak 20. yy Türkiye tarihçilerinin yazdıklarıdır.

Tarihçilerin yazdıklarını okuyup onlardan bir sentez ve derleme yaparak Osmanlı toplumu şudur veya Avrupa ortaçağ toplumu budur demek için değil. Tarihçilerin okuduklarını inceleyip, bu tarihçilere bunları neler söyletiyor, bunun ardında ne gibi ideolojik, politik gündemler var, ne gibi adı konmamış alt söylemler var şeklinde bir söylem analizini devreye sokarak tarihçiliğin tarihini yapmak açısından tarihçilerin yazdıklarını okuyan bir insanım. Birincil kaynak olarak doğrudan doğruya tarihçilerin kendi yazdıklarını kullanıyorum ve onları historiografik bir okumaya tabi tutuyorum.”

Belli bir konuyu araştırmak için okumak ile bütünsel söylemi ve mesajı anlamak için okumak arasında çok büyük bir fark bulunduğunu belirten Berktay, historiografik okumanın bütünsel ve dolayısıyla diğerine göre çok daha zahmetli bir iş olduğunu vurguluyor.

“Historiografik okuma için satır satır okumak ve aynı zamanda satır aralarını da düşlemeye çalışmak şarttır. Hiçbir satırı ve hiçbir kelimeyi kaçırmamak gerekir. Kurumlar veya olaylar hakkında verilen bilgilerle birlikte yorumları, ideolojik arka planları, alt mesajları, bütün çağrışımları yakalamaya çalışmak gerekir. Dolayısıyla daha bütünlüklü, daha mufassal ve titiz olması gereken bir iştir. Mesela Ömer Lütfü Barkan’ın Osmanlı İmparatorluğu’nda çiftçi sınıflarının hukuki statüsüyle ilgili 1937-38 tarihinde Ülkü dergisinde tefrika edilmiş olan makalesinin daha başında öyle iki paragraf vardır ki, burada müthiş bir retorikle Osmanlı Devleti’nin nasıl inkılapçı bir devlet iradesini temsil ettiği ve bütün kuvvetleri bu cihanşümul iradeye ram etmeye kalkışarak, nice savaşların fırtınasında çelikleşerek emsalsiz bir devlet organizması yarattığından söz eder. Tarihçiler bunu okumazlar; bense özellikle bunu okurum. Çünkü yazıldığı dönem de hesap edilirse Barkan’ın ilham kaynakları arasında faşizmin de yer aldığı aşırı devletçi, korporatist bir ideolojiden ne kadar etkilenmiş olduğunu ve o dönemin totaliter cereyanları içinde ne kadar büyük bir yoğunlukla yaşamakta olduğunu bu paragraflar açığa vurur.”

MARKSİZM VE TARİHÇİLİK

Gençlik yıllarından itibaren siyasi bakımdan aktif bir Marksist olarak yaşamış olmanın kendisine kaçınılmaz bir biçimde içselleştirdiği şeyler olduğunu belirten Berktay, kendisini “Marksist bir kültür kıtası içinden çıkagelen bir tarihçi” olarak tanımlıyor:
“50 yaşını aşmış ve Marksist bir entelektüel aile içinde doğup büyümüş bir insan olarak benim, Marksist duyarlılıklarla, tarih görüşleriyle vs 35 yılı aşan bir haşır neşir oluşum var ve elbette bu belli bir kültür kıtasını şekillendiriyor. Bugünkü sorularım o sorularla sınırlı değil, bugünkü duyarlılıklarım o duyarlılıklarla sınırlı değil elbette. Ancak yine de benim için bir çıkış noktası, bir tramplen, bir ilk basamak bile olsa kendimi tarif ederken bunu söylemek zorundayım.”

Berktay kendisinden Türkiye’de veya dışarıda genellikle Marksist bir tarihçi olarak bahsedilmesini yanlış buluyor. Marksizmin politik gelecek projesini artık paylaşmadığını ve Marksizme de ezeli ve ebedi, değişmez doğruları olan bir akım olarak değil, başı ve sonu olan tarihsel bir kategori olarak baktığını ifade ederek, günümüzde Marksist bir tarihçi olmanın ne anlama geldiğinin belli olmadığını vurguluyor:

ENTELEKTÜEL SERÜVENİ

Halil Berktay kendi entelektüel serüvenini Şevket Pamuk, Çağlar Keyder, Stefan Yerasimos, Huricihan İslamoğlu, Ünal Nalbantoğlu veya İlber Ortaylı gibi isimleri kapsayan bir neslin hikâyesiyle bağlantılandırıyor:
“1960’lara gelinceye kadar tarih çok dar bir meslekti; ulus-devletin ihtiyaçlarından kaynaklanan tarih söylemleri ve bunların ders kitaplarına veya törenselliklere yansıyışı ya da milliyetçi böbürlenmelerin popüler versiyonlarını içeren tarihsel romanlar, tefrikalar vs dışında, kamuoyunda bugünkü gibi seçkin tarih eserlerine canlı ve entelektüel kalitesi yüksek bir ilgiden söz etmek mümkün değildi.

Ulus-devletin ideolojik ihtiyaçlarının aşılandığı resmiyetler ve törensellikler ile oldukça içine kapalı bir kast manzarası arz eden o zamanki profesyonel akademik tarihçilik dışında, bu alanda radikal ve özgür rüzgârlar ilk defa 1960’larda esmeye başladı. Bu on yıl içinde dünya çapında ve Türkiye’de, azgelişmiş denilen toplumların tarihsel kaderinin kökenlerine ilişkin, emperyalizm ve azgelişmişlik sorunsalı diyebileceğimiz bir sorunsal doğdu. Yani tarihi anlamak ihtiyacıyla bir geleceğe şekil vermek, toplumun kaderine etkili müdahalelerde bulunmak arzusu ve özlemi el ele giden bir şeydi. Dinamizmini de çok büyük ölçüde buradan alıyordu; kuvveti ve zaafı buydu. Kuvveti buydu çünkü çok büyük bir heyecan ve atılım yaratıyordu; zaafı buydu çünkü bilim ile politika arasında bir mesafe ve serinkanlılık oluşmuyordu. Bilimin, bilimsel araştırmanın şu veya bu şekilde algılanan politik, ideolojik icaplara feda edilmesi söz konusu oluyordu. Örneğin Muzaffer Sencer’in Osmanlı Toplum Yapısı kitabı 1969 tarihli ilk baskısında “Devrim Stratejisi Açısından” altbaşlığını taşıyor ve bu, o tarihte, hiç kimse tarafından yadırganmayabiliyordu. Fakat sonuç olarak, Osmanlı-Türk azgelişmişliğinin tarihsel kökenlerini aramak, kurcalamak dürtüsü o radikal entelektüel ortamda pek çok genci tarih dışı alanlardan genellikle de ekonomiden veya sosyolojiden gelip tarihle ilgilenmeye sevk etti.”

Osmanlı-Türk azgelişmişliğinin tarihsel kökenlerini ortaya koyma isteği Berktay’ı da tarihe, özellikle de Osmanlı Klasik Dönemine yöneltir:
“Tabii 15.-16. yy’a bulaşmak derhal Osmanlı toplumu feodal miydi, değil miydi tartışmalarına bakmak demek. Ben de, bana o zamanki Marksist ortodoksi anlayışım çerçevesinde daha uygun geldiği için, bir de kendimi o gençlik yıllarımda Milli Demokratik Devrim stratejisine daha yakın bulduğum için Osmanlı devletinin feodalliğini ispatlamaya ‘taktım’. Osmanlı toplumu feodal değildir diyen söylemin önemli bir damarı akademik Osmanlı tarihçilerinden geliyordu ve Osmanlı toplumun kerim bir devlet tarafından yönetildiği, adalete dayandığı, sosyal sınıfları ve sınıf çelişkilerini, sömürüyü, baskıyı barındırmadığı çağrışımlarıyla yüklüydü; genç bir Marksist öğrenci için işin bu yanı tabii çok büyük bir sinirlenme kaynağıydı. O dönemde benim tutumum ‘Osmanlı toplumu feodaldi; çünkü toplumsal sınıflar vardı, sömürü vardı, artı ürün aktarımı vardı, ezilen bir köylülük vardı’ şeklindeydi. Derken biraz ilerleyince, bu insanların Osmanlı toplumunun feodal olmadığını kanıtlamak için kullandıkları feodalizm modelinin yanlışlığı noktasına geldim. Yani feodalizmin ekonomik bakımdan hassa çiftlik işletmeciliğine ve politik bakımdan da saf bir adem-i merkeziyete indirgenemeyeceğinin; Avrupa ortaçağ tarihçiliğinin aslında bunu çoktan aşmış olduğunun farkına varmaya başladım. Hâlâ kafamda nihai proje olarak, kullanılan feodalizm modelinin yanlışlığını göstermesi ve bu modelin güncelleştirilmesi yoluyla Osmanlı toplumunun feodal olduğunun ispatlanması vardı; ama artık Osmanlı toplumu eskisi gibi dar ve modası geçmiş bir feodalizm kategorisinin içine değil, çok daha geniş ve esnek olarak yorumlanmış bir feodalizm kategorisinin, daha doğrusu, bağımlı köylülüğe dayalı fiyef dağıtım sistemleri genel kategorisinin içine yerleştiriliyordu. 7-8 yıl bu aşamada yerimde sayarken, Köprülü’nün, Barkan’ın ve İnalcık’ın farklı dönemlerde yaşamış ve yazmış oldukları gibi çok basit bir şeyi fark ettim ve dolayısıyla bu konudaki görüşlerin veya fikirlerin bir progresyonu olduğunu, başka bir deyişle bir teorinin veya bir paradigmanın zaman içinde inşasının söz konusu olduğunu kavramaya başladım. Osmanlı toplumunun feodal olmadığı iddiası zaman içinde değişmez bir şekilde duran bir görüş değil; bu görüşün de bir tarihi var. Bu görüş çok kuvvetli bir şekilde 1930’ların ortalarında ya da ikinci yarısında ortaya atılıyor. Yani Osmanlı tarihçileri birdenbire arşivlerde yeni şeyler bulduklarından ve bu yeni ampirik kanıtlar getirdiğinden değil, kendi içinde yaşadıkları ideolojik, politik ortamdan ötürü bunu söylüyorlar ve bu da 1930’ların ikinci yarısındaki otoriter Türk ulus-devletinin ideolojik ihtiyaçları ve bunları profesyonel tarihçilere yansıtış biçimleriyle ilgili bir olay. Böylece 20. yy Türk tarihçiliğinin de bir tarihi olduğunu ve bunun Türkiye Cumhuriyeti’nin, hatta daha geniş düşünürsek, Türk milliyetçiliğinin fikir tarihinin bir parçası olarak okunması ve analiz edilmesi gerektiğini düşünmeye başladım. Açıkçası, kendi alanımın gelişmesine bir katkıda bulundum mu diye bir soru sormaya hakkım varsa, 20. yy Türk tarihçiliğinin historiografisi diye bir alanı tanımlamakla, historiografik duyarlılık ve kendi kendinin farkında olma diye bir gündemi galiba ortaya koyan ben oldum diye düşünüyorum.”

YAZMAKTAN ÇOK DERS VERMEK

Bu uzun entelektüel arayışın kendisini birçok değişik alanlarda “ekstra bagaj” edinmeye sevk ettiğini belirten Berktay, bu durumun bazı zorlukları da beraberinde getirdiğini ifade ediyor:
“Sürekli okudukça ve öğrendikçe var olan edinimlerimin tamamını yeniden gözden geçirmek ihtiyacını duyuyorum. Yani bana fragmanter önermeler yetmiyor; bir konuda yeni bir şey öğrendiğimde acaba benim bütünsel bilgi yapım içinde hangi taşlar yerinden oynadı, neleri yerine koymam lazım diye düşünmeye başlamam gerekiyor. Bu çok zahmetli ve çok zaman kaybettiren bir arayış. Yani devamlı böyle yeni bilgiler entegre etmeye çalıştıkça yazmak ve tamamlamak zor oluyor. Bu yüzden ben de içimi derslerde döküyorum. O oynayan taşları yeniden yerlerine oturtma çabası içinde durup da yazamıyorsunuz, ama ders vermeye devam edebiliyorsunuz ve dersler düşünceleri geliştirmek, sınamak ve kurcalamak için en iyi platformu oluşturuyor.

Üniversiteye döndüğüm ’92 yılından beri benim için esas yaratıcı faaliyet ders vermek haline geldi. Bu bakımdan kendimi, yazmaktan çok, ders veren bir tarihçi gibi hisssediyorum. Bu yüzden ders kitaplarıyla çok uğraşıyorum, Türkiye’deki eğitim pratikleriyle de çok uğraşıyorum; küçük çocuklara sosyal bilgilerin, tarihin nasıl öğretildiği, daha doğrusu nasıl berbat edildiği, bunun nasıl düzeltilebileceği beni çok ilgilendiriyor.”

BİLİM OLARAK TARİH

Çalışma tarzının çok okumaya ve güçlü bir hafızaya dayandığını söyleyen Berktay, tarih öğrencilerine de, tarihçi için hafıza ve hafızayı geliştirmenin çok önemli olduğunu, hafızayı güçlendirici bir tarzda konsantre olarak çalışılması gerektiğini hatırlatıyor ve tarihçilerin “hızlı okuma yöntemleri”nden kesinlikle uzak durmaları gerektiğini belirtiyor.

Tarihin bir bilim olduğuna inanmaya devam ettiğini söyleyen Berktay, postmodernizmin pozitivist, ampirisist yaklaşımlara getirdiği eleştirileri çok önemli bulmakla beraber tarihçilerin bir ortak bilgi projesine sahip olmasının gerekliliğini vurguluyor:
“Tarih, kendi idiografik, yani genellemelerle değil tikel durumlarla ilgilenen uğraşısı içinde dahi, bilimsel bir doğrulanma-yanlışlanma, yani kanıtlar, veriler ile bilimsel bir ilişki içinde olma anlayışına sahip. Tarihçiliğin bir kanıt, veri, belge sorunu var. Tamam, mutlak gerçek diye bir şeyi hiçbir zaman yakalayamayabiliriz. Gerçeğe ancak aproksimatif ve asimtotik olarak yaklaşabiliriz belki; yani sürekli yaklaşırız, aradaki mesafe ha bire küçülür, ama onu bir türlü yakalayamayabiliriz. Ancak sonuç olarak tarihçinin, gerçeğe daha fazla yaklaşmak habire daha doğru ve daha detayları tamam bir gerçeklik yakalamak peşinde koşmak diye bağlayıcı bir ideali ve hedefi yoksa, bence tarihçilik mesleği diye bir şey yoktur. Eğer ‘uydurmak serbesttir, kendi paradigman ve esinleniş tarzın içinde ne istersen yazarsın, edebiyat olarak iyi okunursa geçerlidir’ diyorsanız, bu tarihçilik değildir bence. Eğer bir ideal olarak dahi tarihsel gerçekliğin peşinde koşmayacaksak o zaman bu işi yapmanın anlamı yoktur. Bu anlamda ben, postmodernizmden enforme olan, ama esas olarak gene de ampirik doğrulama-yanlışlanmaya çok inanan; tarihin saf bir bilim olmasa bile, gene de bir bilim olduğu anlayışını muhafaza eden bir insanım.”

AVRUPA MERKEZLİ OLMAYAN BİR TARİH

Berktay, bilimsel idealini Avrupa tarihi dışındaki alanların, tarihyazımının ana mecrasına uygun bir bilimsel sentaksa kavuşturulup evrensel tarihe entegre edildiğini görmek ve buna katkıda bulunabilmek olarak özetliyor:
“Avrupa’nın 15. yy sonlarından başlayarak dünyada sadece askeri, maddi, politik bir hegemonya değil, aynı zamanda ideolojik, düşünsel, bilimsel bir hegemonya kazanması ile bağlantılı olarak günümüzün tarihçiliği ve sosyal bilimleri de esas olarak Avrupa merkezli bir tarzda tanımlanmış durumda. Bunu her alanda hissediyoruz. Tipik bir örnek, benim uğraştığım feodalizm konusu; Avrupa tarihçileri bir çekmece açıyorlar, üzerine feodalizm yazıyorlar, içine de o Avrupa ortaçağ toplumunun fotoğrafını sokuyorlar ve buna feodalizm kategorisi diyorlar. Ondan sonra, Avrupa dışı toplumlarla ilgili bilgi arttıkça, bu kategorinin, bu çekmecenin darlığı zorlanmaya başlıyor ve fiyef sistemleri olan başka toplumlar da hesaba katılmak isteniyor; Japonya, Çin, Osmanlı derken çekmece almamaya başlıyor. Çekmece zaten onları alacak şekilde tanımlanmamış. Aslında çekmeceyi çıkarmak, parçalamak ve baştan kurmak, daha geniş bir çekmece yapmak lazım. Yani var olan eurocentrist kategorilerin içine daha sonra öğrenilen Avrupa dışı olguları tıkıştırmaya kalkışmakla olmuyor. Entelektüel kategorilerin yeniden inşası gerekli.”

Tarih ve diğer sosyal bilimlerin Avrupa toplumsal yapılarının analizine uygun bir şekilde yapılandırılmış olduğunu belirten Berktay, Batılı modern topluma odaklanan ekonomi-sosyoloji-siyaset bilimi üçlemesinin kapladığı kabul edilen alan dışında, antropolojinin kabile toplumlarını ve ilkel halkları, Şarkiyatçılığın ise Avrupa dışındaki “yüksek uygarlık”ları araştırmak için oluşturulduğuna dikkat çekiyor:
“Bugün Amerika’daki, İngiltere’deki, Almanya’daki üniversiter yapıya baktığımızda Osmanlı tarihi, tarih bölümleri içinde ve onlarla tamamen entegre bir biçimde değil, asıl olarak Ortadoğu merkezleri, Ortadoğu enstitüleri, Yakın Doğu enstitüleri, Doğu Araştırmaları fakülteleri gibi bölümlerde okutuluyor. Bu kurumsal kompartmantalizasyon, söz konusu özel ve marjinal tarihler için, daha çok deskriptif, yani analitik, teorik kapasiteleri çok zayıf özel dillerin kullanılmasıyla elele gidiyor. Osmanlı tarihi ve kurumlarıyla Avrupa tarihi ve kurumlarının aynı olduğunu söylemek istemiyorum, ama aynı bilimsel dille bunlar irdelenebilmeli. Ben kendi bilimsel idealimi, özlemimi farklı tarihleri aynılaştırmak değil, farklı tarihlerin ortak bir sentaks, ortak bir dil ile irdelenmesine katkıda bulunmak olarak tanımlayabilirim.”

HABER-SÖYLEŞİ

KCK Führer’in izinde
Yeni Şafak 16.01.2012

Şiddeti reddetmeyen siyaseti savunamaz

Tarihçi Halil Berktay, Türkiye’de sosyalist ve liberal solcuların BDP’ye desteğinin arkasındaki unsurlardan birinin “ezilenlerin haklı şiddeti” anlayışı olduğunu söyledi. Berktay, “Bugünkü Türkiye konjoktüründe, politik mücadele için şiddeti reddetmemek çok ciddi bir ahlak meselesi, ilke meselesi. Benimle aynı veya sonraki kuşaklardan birçok solcu, hâlâ her türlü şiddeti reddediyoruz diyemiyor” dedi.

MURAT AKSOY
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de “sol” önemli tartışma konularından birisi. Türkiye’de “sol parti var mı”, “sol ne”, “solcu kim” ve daha pek çok soru. Türkiye’de kendini “sol/sosyalist” tanımlayan bir çok parti/hareket ideolojik olarak Kemalist/Milliyetçi duruşları artık daha belirgin. AK Parti, Türkiye’deki “solun” bu latent yüzünü ortaya çıkardı. “Sosyalist sol” ile birlikte bazı liberal demokrat solcular 12 Haziran seçimlerinde BDP’nin başını çektiği “Blok”a destek verdiler. KCK operasyonları sonrasında “sol” içinde önemli bir tartışma başladı. Bu tartışma “sol-şiddet” ekseninde “teorik” bir tartışma görünse de, son derece güncel siyasi tavırlara açıklık getiriyor. Bu kesimlerin Kürt siyasi hareketine verdiği desteği analiz etmeye çalışan isimlerden birisi de tarihçi Halil Berktay. Berktay, 12 Haziran seçimleri öncesinde de, KCK tutuklamalarından sonra bu kesimin BDP’ye verdiği desteği eleştiren isimlerinden birisi. KCK tutuklamalarına karşı olduğunu söyleyen Berktay ile sosyalist solun neden Kürt siyasi hareketine destek verdiğini ve sonuçlarını konuştuk.

BDP Siyaset Akademisi’nde ders veren bazı isimlerin KCK operasyonları kapsamında tutuklanmasından sonra sol içinde önemli bir tartışma başladı. Neydi bu tartışma?

Aslında bu tartışma son dönemde yaşanan bir tartışma olsa da, ben bunun tarihinin daha eski olduğunu düşünüyorum. 12 Haziran 2011 seçimleri öncesine, hatta 12 Eylül 2010 referandumu sürecine kadar da götürmek mümkün. Referandumda bir “(yetmez ama) evet” ve “hayır” ya da “boykot” ayrışması oldu. Seçimlerde, çok büyük ölçüde BDP ağırlıklı “Emek, Demokrasi, Özgürlük” Bloku’na oy verip vermeme ayrışması oldu. Türk solunun önemli diyeceğim isimlerinin Kürt sorununa ve Kürt hareketi sorununa (ikisini ayırdetmeden) bakışı ile benim (ikisini ayırdederek) bakışımız farklı. Bu arkadaşlar, Kürtler ezilen ve mağdur bir halk olduğu için otomatik olarak (PKK’sı, KCK’sı ve BDP’siyle) Kürt hareketinin haklı olduğunu düşünüyorlar.

Siz ne düşünüyorsunuz?

Ben ise tersi kanıdayım; Kürtlerin mağduriyeti, Kürt hareketinin haklılığı demek değil. Ve gelen tepkilere bakınca çok da yalnız olmadığım kanısına varıyorum. Seçimler öncesinde pek çok eski sosyalist aydın ve yazar seçimlerde BDP etrafındaki, eşantiyon kabilinden Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü ve Levent Tüzel’i de aday gösteren “Blok”a oy vereceğini açıkladı. Türk ve Kürt sosyalistleri birleşti, birleşik bir sol oluştu-oluşuyor gibi bir hava yaratıldı. Ben ise “Blok”a oy vermeyeceğimi açıkladım.

SOSYALİSTLER ŞİDDETE DESTEK VERDİ

Neden?

Tâ referandum öncesinden itibaren belirginleşen çeşitli olaylara bakıp, kendi kendime bazı sorular sordum: Radikal Kürt hareketi ve onun legal cephesi olarak BDP, somut pratiği itibariyle, söyledikleri ve yaptıklarıyla desteklenebilir bir güç mü? Yanlışları ve kötülükleri ortada değil mi? Bir türlü şiddetten; BDP açısından, şiddete lâf söylememekten, o şiddeti koruma ve mazur göstermekten vazgeçemeyişi aşikâr değil mi? Öyleyse bu insanlar (ki aralarında çok sevdiğim kişisel arkadaşlarım da var) neden hâlâ gidip BDP’ye ve “Blok”una destek veriyorlar?

Vardığınız sonuç…

Eski alışkanlıkları(mız) itibariyle “ezilenlerin haklı şiddeti” anlayışından vazgeçemedikleri oldu. Bunun üzerine Taraf’ın HerTaraf sayfalarına “Solun ‘haklı şiddet’i reddedemeyişi” diye bir yazı yazıp yolladım. Derken, Leyla Zana’nın bir seçim mitinginde sizi demokrasi için, özgürlük için oy vermeye çağırıyorum derken, “sizi gerillaya oy vermeye çağırıyorum” da dediği haberi çıktı. Bunun üzerine, “Hayır, gerillaya oy vermeyeceğim” diye ikinci bir yazı yazdım. Ve iki yazı aynı gün yayınlandı.

Neden BDP’yi desteklemeyi seçtiler?

Bence bunun, sosyalist solun geçmişiyle ilgili sekiz-on ayrı nedeni var. Birincisi, birçok eski sosyalist hâlâ sürekli bir devrim hayali içinde; belli belirsiz de olsa devrimcilikten, daha doğrusu devrimseverlikten kopamamış durumda. Yaklaşık 200 yıllık bir özlem bu. Fransız Devrimi’ni, bir önceki devrimi kaçırmanın üzüntüsü ve nostaljisi, bir sonraki devrimin ise özlemi, hayali, beklentisi içinde yaşayan kuşaklar peşpeşe izledi. Bunun enfes bir tiplemesi, Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ındaki Julian Sorel’dir. Tekrar kilisenin ve bürokrasinin egemenliğine girmiş Restorasyon Fransa’sında boğulmaktadır Sorel. Bu “revolüsyonizm” mirası kalıcı oldu. İkincisi, muhafazakâr koşullarda gıdım gıdım gelişen (veya, gıdım gıdım da olsa geliştiği kadarıyla) demokrasinin, “burjuva demokrasisi” veya bir “aldatmaca” diye, toptan reddini de beraberinde getirdi. Buradan üçüncü noktaya geliyoruz.

SOL ‘HAKLI ŞİDDET’ İLE YÜZLEŞMELİ

Nedir üçüncü neden?

Normal politika ile hiçbir zaman sağlıklı bir ilişki kuramadık ki, bu da gene devrimseverlikle bağlantılı, sürekli bir heyecan arayışına yol açtı. İlla devrim sabahına uyanacağız, ya da tank sesleriyle uyanacağız! Günlük politika, sıradan demokrasi, bizim kuşağımızdaki pek çok insana sıkıcı ve heyecansız geldi, geliyor. Bu yüzden olmalı ki, dördüncüsü, kullanılan dil, kelimeler ve üslup da normal değil. Hep bu heyecanı ve öfkeyi yansıtıyor. Mesela AKP konusu. Pek çok eski solcu AKP’yi sevmiyor. Sevmeyebilirler; ben de çok sevdiğimi söyleyemem. Ama öyle bir siyasi dille konuşuyorlar ki, sevmemenin veya muhalif olmanın çok ötesine geçiyor. Batsınlar, kahrolsunlar diye konuşuyorlar (bu “yaşasın” ve “kahrolsun” faslı da bitemedi bir türlü). Seçimlerde yenilgiye uğratarak azınlığa, muhalefete düşürmekten değil, “devirmek”ten, “alaşağı etmek”ten söz ediyorlar. Bu, normal politikanın değil anormal politikanın, ihtilâlciliğin ve/ya darbeciliğin dili. Ben bunu kendi aile ortamımdan da çok iyi biliyorum. Çocukluğumda, DP iktidarı ne zaman “yıkılacak” bekleyişi içindeydik. 27 Mayıs olduğunda da İzmir’de Kordon’a çıktık, askerin geçişini alkışladık. Çünkü…

Beşincisi?

Yukarıdaki duyguların hepsi, adı konmamış bir “haklı şiddet” sevdası ile de birleşiyor. Bu da Marx’ın Fransız Devrimini aşırı-teorileştirmesinden gelen bir şey: Yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesi şiddettir. Bu illâ böyle mi? Hayır, değil. Geçmişe ilişkin kısmî bir gözlem olabilir, ama geleceğe ilişkin bir zorunluluk genellemesi değeri yok. Ampirik olarak da yok, teorik olarak da. Ne ki, önce Lenin ihtilâli zorunlu bir şiddet öylemi olarak yüceltti. Ardından Franz Fanon, Dünyanın Lânetlileri kitabında, bırakın iktidarın fethi için bir araç olarak şiddeti; kolonyalizm ve emperyalizmin güdükleştirdiği, sakat bıraktığı ruhumuzun arınma aracı olarak “haklı şiddet”i göklere çıkardı. Bunların etkisi hâlâ sürüyor. Oysa bugünkü Türkiye ve dünya konjoktüründe, politik mücadele için şiddeti reddetmemek çok ciddi bir ahlak meselesi, ilke meselesi. Örneğin benim, bırakın şiddeti benimseyen bir partiyi; şiddeti ve şiddetle ittifakı ilkesel olarak reddetmeyen bir parti veya çevrede bile yerimin olamayacağı çok açık. Ama işte benimle aynı veya sonraki kuşaklardan birçok solcu, hâlâ her türlü şiddeti reddediyoruz diyemiyor.

BDP SOLCU MU, SAĞCI MI ?

Neden şiddeti reddemiyorlar?

Bu da altıncı neden. Türkiye’de “ezilenlerin haklı şiddeti” meselesi eski sosyalistleri özellikle Kürt hareketi ile buluşturuyor. Burada solcuların sıkıntısı şu: BDP’nin siyasetlerine, söylemine ve pratiklerine değil, onların ait olması gereken yere ya da kimi temsile ettiğine dair teorik bir faraziyeye bakıyorlar. Ortada PKK, KCK, BDP var, izledikleri somut politikalar var. Eski solcular bu somut politikalara bakmıyor. Onlar, ezen-ezilen ikileminden bakıp, Kürtler ezilen ve dolayısıyla mağdur konumda olduğu için Kürt hareketinin otomatikman doğru ve haklı olduğu sonucuna sıçrıyorlar. Oysa Kürt sorunu başka, Kürt hareketi sorunu başka. Birçok eski sosyalistin aklına, PKK ve KCK gerçekten solcu mudur, yoksa acaba sağcı ve faşizan mıdır diye sormak gelmiyor. Ne demek yani, ezilen bir halkın hareketi nasıl sağcı veya faşizan olabilir? Oysa bunun o kadar çok örneği var ki: İrlanda’da IRA, Kosova’da UÇK, Kıbrıs’ta EOKA ve EOKA-B. Bu örnekleri hiç düşünmedikleri gibi, PKK açısından benzer bir soruyu akıllarına dahi getirmiyorlar. Tabii bunda, yedincisi, “bizim yapamadığımızı onlar yapıyor” özdeşleşmesi veya hayranlığı da etkili oluyor…

BDP’NİN ALDIĞI OYLAR BARIŞA DEĞİL SAVAŞA YARADI

Yani…

Şöyle bir içsel hissiyat : “Biz devrim, devrim dedik başaramadık. Devlet bizi ezdi. Ama bak, PKK, KCK devlete nasıl kafa tutuyor!” Bununla seviniyor, bununla “bizim da âhımızı aldılar, alıyorlar” gibi hissediyorlar. PKK’nın başarılı saldırıları söz konusu olduğunda, birçok eski solcunun içinden, bu yüzden “oh olsun” gibi bir duygu belirli belirsiz de olsa geçiyor. Buna karşılık, PKK’nın sivilleri öldüren eylemlerini, ya da sivillere yönelik tehditlerini bile, çok yarım ağızla eleştiriyorlar. Bazı arkadaşlar “eh, savaştır, bunlar olur” diye yazabiliyor.

Bu, aynı zamanda kendini önemli görme, dikkate alınma duygusuyla da elele gidiyor. Buradan da geliyoruz, sekizincisi, 12 Haziran seçimlerindeki tutuma. Burada, kendini, büyük-büyüyen bir safa ait hissetme arzusu ile “ezilen halkın haklı mücadelesi” varsayımı örtüşüyor, içiçe geçiyor…

Neden?

Seçimlerde “BDP ne kadar çok oy alırsa barış umudu da o kadar güçlenir” varsayımıyla hareket ettiler; daha doğrusu, bunu sorgulamak hiç akıllarına gelmedi. Oysa ben seçimlerden önce şunu gördüm ve yazdım: BDP’nin niyeti bozuk; “köprüden önceki son çıkış”ı arıyor, barış yolundan kaçmak için; seçimlerden çok güçlenerek çıkarsa olası nikâhı o kadar çabuk bozar; halktan alacağı desteği barışa değil uzlaşmazlık ve savaş politikasına destek olarak yorumlayacak ve kullanacaklar. Üniversitede, tarihçi arkadaşlar hep aramızda konuşuyorduk; meselâ bunu Cemil Koçak da çok net gördü. Seçimlerin ertesi günü, uzlaşma, barış ve Anayasa değişikliği yatar, dediğini çok iyi hatırlıyorum.

Hiç mi fark edilmedi bu kadar olgu?

Hayır. Bence bunları hiç düşünmediler. Çünkü bunlar içselleştirilmiş refleksler. Şu anda da pek çok solcu hâlâ aynı havada. Küçük küçük partiler “büyümek” uğruna “Halkların Demokratik Kongresi”ne katılmayı çare gibi görüyorlar. 12 Haziran’da “Blok”a kefil olmanın hatâsını görüp kabullenebiliyorlar mı? Pek sanmıyorum.

Devlet PKK’ya neden güvensin?

Bu süreç nasıl devam eder?

Ben çok ümitli değilim açıkçası. Çünkü Kürt önderliğinin kafasında bir değişiklik görmüyorum. Etyen Mahçupyan’ın çok iyi ifade ettiği bir analiz var: Kürtler, Kürt halkı çok şeyi hak ediyor ama Kürt siyaseti hak ediyor mu? Sorun bu. Tarihte öyle anlar olur ki, maalesef sorumluluk azınlıkta, mağdurda, ezilen diye bilinen tarafta olur. Onların bazı kritik adımlar atmaları veya buna hazır olduklarını göstermeleri, devlet veya hükümetin doğrudan atacağı adımlardan çok daha önem taşıyabilir. Acı ama gerçek. Kürt hareketi bugün Türk devletine, Etyen’in sözcükleriyle “doğru bir şey yapma” fırsatı vermiyor. Politikaları Türkiye’ye doğru bir şey yapmak şansını vermek üzerine değil, bu şansı vermeme üzerine kurulu. Hep ucuzcu ve kısa vadeli gidiyorlar. Uludere sonrasında AKP hükümetinin tavrı felaket oldu. Ama Kürt siyasi hareketinin verdiği olumsuz sınav da ortada.

Hafta başında Leyla Zana “Ben silahların bırakılmasını asla tartışmıyorum. O Kürtlerin sigortasıdır. Bu sorun var olduğu müddetçe o silahlar Kürtlerin güvencesidir” dedi. Zana’nın açıklaması size ne ifade ediyor?

Olacak şey değil, söylenecek şey değil. İşte, anlatmak istediğim her şeyi somutlayan son ve çok açık, en açık bir örnek daha. Eski “gerillaya oy verin” çağrısıyla aynı ses duvarını aşma kertesinde. Ondan bir hafta kadar önce, Kürtlerin ne istediğini görmek için bir çeşit “kendi kaderini tâyin” referandumu yapılmasını önerdi — ve benim içimden geçirdiklerimi Ahmet Altan açıkça yazdı, “Leyla Zana’yı dinleyin” diye. Tabii bu arada Şahin Alpay da işaret etti ki, bunun ciddiye alınabilmesi için PKK’nın silâh bırakması lâzım, zira silâhlı gerillaların gölgesinde böyle bir referandum tasavvur edilemez. Fakat her neyse; diyelim ki bir demokratik mücadele penceresi daha açılır gibi oldu. Derken, Şahin’in referans çerçevesinde, hakikaten beni ciddiye almayın dercesine bu ikinci demeç çıkageldi.

Bir bakıma, PKK’nın savaştan vazgeçemeyiş gerekçesini, Leyla Zana onların yapmadığı kadar açıkça telaffuz etmiş oldu. Önce devlet Kürt hareketinin taleplerini kabul etmeli, sonra silâh bırakmalımışlar; başka türlüsüne güvenemezlermiş. İmkânsızlığı bir yana; Etyen Mahcupyan’ın bundan bir süre önce yazdığı bir başka ve çok önemli yazıyı çağrıştırıyor : Devlet size neden güvensin? İstemeden kötü siyaset mi, kasıtlı maksimalizm mi, bilemiyorum. Fakat şimdi gelelim madalyonun diğer yüzüne.

Ne var o yüzde?

Gönül ister ki bu sözler ve tavır salt siyasi olarak serbestçe tartışılsın, eleştirilsin. Ne ki, 13 Ocak Cuma günü itibariyle bu da mümkün değil, çünkü Leyla Zana bir kere daha hukuken mağdur. Karşı olduğum KCK tutuklama dalgalarının biri daha başlamış; Zana’nın da evine girilmiş; özetle, demecinin karşılığı gene hukuki yaptırımlarla gelmiş. Eh işte, bu kısır döngü içindeyiz. Şimdi gelin de bu sefer bu mağduriyete tepki dalgası içinde, solculara Zana’nın yanlışlığını anlatın. Ben bu yüzden kötümserleşip duruyorum.

BDP ÇÖZÜMÜ HİÇ İSTEMEDİ

Siz o zaman bugünkü şiddeti doğal bir sonuç olarak görüyorsunuz?

Dediğim gibi, ben hep fiiliyatta ne yaptıklarına bakıyorum. Gerek referandumu boykot kararına, gerekse seçimlere yaklaşımlarına bakarak (ki o dönem eylemsizlik süreciydi, hem Öcalan hem Kandilliderleriyle görüşülüyormuş), şunu gördüm: PKK aslında sürekli platform değiştirerek, bir kampanyadan diğerine geçerek, talepleri sürekli tırmandırarak uzlaşmazlık peşinde ve BDP de buna uyuyor. Dil sorunu diyorlar; iyi güzel — ama orada durmayıp, hemen başka bir şeye geçiyorlar. Demokratik özerklik diyorlar — ayrı bayrak, “öz savunma” ve başka fikirlere hayat hakkı tanımayan bir hegemonyacılık ile çıkageliyor. Bir KCK sözleşmesi var; asla asla asla paralel devlet değil diyorlar ama, yurttaşlığa alınma ve çıkarılmadan, yürütme ve yargı organlarından, ayrı bir ceza hukukundan vb söz ediyor. Sonra da bu, masum bir “sivil siyaset hazırlığı” oluyor. Açıkçası, öyle bir maksimalizmi tırmandırdılar ki, nikâh memurunun önünde “hayır” dememek için, nikah öncesinde de facto “sözlü”lüğü bozmak istediklerini düşünüyorum.

Bunu nasıl gördünüz?

Sayıyorum işte; BDP’nin izlediği politikalara, yaptığı açıklamalara bakarak. Özellikle bu yılın başından itibaren çıtasını sürekli yükselttikleri bir sertlik vardı. Hatip Dicle’yi bahane ederek, Meclisi boykot kararı aldılar. Anayasal çözüm değil, PKK’nın dikte edeceği özel bir çözüm istediler. Temmuz başında boykotu sona erdirecekken, hukuki olarak mümkün olmayan, tutuklu vekillerin salıverilmesiyle ilgili şartlar ileri sürdüler. Derken “Demokratik Özerklik ilânı” ile PKK’nın Silvan baskını birleşti. Bunlar tesadüf değildi, hep aynı maksimalizmin sonucuydu.

Yani BDP’nin seçimlerden güçlü çıkması barışa yaramadı…

Evet, yaramadı.

KCK, “FÜHRER PRENSİBİ”Nİ İZLEDİĞİNİN FARKINDA MI?

Biraz önce solcuların BDP’nin yaptıklarına bakmadığını söylediniz. BDP nedir sizce, sağcı mıdır, solcu mu?

Bazı şeyleri açıkça konuşmamız, birbirimizi kandırmamamız lâzım. PKK açısından BDP,örgütün daima kontrol altında tutulacak, çelik çekirdeğin çizgisinden sapmasına izin verilmeyecek legal cephesi. BDP budur demiyorum ama PKK böyle olması ve kalmasını istiyor. KCK da “savaş sonrası”nın yerel iktidar organı, “demokratik özerklik” alanının güya silâhsız hegemonik, diktatoryal yönetimi olarak tasarlandı. Sen istediğin kadar KCK devlet değildir de; vatandaşlığa girişi çıkışı ve ceza hukukunu bile tanımlamışsın. “İdam cezası yasak”; iyi, güzel. Ama bu, ayrı bir ceza hukuku ve ayrı bir yargı sistemi demek değil mi?

Anlamı nedir bunun?

Sözleşmenin başlardaki bir maddesinde, her şeyin tepesine Öcalan konuyor. KCK yurttaşı olmakla, her şeyin “Önder”in iradesine bağlı olduğu bir çeşit bağlılık yemini etmiş oluyorsunuz. Bu, düpedüz 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarının proto-faşist ortamından yükselen Fuehrerprinzip, “lider/önder ilkesi”. Zaten sonra Hitler’in Führer’liğinde somutlandı. Bunun solla, demokratik solla, sosyalizmle ne ilgisi var ? Bugüne kadar bu yapıyı eleştiren hiçbir BDP’liye veya “Blok” milletvekiline de rastlamadım.

Bu yapıya göre Abdullah Öcalan, Führer midir?

Führer büyük harfle “Önder” demek. Eh, tabii ki öyle. Ama siz sanırım Nazi midir diye soruyorsunuz. Sübjektif olarak olmayabilir. Herhalde PKK, ideolojisinin Nazizmle kıyaslanabileceğini aklına bile getirmemiştir ve şimdi buna ne kadar kızacaklarını tahmin bile edemiyorum. Varsın öyle olsun. En azından, şeflik otoritesini bu kadar fetişleştiren bir maddeyi kaleme alabilen ve “KCK Sözleşmesi” diye bir belgenin başına geçirebilen bir önderlikten ve bunu kabullenen bir örgüt tabanından, gerek kendi içlerinde ve gerekse makro planda, Türkiye’nin bütününde, demokrasi adına hiç ama hiçbir şey beklenemeyeceğini, Türkiye’de demokrasi mücadelesinde hiçbir itici güç rolü oynayamayacaklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yani…

Bütün bu yapıya ve pratiklerine baktığım zaman ben BDP’yi nasıl otomatik olarak solda görebilirim? Bir diğer benzetme Kuzey Kore ile olabilir. İlginçtir; Kim hanedanını o kadar eleştiren eski-yeni sosyalistler resmi Atatürkçülük’le benzerliğini yazdılar da, hiçbiri, KCK politik kültürü ile benzerliğini yazmadı.

Siyaset yelpazemiz tek kanatlı

Meclis’te 4 parti var. Bunları siyasi yelpazeye nasıl dizersiniz?

Sol mutlak değil, tamamen göreli bir kavramdır. AKP, CHP ve MHP arasında, şu andaki konumları itibariyle AKP merkezde; CHP onun sağında; CHP’nin sağında da MHP var. Artıları ve eksileriyle AKP esas olarak bir merkez partisi, ama diğerleri daha sağda olduğu için görece solda kalıyor. Türkiye siyasetinde, ortanın solunda bir boşluk var muazzam bir boşluk. Tek kanatlı bir siyasi yelpazemiz var. Türkiye’de meselâ Taraf’ın muadili bir sol parti yok.

SÖYLEŞİ

Solculuk hayatımda çok fazla hıyarlıklarım oldu
BÜNYAMİN KÖSELİ
Zaman 10 Mart 2013

Berktay: “Türk solu, PKK’ya hep ‘Helal olsun bizim yapamadıklarımızı yapıyorlar’ şeklinde yaklaştı

Bu dönemde herkesin konuşmadan önce içinden yüze kadar sayarak düşünmesi gerektiğini hatırlatan Berktay, bir aralar kendisinin de içerisinde bulunduğu Aydınlık Hareketiyle ilgili özeleştirilerde bulunuyor, “Türk solu, PKK’ya hep ‘Helal olsun bizim yapamadıklarımızı yapıyorlar’ şeklinde yaklaştı.

”İzmir’de, neredeyse bütün fertleri komünist olan bir ailede dünyaya geldiniz. İdeolojik anlamda en çok babanız Erdoğan Berktay’ın mı etkisi oldu üzerinizde?

Avukat olan babam, kendi kuşağının en kaliteli Marksist entelektüellerinden biriydi. İnsanlık tarihi üzerine kafa yoran, sosyalizmi dünya tarihi bağlamında anlamaya çalışan bir insandı. Babam, 1951-52 tevkifatında tutuklanıp değişik illerde hapis yattı, avukatlık hakkı elinden alındı. Cezası bitince İzmir’de bir kitabevi açtı. Bu kitabevi, İzmir entelektüellerinin uğrak yeri haline gelmişti.

Ailenin komünistliği büyük babanızdan geliyor sanırım…

Tabii. Büyük babam Halil Namık Berktay’ı ben 10 yaşıma kadar tanıdım. Dedem, çağına göre çok demokrat birisiydi. Tam anlamıyla bir İttihatçı değildi çünkü İttihatçı olmak için biraz fazla demokrattı! Çok hoşgörülü, çok yumuşak ve agnostik bir insandı… (Allah’ın varlığının bilinemeyeceğini ileri süren felsefi akım) Onun evde yarattığı demokrasi ve hoşgörü ortamının babam ve amcalarım üzerinde büyük bir etkisi oldu. Hepsi de derece derece solcu, komünist oldu.

Robert Koleji’nin bitiriyor, üniversite okumak için 1968’de ABD’ye gidiyorsunuz. Komünistten ziyade bir ‘burjuva ailesi’ sanki sizinkisi…

İzmir’de ilkokulu bitirmeye yakın Robert Koleji sınavlarının olduğunu duydum, başvurdum ve burslu olarak kazandım. Yale Üniversitesi’ne de tam bursla gittim yoksa mümkün değildi okumam. ABD’de kaldığım 5 yıl boyunca ailemden çok az para almışımdır.

Yale Üniversitesi’nde George W.Bush ile aynı dönemde okudunuz. Tanışıyor muydunuz kendisiyle?

Evet, kendisiyle teorik olarak sınıf arkadaşıyız! Bu durum, benim yakın arkadaşlarım arasında ciddi bir espri konusudur. “Halil, Bush ile sınıf arkadaşı!” derler. Tabii, Bush ile birbirimizi tanımamız mümkün değildi çünkü her dönemde 1.500 örgenci vardı ama şunun farkındaydık; Yale’de bir zengin güneyliler grubu vardı. Bush da o grubun içerisindeydi muhtemelen. Zaten Bush, liberal Yale Üniversitesi geçmişinden nefret ederdi. Sanırım o ortamda alkolik olmuştu. Gırgır konusu olan şu: Bush, Yale’den 70,2 diploma notu ile mezun olmuş. Yani ucu ucuna kurtarmış. “ABD cumhurbaşkanı olmak için 70 ortalama lazım!” derler.

Siz kaç ortalama ile mezun olmuştunuz?

Ben biraz fazla çalışkandım sanırım. İlk 10’daydım ve 92 ortalama ile mezun oldum!

Türkiye’ye döndükten sonra Aydınlık hareketi içerisinde yer alıyorsunuz. Doğu Perinçek ile tanışmanız da aynı döneme rastlıyor değil mi?

Evet, o dönemde tanıştım. Şahin Alpay’ı zaten Robert Kolej’den tanırdım, iyi arkadaşımdı. Ben Türkiye’ye döndükten sonra Aydınlık Dergisi yazı kurulu ile ilişkimi de kuran Alpay’dır. O vesileyle Perinçek’le de tanıştım.

Bugünden geriye bakınca Şahin Alpay’a hiç ah ediyor musunuz?

Hayır, ah etmiyorum. Solculuk, komünistlik ve Maoculuk hayatım içerisinde kişisel olarak yaptığım çok fazla sayıda hıyarlık var. İşte onlara pişmanım. Teorik bakımdan çok militandım. Aydınlık hareketi içerisinde geçen şöyle böyle 20 yıl içerisinde teorik tartışmalarda, günlük hayatta, parti içinde, örgüt içinde insanlara yapmış olduğum, bireysel anlamda çok fazla kabalık, çok fazla hoyratlık var. İşte bunlardan dolayı pişmanım.

Bir örnek verebilir misiniz?

Saymakla bitmez! Geceleri aklıma geliyor. Bunları unutmuyorum. Mütehakkim bir üslupla, ukalalık, insanlara yukarıdan bakmalar… 20’li yaşlarda bu tür kabalıklar ve hıyarlıklar çok fazla oluyor. Bunlar aradan bu kadar yıl geçmesine rağmen gündüz mesela olmadık bir iş yaparken aklıma geliyor. Geceleyin uykuya dalmadan önce ya da ne bileyim banyoya gitmek için kalktığımda aklıma geliyor. Herhangi birine yaptığım bana bugün son derece ilkel, eğreti ve yadırgayıcı gelen davranışlar aklıma geliyor ve bunlar bana çok acı veriyor. Bunlara çok pişmanım. Bunlar benim özel hamlıklarım olduğu için çok üzülüyor ve utanıyorum.

İyi derecede İngilizce bildiğiniz için Maocu hareketle ilgili çok sayıda makale tercüme edip dikkat çeken yazılar kaleme aldınız o dönemde. Böylesine ön plana çıkışınız örgüt içerisinde bir rahatsızlığa neden oldu mu?

Olmuştur herhalde. Şu var, tabii öğrenci ve genç bir entelektüel olarak genç bir insandım. Yabancı dil hâkimiyetim çok fazlaydı. Marksist ve Leninist teoriye içeriden bir hâkimiyetim vardı. Aynı zamanda çok da ukalaydım maalesef. Özel bir kabalığım yoktu. Teorik tartışmalarda pek çok arkadaşım beni gıcık buluyordu sanırım. Daha geçen gün çok eski arkadaşım Oral Çalışlar’la bir araya geldik. Laf arasında bana, “Yani gıcık olduğunu biliyoruz ama bu konuda haklısın.” dedi! (Gülüyor)

Türkiye’de sağ hareket kendini iyi ifade edemediği için 12 Eylül öncesinde şiddetin kaynağı olmakla suçlandı hep. Sol ise mağdur olduğunu iddia etti ve böyle bir algı oluşturmakta da başarılı oldu. Darbe öncesinin sol örgütleri ne derece masum?

Sol hareketin dünya üzerinde baskıya uğradığı, ezilenleri temsil ettiği ve buradan kaynaklanan bir mağduriyet duygusu var. Gerçekçi olursak, sürekli bu mağduriyeti vurgulayarak hiçbir yere varmak mümkün değil. Mağduriyet otomatik olarak sizi haklı kılmıyor. Solun mağduriyet duygusunu kendi başvurduğu yöntemlerin haklılığı fikrine taşıması var. Yani kendi şiddetini haklı görmesi durumu var. Tabii bir de Marksist devrim teorisinden gelen bir şiddet algısı var. Haklı şiddet teorisi uzun yıllar önce geçerliliğini yitirdi. Bugün DHKP-C’nin oraya buraya bomba atması, silahlı eylemler yapması çok komik. İşte bu yüzden solun haklı savaş, haklı şiddet kavramını tekrar gözden geçirmesi gerek.

Aydınlık dergisi 1980’lerin ikinci yarısından sonra PKK’ya adeta övgüler sıralıyor. Türk solunun PKK’ya duyduğu sempatinin milat noktası Aydınlık dergisi midir?

Türkiye’de 1960’lar ve 70’lerde çok yoğun olarak yaşanmış radikallik yarışları var. Kim daha kızıl, kim daha savaşçı, kim daha doğru devrimci şiddetten yana yarışları var. Türk solunun çeşitli kesimleri derece derece silahlı mücadelenin teoriğiyle ya da pratiğiyle flört ettiler. Türk solunun yapamadığı ve yapmaya çalışırken altında ezildiği illegal devrimci mücadeleyi Kürt milliyetçi hareketi yaptı. 1985’te Kürt savaşını geliştirmeye başladığından beri PKK, iki üç nedenle Türk solu için bir cazibe merkezi haline geldi. Türk solu, PKK için, “İşte bizim ahımızı alıyorlar” şeklinde gördü. Bizim yapamadığımızı yapıyorlar, helal olsun dediler. Birçok sol örgütten ayrılıp PKK’ya katılanlar oldu.

Doğu Perinçek, tam bu noktada nasıl bir rol oynadı?

Doğu Perinçek, 1980’lerin ikinci yarısından sonra Türkiye’de devrimci bir krizin olduğunu kanıtlamak için PKK’nın varlığına başvurdu. Bu yüzden PKK’nın gücünü abarttı ve göklere çıkardı. Sadece Maocu hareketin çöplüğünün horozu olarak kalmakla yetinmedi ‘ben acaba daha büyük bir çöplüğün horozu olabilir miyim’ diyerek Abdullah Öcalan’la ittifak aradı. Çok çok ihtiraslı. Çok mütehakkim, hep böyle iktidar peşinde, lider olmak peşinde koşan ve bunun için kendisine özel bir konum arayan bir insan düşünün. Bu insan 1969’dan 1980’lerin ikinci yarısına kadar bu özel konumunu Maoculuk olarak tanımlamış. Ancak bu ideolojiyle bir yerlere varamayacağını anlayınca yeni bir niş arıyor, bu da PKK. İşçi Partisi’yle PKK’nın bir ittifakını sağlayabilir miyim? PKK’nın gücünü bir şekilde kullanmaya, Abdullah Öcalan’ı kafalamaya çalıştı ama başaramadı.

Sizin bir uyarınız oldu mu kendisine, aranızda nasıl bir ilişki vardı, önder-militan ilişkisi mi, yoksa daha farklı bir durum muydu?

Hayır, konum olarak eşittik. Her türlü pespaye demagojiye başvurdu. Çok aşağılık bir yalan attı ortaya, “Dağda her gerilla ölünce Halil seviniyor.” dedi. Utanç vericiydi. Yalan olduğunu bile bile söyledi. Çok yalan söyler. Kendi kendini ikna eder. Hitler-vari bir karakteri vardır. Bu dönemde, Beka Vadisi’ne, PKK taburlarını denetledi ama Apo hiç oralı olmadı. Ahmet Arif’in şiirinden mülhem, “Dağlarında gerilla var memleketimin.” şeklinde yazılar yazacaksın sonra 180 derece çark ederek ulusalcı, Kemalist olacaksın…

Nasıl bir karakteri var? Psikolojik olarak tahlil edebilir misiniz?

Çok zor. Stalin gibi bir karakteri var. İnsanlarla kedi fare oyunu oynamaktan hoşlanıyor. Nasıl tarif edebilirim bu kişilikleri! Sen on yıllar boyu bir ideolojiyi savunacaksın, ‘Kemalizm Türkiye’de bitmiştir’ diye yazılar yazacaksın ondan sonra 180 derece çark edeceksin, orduyu göreve çağıracaksın… Bu derece militarist ve darbeci kesileceksin. Kendini de hiçbir zaman sol ve sosyalist çizgiden sapmamış göreceksin. Bugün ise AK Parti’yi Apocu teröristlerle uzlaşıyor diye ihanetle suçlayacaksın. Bunlar, aklın hayalin alacağı şeyler değil…

Perinçek içeri alındığında ne hissettiniz?

Amerika’daydım. Bir arkadaşım Ergenekon’dan içeri alındığını söyledi. Galiba içimden geçenler şunlar oldu: Bu derece de batmış demek ki, dedim. Teori dergisinde Aydınlık’ta emekli generaller yazı yazıyor, bu komik olayları biliyoruz. Veli Küçük yazı yazıyordu. Birçokları bu kadarını kaldıramadı ve ayrıldı. ‘Kim bilir ne kadar battı?’ diye düşündüm. Biraz da tabiatını bildiğim için ne kadar battığını tahmin ettim.

Tehdit maillerinden kitap yapacağım

2005 yılındaki Ermeni Konferansı’na katıldığınız için çok sayıda tehdit mailleri aldınız. Size mail atanlardan biri de emekli Albay Hüseyin Vural Vural’dı. Bu şahsın ismi daha sonra Ergenekon iddianamesine yansıdı, yargılandı? Bu bir tesadüf mü sizce?

Bu ismi hatırlamıyorum ama atmıştır. Çok sayıda küfür ve tehdit maili aldım. Şimdi mailler klasörler halinde duruyor. Bunlardan bir kitap yapmayı düşünüyorum. Birçoğuna cevap yazdım. Radikal milliyetçilik nedir, bunun görülmesini istiyorum. Öyle mektuplar var ki. İnsanlar, “Siz karıncaincitmez Türk halkına böyle bir katliamı nasıl yakıştırırsınız?” diyor arkasından da şunları yazıyorlardı: “Onları öldürdüğümüz gibi sizi de öldüreceğiz!”

12 Mart sonrasında Aydın Söke’ye gidiyor ve köylülerle birlikte yaşıyorsunuz. Dünyanın en önemli üniversitelerinden birinden mezun olan bir genç için zor olmadı mı bu yaşam tarzı?

Köylü olmaya çalıştığımız bir dönem! Köylerde tarım işçisi olarak kaldım. Bu fasıl bir yıl sürdü. Marksist Leninist teoriyi o kadar çok içselleştiriyorsunuz ki işçi ve köylülerin yüce varlıklar olduğunu düşünüyorsunuz. Asıl yüce yaşamın o olduğuna, entelektüelliğin bir burjuva paçavrası olduğuna kendi kendinizi ikna ediyorsunuz. Bu, bir çeşit manastıra kapanmamın karşılığıydı o gün için. Dünya nimetlerinden arınmak için çile çekmenin mütekabiliydi.

Neler yapıyordunuz köylülerle?

Bir grup olarak gitmiştik. Bunlar benim canımı çok acıtan şeyler… Düşünmekte zorlandığım şeyler. Hayat karşısında ben böyle bir eğretiliği, acemiliği, böyle bir cahilliği nasıl yapmışım? Bu yolla bütün bir ülkenin devrime gideceğini hayal etmek… Tasvir etmeye kelimelerim yetişmiyor. Dışarıdan bir gözle bakınca benim sözcüklerim yetersiz kalıyor. Bunun için net olarak ‘pişmanım’ diyebilirim. Böyle bir köylü devrimciliği hayali içinde olmak arayışını bu kadar saçma bir noktaya vardırmak gerekmiyordu. Bu, kaçınılabilir bir zırvalıktı benim için…

1990’dan sonra tarih okumaya yönelten neydi sizi?

Ben ekonomi mezunuyum ama tarihe olan merakım hep vardı. Bizim evde yemek sohbetlerinde hep tarihi meseleler konuşulurdu. Resmi tarihi okuyup bunun Marksist eleştirisi nasıl olur, bunu araştırıyordum. Kendime ait bir okumam vardı. Bu, üniversitede de devam etti. Bizans tarihi, eski Yunan tarihi dersi aldım, sanat tarihine ilgi duydum. İktisat tarihi dersi en çok sevdiğim ders haline geldi mesela. Bu tamamen kendi doğal sürecinde oldu. Sonunda gittim, İngiltere’de tarih doktorası yaptım.

Sola yönelik eleştirileriniz ilk ne zaman başlıyor?

1985-86’da başlıyor. Gorbaçov, ilk defa bir adım attı. Sovyetler Birliği’ndeki rejimi eleştiriye tabi tuttu. Ben o dönemde reformcu Sovyet basınını çok dikkatli takip ettim. Sovyetler Birliği, demokratik bir sistem kurabilir diye gözüktü. Sonunda öyle olmadı tabii. Olamazmış. Onarılamazmış. Ben bu süre içerisinde bizim Maoculuk teorisinin gerçeklikle hiçbir ilişkisinin olmadığını anladım…

Tarihçi Tony Judt’ın eserleri bu değişiminizin neresinde duruyor?

İki yazımda Tony Judt’tan alıntı yapınca, bilir bilmez bazı insanlar, “Halil Hoca şimdi de Judt’ı bellemiş!” diyor. Tony Judt, önemli bir tarihçi. Aynı yollardan geçmişiz ve sonrasında sosyal bir demokrat olmuş. 1990’lardan sonra Tony Judt okumaya başladım. Çok sevdiğim bir ve kendimi ruh ikizi olarak gördüğüm doğru ama fikirlerimi onun üzerine kurduğum yanlış ve saçma sapan!

‘Tekâmül kavramı’ sol ideoloji ile niçin böylesine ters düşüyor?

Sert çekirdekli ideolojiler tabanlarına çok tekelci bir kıskançlıkla bakıyor. Ayrılmayı, eleştirmeyi, bağımsız olmayı zorlaştırmak için adeta bir psikolojik terör halesi oluşturuyorlar. Türkiye’de bir futbol takımı kötü oynadığında haklarında ‘hainler’ ve ‘kansızlar’ diye yazılıyor. İdeolojinizi eleştirmeye kalksanız dönek ilan ediliyorsunuz hemen…

Barış süreci başarıya uğrar mı sizce?

Başarıya ulaşmasını istiyorum ve bana başarıya ulaşacak gibi geliyor. Büyük güçlük PKK tarafındadır. AK Parti’nin bu konuda sağlam duracağını sanıyorum. PKK, yıllardır dağda. Silahlı mücadele için örgütlenmek onların varlık sebebi haline gelmiş. Tabii Kemalistlerin ve Ergenekoncuların ne yapacağından da emin değilim. Mesela Uludere olayı büyük bir soru işareti olmaya devam ediyor.

Nelere dikkat edilmeli bu süreçte?

Çok soğukkanlı olmak gerek. Boy ölçüşme, didişme dilinden uzak durulmalı. Tutanakları sızdırmak çok büyük günahtı. Ama yayınlanmasında bir beis yok bence. Sızdıranların amacı barıştan yana mı? Bence başka hesapları var. Tekere çomak sokmak istiyorlar. Abdullah Öcalan’a çok kızdım. Barışın diliyle liderliğin dili uyuşmuyor. Öcalan’ın kullandığı dil ile barışın dili çelişiyor. Bu, ciddi bir problem. Çok mütehakkim üslubu var. Bu bizatihi barışın diliyle çelişiyor. Konuşmadan önce herkesin içinden yüze kadar sayıp düşünmesi gerekiyor.

Barış olacaksa bile bu, AKP ile olmasın zihniyeti var bir de…

Ne diyeyim! Türkiye’deki bütün saçmalıklar adına bir yorum yapmam mı gerek! Bir acayip gözü dönmüş, fanatik bir AK Parti düşmanlığı var.

Neyden kaynaklamıyor bu düşmanlık?

Müslümanlık düşmanlığından kaynaklanıyor.

Biraz açar mısınız?

Kemalizm’le birlikte solun içine de sinmiş olan yüz küsur yıllık dini olana, İslami olan her şeye duyulan çok derin kuşku ve nefretten kaynaklanıyor.

“Maocular ile TKP’liler silahla çatıştı ve Kazancı Yokuşu’nda katliam oldu…” diyerek ezber bozdunuz. 1 Mayıs’la ilgili ezber bozdunuz. Bu konuyla ilgili yeni bir şey var mı söyleyeceğiniz?

Benim iddialarım tamamen doğrulandı. Taraf gazetesinin yayımladığı diğer röportajlar tabloyu gözler önüne serdi. Beni onlarca kişi aradı ve “Ben de başımdan geçenleri yazacağım” dedi 1 Mayıs 1977 ile ilgili. Amerikalılar gelmiş otelde kalmış! Kamyonetin DİSK’e ait olduğu ortaya çıktı. Sular İdaresi’nden ateş açıldığı tamamen yalan. Devlet komplosu teorisinin en ufak bir dayanağı yoktur.

Devlet o güne kadar çok da masum değil ama…

Ben genel olarak ‘devlet masumdur’ demiyorum. Devletin genel olarak masum olmamasından devletin bu konuda suçlu olduğu anlamı çıkmaz. Mesela Samatya’da yaşanan son olaylarda adam Ermeni çıktı. Bir yığın spekülasyon yapıldı. Derin devletin 2015 hazırlığı dendi mesela. 1915’te devletin masum olmaması, devletin Samatya’dan da sorumlu olacağı anlamına gelmez.

İzmir’de yaşayan amcanız, “Yıllardır antiemperyalist mücadele veren ailemizin tek firesidir o.” dedi sizin için…

Bundan birkaç ay önce vefat etti amcam. Son yıllarda çok sıkı bir Kemalist olmuştu. İlhan Selçuk’un büyük hayranıydı, darbeciydi. Ben hiçbir şekilde karşılık vermedim amcama. Kırılmadım ve üzülmedim. Sonuçta amcamdır…

Hayatım boyunca hiç araba kullanmadım

Ateistim ama militanlarından değil

TRT spikerinden daha iyi atletizm sunarım

Nasıl geçiyor bir gününüz?

Sabah 6’da kalkıyor, servisle üniversiteye gidiyorum. Hayatım boyunca hiç araba kullanmadım. Ehliyetim yok. Eşimin ehliyeti var. Zaten İstanbul’da araba alınmaz. Benim hayatım okumak, araştırmakla geçer. Çalışmak dışında hayatımda başka bir şey yok neredeyse. Bütün günüm çalışmakla, idari işlerle geçiyor. Hafta sonları çok az dinlenirim. Kafa dağıtmak için belgesel izlerim. Eşim de benim gibidir, çok çalışır.

Dedeniz için ‘agnostikti’ dediniz. Siz, inanç noktasında kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Ben ateistim ama militan değilim.

Ne zaman karar verdiniz ateist olmaya?

Öyle büyüdüm. Bu, içinde büyüdüğünüz kültüre bağlı. Bizim ailede insanı dindarlığa götüren unsurların hiçbiri mevcut değildi.

Hiç ateizmi sorguladınız mı peki?

Hayır. Hiç sorgulamadım. İnançsızlığımın çok köklü olduğunu söyleyebilirim. Dini duyguları anlayabiliyorum. Bir camide, bir kilisede ezanda, Kur’an okunuşunda veya dini Batı müziğinde insanlara huşu veren şeyin ne olduğunu kuvvetle hissedebiliyorum. Büyük dinlerin tarihteki muazzam rollerini görmek, o heyecanı hissetmek beni dindar kılmıyor tabii ki.

Futbolla aranız nasıl?

Galatasaraylıyım ama sanırım ona da doydum. Çok farklı spor dallarını severim ve hepsinden de anlarım. ‘Körling’den, beyzboldan, Amerikan futbolundan, buz hokeyinden çok iyi anlarım. Analitik bir şekilde izleyerek zevk alırım. Atletizmde TRT spikerlerinin fark etmediğini fark ederim. Basketbol izlemekten ise bıktım.

Ev ararken ilk önce duvar uzunluğuna bakıyorum!

Bazı yazarlar gibi kitaplarınız için ev tutuyorsunuz herhalde…

Ev ararken ilk önce duvarlarına bakıyorum. Kitaplığımın sığması için 43 metre sağır duvar lazım! Bizim için manzara, alt kat üst kat hiç önemli değil. Emlakçılar Bebek sırtında bir daire gösterdi. Çok güzel manzarası olmasına rağmen beğenmedik. Emlakçı, “Beyefendi, siz çok mu zenginsiniz, çok mu eşyanız var?” dedi. Eve çok az eşya aldık. Eşimle birlikte 15 bine yakın kitabımız var.

Sizde İzmirlilik var mı?

İzmir’le bütün ilişkim koptu maalesef. Yale’deyken ailem Ankara’ya taşınmıştı. Benim çocukluğumun 250 binlik İzmir’ini şu an 4 milyonluk şehir aldı. İzmir’de bir yığın akrabamın yaşadığını bilmek, limanda yüzdüğüm, balık tuttuğum ve ilk eşimle geçirdiğim günleri hatırlamak dışında İzmir’le bir bağım kalmadı.

Robert Koleji’nde profesyonel yüzücülük yapmışsınız? Devam ediyor musunuz yüzmeye?

Bir İzmir çocuğu olarak havuz disiplinine hiç alışamadım. Kolejdeyken Boğaz’ı geçme yarışına katılmıştım. Amerika’da su topu oynadım ama hiçbir zaman iyi bir yüzücü olamadım.

Yakın dostlarınız hatırlayamadıkları olayları hemen size soruyormuş…

Hafızam her zaman kuvvetli oldu. Bunu bütün arkadaşlarım bilir, “Halil’de fil hafızası var.” diye takılırlar. Şahin Alpay arar, bir şey sorar, “Bunu ancak sen hatırlarsın.” der.

SÖYLEŞİ

Geziciler devrimci değil devirmeci!
2 Haziran 2014

Solcu tarihçi yazardan mükemmel tesbit: Geziyi Ak Parti düşmanları ele geçirdi. Tarihçi yazar Halil Berktay Gezi’ye katılan grupların, AK Parti’nin yıkılmasıyla Türkiye’nin ödeyeceği bedeli düşünmediklerini söyledi. Berktay ‘Meşru ve demokratik bir siyaset vicdanı olmayan bir kesim var orada; ben bunlara devirmeci muhalefet diyorum’ dedi.

Türkiye’nin olumlu anlamıyla ayrıksı ve seçkin aydınlarından biri olan Halil Berktay Yeni Şafak’a çarpıcı açıklamalar yaptı.

Türkiye’nin siyasal ve toplumsal anlamda en ciddî sorunlarından birisi Kürt sorunu. Bu konuda işleyen çözüm sürecini nasıl görüyorsunuz?
Çözüm sürecini destekliyorum; neredeyse 18 aydır silahların susmuş olmasına çok büyük bir umutla bakıyorum. Fakat bir taraftan da çok endişeliyim. Çatışma ve savaş yanlılarının, çığırtkanların, barış karşıtlarının bir şekilde bu sürece çomak sokmalarından korkuyorum.

BEYAZ TÜRKLER KIŞKIRTIYOR

Çözüm sürecine yönelik yaklaşımları ve desteği nasıl buluyorsunuz?

Kendim bölgeye gitmiş değilim, ama bölgeyi bilen, orada yaşayan veya sık sık gidip gelen, görüşlerine çok güvendiğim kişilerin aktardıklarından yola çıkarsak, birincisi, Öcalan olmazsa bu barışın olmayacağı; ikincisi, geniş kitleleriyle Kürt halkının barıştan memnun olduğu anlaşılıyor. Öte yandan bu süreç, PKK’nın Kandil önderliğinin, çoğu BDP’li siyasetçinin, PKK-BDP yanlısı Kürt aydınlarının, Kürt akademiklerinin ve öğrenci gençliğinin içine sinmiş değil. Öcalan’ın çizgisine âdetâ hoşnutsuzca uyuyorlar; aslında çoğu zaman, ‘Canım böyle barış mı olur, siz AKP’ye teslim oluyorsunuz, bunca mücadeleyi boşuna mı verdiniz’ gibi lâflarla savaşçılığı körüklemeye çalışan ‘Beyaz Türk’lerin sesine daha fazla kulak veriyorlar.

Kim o savaşçılığı körükleyen Beyaz Türkler?
Bu tavırda olan çeşitli köşe yazarları var. Belirleyici özellikleri, AK Parti ‘ye düşmanlık ve Erdoğan’a özel bir nefret beslemeleri. Onun için, ‘hükümete zarar versin de ne olursa olsun’ mantığıyla hareket ediyor; bir adım ötede, demokrasi dışı yöntemlerle hükümeti alaşağı etmeyi arzulayan ‘devirmeci’ bir cepheye Kürtlerin de katılmasını sağlamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Böyle bir sol aydın kesimi var. Anlaşılıyor ki bölgedeki Kürt seçkinleri bunlara biraz fazla kulak veriyor ve dolduruşa gelebiliyor, ama son tahlilde onları sadece Öcalan’ın kararlılığı zaptediyor.

KÜRT HALKI BARIŞ YANLISI

Son günlerin en önemli gelişmesi de örgütün kaçırdığı çocukların ailelerince başlatılan eylem. Bu gelişmeyi nasıl yorumlamak lazım?

Annelerin baskısını ve PKK üzerinde bir kamuoyu oluşmasını çok olumlu karşılıyorum. İşte tam, benim daha önce sözünü ettiğim, Kürt halk tabanının artık alenî barış yanlılığı. Ama bir yandan da birilerinin bunu sertleşme gerekçesi yapmasından; ‘Bakın bu AKP’nin bize karşı açtığı bir kampanyadır; bizi köşeye sıkıştırmaya ve teslim almaya çalışıyorlar’ diye tekrar savaş kışkırtıcılığı yapmaya koyulmasından kaygı duyuyorum.

GEZİ’Yİ AK PARTİ DÜŞMANLARI ELE GEÇİRDİ

Sürekli bir ‘sokak’ çağrısı ve AK Parti’ye dönük eylem arzusu var. Bunları nasıl anlamalıyız?

Gezi protestoları bence anlaşılır nedenlerle ve spontane olarak patlak vermişken, ilk üç gününden sonra AKP düşmanlığından başka hiçbir birleştiricisi olmayan grupların eline geçerek, amaçsız ve sınırsız bir çatışmacılık yönünde geliştirildi. Bugünlerde Gezi’nin birinci yıl dönümü münasebetiyle bunu tekrar deniyorlar. Muhtemelen cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci ve ikinci turu münasebetiyle tekrar deneyecekler.

Bu eylem stratejisinin özel olarak kurgulanmış olduğu söylenebilir mi?

Yöntemler üzerinde öyle çok düşündükleri kanısında değilim. AK Parti devrilirse, hükümet çökerse ya da Erdoğan uzaklaşmaya zorlanırsa bunun altından ne çıkar, bunun Türkiye’ye bedeli ne olur; onu da zerrece düşündükleri ka