Halistin Kukul

şair, yazar

1943 yılında Trabzon’un Beşikdüzü ilçesinde doğdu. İlk ve ortaokulu Beşikdüzü’nde okudu. 1961 yılında Erzincan Askeri Lisesi’ni bitirerek aynı yıl Kara Harp Okulu’na girdi. 21 Mayıs 1963 hadiseleri sebebiyle Siahlı Kuvvetler’den ayrıldı. Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi’nden 1967’de mezun oldu. Rize ve Samsun Ticâret liselerinde kısa bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra, Ocak 1972’de Diyarbakır ve Samsun Eğitim Enstitülerinde ve bilahare Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde öğretim görevliliğinde bulundu. İlk şiiri 1961 yılında yayınlanan M.Halistin Kukul’un şiir, hikâye ve denemeleri çeşitli gazete ve dergilerde yayınlandı. Eserleri bir çok resmi ve özel kuruluş tarafından ödüllendirildi. Beş yüz civarında deneme ve makalesi bulunan M. Halistin Kukul hakkında hazırlanmış dört lisans tezi mevcuttur. Kukul’un iki çocuğu ve üç torunu vardır. 1997 yılında Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Görevlisi iken emekli oldu.

GÖRÜŞ

Son Başbuğ: Alparslan Türkeş
Halistin Kukul

30 Mart 2015 Türk Milleti’nin ve Türkiye’nin gelişmesi yolundaki hedeflerini ortaya koyduğu “Dokuz Işık” adlı kitabında, ilk ilke olan “Milliyetçilik” başlıklı bölümde şöyle diyor Son Başbuğ:

“Milliyetçilik, Türk Milletine karşı beslenen derin sevginin ifâdesidir. Kalbinde başka bir ırkın gururunu taşımayan ve kendisini samimî olarak Türk hisseden ve Türklüğe adayan herkes Türk’tür. Biz; Türk Milletine mensup olduğumuza göre, bu milletin içinden çıkmış insanlar olduğumuza göre, elbette ki kendi milletimize karşı derin bir bağla bağlı olacağız ve bu milletin yükselmesi için, bu milletin haklarının daima her çeşit tesirlerden uzak, her şeyin üstünde bulundurulması için çalışmayı görev tanıyacağız. İşte bu sebeplerden dolayı bizim milliyetçiliğimiz, Türk Milletine karşı duyulan derin, köklü bir sevgi ve Türk Milletinin içinde bulunduğu müşkül durumdan bir an önce , en modern, en ilmî metodlarla çıkarılarak en kısa yoldan modern uygarlığın en ön safına geçirilmesini sağlamak duygusundan kuvvet alır. Milliyetçiliğimiz başkalarına karşı kin, garez duygularıyla beslenmez.” (1)

Allahü teâlâ, Kur’ân- ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: ” Ey insanlar, biz, sizleri, bir erkek ile bir dişiden yarattık ve birbiriniz ile tanışasınız diye sizi şubelere (ırklara, kavimlere) ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, Allah katınında en şerefliniz, takvâda en ileri olanınızdır.”(2)

Demek ki; kavim, soy, ırk, kabile, millet…Yüce Allah’ın bir takdiridir. Ancak; muvâzene, “takvâ” ile sağlanmaktadır. Ölçü, budur!

Yine, Yüce Rabb’imiz şöyle buyurmaktadır: ” Bir kavim, özlerindeki (güzel hâl ve ahlâkı)nı değiştirip bozuncaya kadar, Allah, şüphesiz ki, onları değiştirip bozmaz” (3)

Burada da, belli bir ‘irâde’, kavme / kabileye / millete / soya/ ırka…verilmiştir. Bu hususta, Peygamber Efendimiz’in birkaç hadîsini nakledelim: ” Kişi, kavmini sevmekle suçlandırılamaz” ; ” Soylarınızı biliniz” ve ” Bir insan hangi kavim ve milleti severse, Cenâb-ı Hak, onu, sevdiği kavmin içinde haşreder” Fakat; yine buyuruyorlar ki: ” Câhiliye devrinden ümmetime kalmış dört haslet vardır ki, onu terk edemezler. (Bunların biri) Başkalarının soyuna dil uzatırlar. Yâni makbûl bir insanın oğlu olmadığını yâhut tanınmış bir hânedâna mensup olmadığı iddiası ile halkı hafife alırlar.” Son Başbuğ ‘un: “… kendisini samimî olarak Türk hisseden ” ifadesi, kişinin mensubiyet hissettiği milletle rabıtasını ; ve, ” Milliyetçiliğimiz başkalarına karşı kin, garez duygularıyla beslenmez.” düşüncesi de, ‘mensubiyet duyulan kavmin başkalarına üstünlük iddiasında bulunmadığını’, böylece; İslâmî emirlere tamamiyle riâyet edildiğini ortaya koymaktadır. Bu hususta, Necip Fâzıl, çok ilgi çekici ve çarpıcı bir tespitle karşımıza çıkar : “İslâm inkılâbında milliyet görüşü, kendisini sahte milliyetçiliklerin tersine zarf değil mazruf, kap değil muhteva, madde değil ruh, mekân değil zaman işi telâkki eder. İslâm inkılâbında milliyet görüşü, Türk’ü fırlak kemikler, çekik gözler, dar alınlar ve kirpi saçlar kadrosunda, yâni hor ve kaba madde plânında aramaz. İslâm inkılâbında milliyet görüşü, her şeyi ana ruh vâhidine bağladıktan sonra, o ruh vâhidini en iyi aksettiren yâhut en iyi aksettirmeye memur olan zarf, kalıp ve madde ölçüsü olarak da (dâimâ bu kayıt altında) kendi ırkını mecnuncasına sever. İşte Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygamberin ” Kişi kavmini sevdiği için suçlandırılamaz!” meâlindeki muazzam Hadîsinde, dışarıdan ve ilk bakışta o kadar kolay sanılan nâmütenahî derin mânâya bir yol; ve hudut içinde hudutsuz milliyetçiliğe işaret!..” (4)

Bunları niçin yazıyorum? Takriben son elli yılın Türk fikir, siyâset ve san’at dünyasında yeni bir görüşün temsilcisi olarak ortaya çıkan “ülkücülük hareketinin mîmârı Son Başbuğ Alparslan Türkeş, bütün Türk Dünyâsı’nı kucaklayan bir anlayışın öncüsü olarak, hâlâ yeterince anlaşılabilmiş değildir.

O; Türk Dünyâsı’nın selâmeti ve İslâm Dünyâsı’nın da sıhhatli bekâsı için dâimâ güçlü bir Türkiye’nin var olması gerektiğine inanmış ve bu uğurda da gayret göstermiştir. Bundan dolayıdır ki; mensubiyet duyduğu kavmi / milleti ‘çok sevmesi’, her çeşit muarızının maksatlı hücûmuna sebep olmuş; ve âdeta, işi, “Sen, niçin veya nasıl, kendi milletini-Türk Milleti’ni- bu kadar çok seversin’e” getirmişlerdir.

Alparslan Türkeş ismini, ilk defa, 1960 yılında, 27 Mayıs günü duydum. Erzincan Askerî Lisesi son sınıf öğrencisiydim ve lise bitirme imtihanlarına giriyordum. O zamanlar, Türkçe- Kompozisyon ve Matematik derslerinde ortak yazılı, diğer bütün derslerden de mümeyyiz heyeti huzurunda sözlü imtihana giriliyordu.

Bize, öğlenleri, hoparlörden, şarkı veya türküler ile, bâzen de haberler dinletilirdi. Şartlar öyleydi!. O gün yâni 27 Mayıs sabahı ve günü, hocalarımızda ve diğer sınıf subaylarımızda farklı bir ‘hava’ oluşu ayrı mes’eledir!..Çünkü, ilk defa böyle bir hâl yaşıyorlardı / yaşanıyordu! Bunun çelişkisi içersinde bulunuyorlardı.

Alparslan Türkeş ismi, arkadaşlarımız arasında, ‘ihtilâl düşüncesinin ötesinde’, başka bir mânâ taşıyordu. Zâten; ihtilâlin, ‘Ne kadar, ne!’ olduğunu yeterince kavrayamıyorduk. Fakat Türkeş’in, fikren sağlam yapılı bir kurmay subay oluşu, Türk Dünyâsı’na bakışı ,ister istemez, öğrenciler arasında bir kıpırdanmayı da getiriyordu. O’nun; Millî Birlik Komitesi denilen ihtilâl heyetinin önüne geçerek bir takım mes’eleleri dile getirmesi de bunun işâretiydi. Kendisinden kıdemli subaylar olarak Org. Cemal Gürsel, Org. Fahri Özdilek, Korg. Cemal Madanoğlu, Tuğg. Sıtkı Ulay, Tuğg. İrfan Baştuğ, Tğg. Mucip Ataklı ve Tuğg. Mehmet Özgüneş olmasına rağmen, O, bir takım yanlışlıkları önlemek için ön safta bulunuyordu. Fakat; bu durum uzun sürmedi ve 13 Kasım 1960 hareketiyle, 14’le adı verilen , 13 arkadaşıyla birlikte, Millî Birlik Komitesi’nden tasfiye edildi. Böylece; zâten hukukî temeli bulunmayan ‘ihtilâl’, bir daha ‘raydan çıkmış’ oldu. Tekrar, ray’a girebilmesi de maalesef mümkün olmadı. Kara Harp Okulu’na geçişimizle, birçok şeyi daha yakından tâkip ve idrâk etme imkânımız oldu. Basınla, daha yakından muhatap olabildim. Mes’elelere, istişârelerle yaklaşabildim.

Şüphesiz ki, bu dönemin en büyük hâdisesi, Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşları Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın, o zaman Yüksek Adâlet Divanı denilen bir mahkeme tarafından îdâma mahkûm edilmeleri ve infâzlarıydı. Memleket oldukça gergin, insanlar tedirgindi. Harp Okulu öğrencisi olarak, Ankara’nın nabzını az da olsa yaşayabilmeye, kavramaya başlamıştım. Elbette ki, hâdiselere nüfûz edebilmem(iz) çok zordu hattâ mümkün değildi. Kavrayışım(ız), eskisine nazarandı ve sathî idi. İdâmlar yapılacak mıydı? Karmaşa devam edip gidiyordu!

İşte bu sıralarda, teferruatını daha sonraları daha yakından öğrendiğim ve tamamı, Millî Yol Dergisi’nin Ocak 1962 târihli birinci sayısının yedinci sayfasında yayınlanan ve Alparslan Türkeş tarafından, “Orgeneralim” hitâbıyla, Cemal Gürsel’e yazılan mektup, her şeyi îzâh ediyordu.

7 Eylül 1961 târihini taşıyan bu mektup, Yeni Delhi’den gönderiliyordu. Henüz idâmlar gerçekleşmemişti. Durumun vahametini sezen Alparslan Türkeş’in mektubundan, mes’elenin daha iyi anlaşılması bakımından birkaç hususu nakletmek istiyorum. Orgeneral Cemal Gürsel’e ister tavsiye, ister nasihat diyelim yazılan bu satırlar, memleketimizin hazîn vaziyetini göstermektedir:

” a) İdam cezalarının infazı, 13 Kasımdan beri atılan çok hatalı adımlar dolayısıyla memlekette meydana gelmiş olan huzursuzluğu daha çok artıracaktır.

b) Ölüm cezalarının infazı, yurt dışında ve milletimiz ve devletimiz aleyhinde tepkilere yol açacaktır.

c) Ölüm cezalarının infazı hâlinde, milletimizi bölen kin ve garez duyguları şiddetlenecek ve 27 Mayısın amacı olan millî birlik ruhunun geliştirilmesi güçleşecektir.

d) Yukarıda sıralanan mahzurlarına karşılık, cezaların infazı ile memlekete sağlanacak hiçbir fayda yoktur. Esasen siyâsî suçlardan dolayı ölüm cezaları verilmesi, bugünün insanlık duygularına uymamaktadır.

(…) Aksi hâlde, millet ve tarih önünde sorumlu olacağınızı hatırlatırım. Saygılarımla. Alparslan Türkeş”

Evet; Alparslan Türkeş’in, “millet ve tarih önünde sorumlu olacağınızı hatırlatırım” demesine rağmen, 16 Eylül 1961’de Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu, 17 Eylül 1961’de de Adnan Menderes -maalesef-îdâm edildiler.

Sanıyorum, 1965 yılıydı. Türkeş; Trabzon’da konuşacaktı. Üniversite öğrencisiydik ve benim gibi eski Harbiyeli bir arkadaşımla O’nu dinlemeye gittik. Trabzon Lisesi’nin giriş kapısına yakın bir yerde, çınar ağaçlarının altında kürsü kurulmuştu. İlk olarak, Adalet Partisi eski Milletvekili Gökhan Evliyaoğlu açış konuşmasını yaparak, umûmî bir girişle takdîm yaptı.

Ardından, Türkeş, kürsüye çıktı. Beyaz bir takım elbise giymişti. Güneşli bir havaydı. Mayıs ayı olabilir. Simsiyah saçları ve hilâl gibi yine simsiyah kaşlarıyla âdeta, siyah-beyaz âhengi tamamlanıyordu. Tok sesiyle: “Muhterem vatandaşlarım! Azîz Türk Milleti!…” diye memleketin durumunu îzâha başladı . Çok geçmemişti ki, yanıbaşımda birinin, benim duyabileceğim bir ses tonuyla,Türkeş’i kastederek : ” Menderes’i, sen astırmadın mı?” diye söylediğini ve arkadaşıyla çekip gittiğine şahit oldum. Ne diyebilirdim? Ancak, diyebileceğim şu ki: İnsanlar, attıkları iftiraların bedelini nasıl ödeyeceklerdir, bilemiyorum! Zâten, Türkeş’te konuşmasını fazla sürdürmedi. Arkadaşımla; otelde, kendisini ziyâret ettik. Bize,Türkiye’nin ve Türk Dünyâsı’nın büyük tehlikelerle karşı karşıya bulunduğunu, esâret altındaki kardeşlerimizin hürriyetlerine kavuşmasının birlik içinde olmamızdan geçtiğini, bu sebeple çok çalışmamız gerektiğini söyledi.

Ne yazık ki; “idâmları önlemek” için gayret gösteren biri, “kirli bilgi” sebebiyle, ” îdâm ettiren” hükmünde piyasaya sürülmüştü. Üzüntü ile ifade etmeliyim ki, bu durum çok uzun süre devam etmiştir! Zâten; bu îdâmların ardından, kendiminde içinde bulunduğu 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 hâdiseleri ard arda patlak vermiş, basiretsiz ve beceriksiz idâreler, adâletsiz bir şekilde , benim de dâhil olduğum 1459 Kara Harp Okulu öğrencisini okuldan atmış / attırmıştı(r).

Alparslan Türkeş; demokratik sisteme inanmış ve Türk siyâsî hayatında demokratik sistem içinde üç milletvekili ile, iktidara ortak olmuş bir liderdir. Yalnız başına bile, bu gücünü, iktidarlar üzerinde hissettirmiş bir dâvâ adamıdır.
Askerî hüviyeti yanında, içtimâî, iktisâdî ve kültürel mes’elelere, koyduğu teşhis ve hâl çârelerini bir siyâset adamından çok, bir ilim ve fikir adamı vasfıyla cemiyete sunmuştur.

O; TBMM’de temsil edilmediği zamanlarda bile, ‘sözü senet’ hükmünde olan, îtibâr sâhibi bir numûne insandır.
İnsanlığa bakışı , Türk ve İslâm Dünyâsı’nı kucaklayışı, İslâm’ın feyizli ve müzeyyen ışığı altında çok berraktır. Bu sebepledir ki; dâvâ arkadaşlarıyla beraber yürüdüğü ve ömrü yettiği sürece dâimâ, âdeta birer atasözü hâlini alan şu cümleleri rehber edinmiştir:

” Kanımız Aksa da Zafer İslâm’ın ” ; ” Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman” ; ” Türklük Gurur ve Şuuru, İslâm Ahlâk ve Fazîleti” ve ” Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin, her şey Türklük İçin!” Ve ardından; ” Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar büyük Türkiye ideali” düşüncesi!

Peki; şimdilerde var mı bu sözleri söyleyenler? Yoksa, niçin yok? Bunları söylemek şöyle dursun, mes’ul ve salâhiyet makamında bulunanlar, muhalifleri için, memleket coğrafyasında ‘sınır’ çiziyorlar ve şöyle diyorlar: ” Bunlar, bırakın Edirne’yi Kars’ı, Sivas’ın ötesine bile geçemezler!” Bu ne demektir, diye düşündük mü hiç? Cevap: “Bu; vatan sathını küçültmeye çalışmaktır.” Hatta, şanlı Türk bayrağı bile, ‘sembollük vasfı’ndan uzaklaştırılmak, herkesi kucaklayıcılıktan mahrûm edilişe sürükleniyor. Deniliyor ki: ” Ulus’ta Türk bayrağı ile dolaşmak kolay. Hakkari’de niye dolaşmadın Türk bayrağı ile!”

Bunları söyleyen yürütmenin başı ise, memleketin umûmî vaziyetini varın hesap edin!Tabiî ki, buna, devletin başı da ses çıkarmadığına göre, bu sözleri tasvip ediyor demektir! Anlaşılır gibi değil!
İbret olması bakımından, Yazar Yavuz Donat’ın , “Türkeş’li Hikâye” başlıklı yazısından bir bölüm nakledeceğim:

” Dönem 12 Eylül dönemiydi. “Başsavcı” aylarca çalışmış, on binlerce belge incelemiş ve “iddianâmesini” yazmıştı. Alparslan Türkeş’in “kellesini” istiyordu. Saatlerce Türkeş’in suçlarını saydı ve ekledi:

– Falanca adreste, kirasını kendi cebinden ödediği gizli örgüt evi…

Türkeş elini kaldırdı:

– Öyle bir ev var.

– Kirasını maaşımdan ödüyorum…Gözaltındayken bile ödemeye devam ettim.

– O evde Balkanlar’dan Türkiye’ye göçmüş iki soydaşımız yaşıyor.

– Yaşlı ve muhtaç karı koca…Allah rızası için onlara ben bakıyorum.

– Yaptığım iyiliği burada söylediğim için Allah beni affetsin!” (5)

Şimdilerde ise,nelerle uğraşıyoruz değil mi!

Vefâtı üzerine yazdığım ve Kurultay Gazetesi’nin 2 Mayıs 1997 tarihli sayısının on birinci sayfasında ‘Günün Şiiri’ olarak yayınlanan ‘Başbuğum’ başlıklı şiirimi, o günün hâtırasını tâzelemek bakımından tekrar sunuyorum:

“Tutuldu nefesler, bir işâret var;

Ülkü dünyâsının tâ burçlarından!

Fışkırdı arda arda filizler tek tek;

Gökyüzüne doğru dal uçlarından!

Müthiş sükûnetle sarsıldı civar;

Dediler: Bu sükûn neyin nesidir?

Alperen nefesli bir ulu çınar;

Alparslan neslinin kükremesidir!

Bu nasıl bir îmân, bu nasıl birlik?

Sel olup akıyor, caddeler boy boy!

Peşinde milyonlar başları dimdik,

Bitmiyor gitmekle; bitmiyor konvoy!

Tekbî okunuyor, gönüller hep bir!

Zaman ne zamanmış, nelere gebe!

Çehreleri nûrlu, müşterek fikir;

Mahzunsa da cihân, mes’ut Beştepe!

Nabızlar durdu da su sevgi aktı!

Bir bayrak kaldırdı, bir bayrak adam!

Geride mukaddes ülkü bıraktı;

Kendine yaraşır müthiş ihtişam!

Ufuklar çok geniş, satıh daracık;

Bu sevdâ ummânı doldurdu bile!

Güneş pırıl pırıl, hava apaçık;

Demiri kor etti, herbir kafile!

Işıklar yakıldı: Dokuz meş’ale…

Geceler yarıldı; karanlık söndü.

Gönüller meyletmiş o Üç Hilâl’e;

Dünya sessizlikte yasa gömüldü!

Toprak; kadifeden yumuşak yatak!

Yol açıldı şimdi yürü çocuğum!

Mâzîyi unutma, ileriye bak!

Sen de rahat rahat uyu Başbuğum!

Tutuldu nefesler, bir işâret var;

Ülkü dünyâsının tâ burçlarından!

Fışkırdı ard arda filizler tek tek;

Gökyüzüne varan dal uçlarından!”

O’nun, birkaç nasihatıyla zihinlerimizi tâzeleyip, hep berâber , yeniden bir muhâsebe ve muhakeme yapalım istiyorum.

Alparslan Türkeş diyor ki:

* Devletler parasızlıktan değil, inançsızlıktan çökerler.

* Türklük bedenimiz, İslâmiyet ruhumuzdur.
* Dâimâ hedefiniz olsun ve hedefiniz Turan olsun. Başarı sebebiniz olsun ve sebebiniz Allah rızâsı olsun.

*Ancak istilâ ve işgal altındaki bir millet milliyetçilik yaptığı için suçlanabilir.

* Kurt, karın doyurmak için köpekliğe râzı olmaz.

*Türk aydını için Batı’nın sığınması olmak bir ideal olarak benimsenmiştir. Milletimiz için bundan korkunç felâket düşünülemez.
*Eşkiyâ ile arabuluculuğa kalkışanlar, gün gelir o eşkiyânın kanında boğulurlar.

*Sandıktan bize tek bir oy dahi çıkmasa, İslam’dan, İnsaniyetçilikten, Türkçülükten asla vazgeçmeyiz…Biz, politikacı değil, bir dâvânın tâkipçileriyiz!

KAYNAKLAR

1. Alparslan Türkeş, Millî Doktrin Dokuz Işık, Kutluğ Yayınları, İstanbul 1973, Sf. 15

2.Hucurât Sûresi, 13

3. Râd Sûresi, 11

4. Necip Fâzıl, İdeolocya Örgüsü, b.d, yayınları, İstanbul 1976, Sf.211-212

5. Yavuz Donat, Türkeş’li Hikâye, Sabah Gazetesi, 30 Mart 2008, Sf. 21