akademisyen
21 Mart 1923 tarihinde Kayseri’nin Develi ilçesinde doğdu. İlk ve orta okulu Develi’de, liseyi Kayseri’de okudu. A.Ü.Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Bitirdiği bölüme asistan girdi. “Fuzulî-Hâfız, İki Şair Arasında Karşılaştırma” konulu teziyle doktor (1951) oldu. “Nedim’in Divan Şiirine Getirdiği Yenilikler” teziyle doçent (1955), “Fuzulî Farsça Divan, Edisyon Kritik” konulu takdim teziyle de profesör oldu (1962). Eski Türk Edebiyatı Kürsüsü Başkanlığı yaptı.
ESERLERİ:
Fuzulî-Hâfız (1956)
Nedim’in Divan Şiirine Getirdiği Yenilikler (1957)
Fuzulî’nin Farsça Divanı (1962)
Kitabu Mesâcid (1974)
Fuzulî ve Türkçe Divanından Seçmeler (1986; 2. bs. 1992)
Kayserili Mevlevî Şeyhi Ahmet Remzi Akyürek’in Hayatı ve Şiirleri (1987)
Nedim (1988).
SÖYLEŞİ
Mesut Çetintaş’ın Hasibe Mazıoğlu ile yaptığı söyleşi…
-Sayın Mazıoğlu biraz kendinizden bahseder misiniz? Gördüğünüz eğitim, yetiştiğiniz çevre hakkında neler söylersiniz? Neden Türkoloji gibi bir alanı seçtiniz?
Burada özel yaşamımı ve meslek hayatımı ayrıntılı olarak yeniden anlatmak istemiyorum. Harward Üniversitesi yayınlarından Journal of Turkish Studies (Türklük Araştırmaları) 21 1977, Hasibe Mazıoğlu Armağanı I-III ile Bütün Yönleriyle Develi, Bilgi Şöleni, 26-28 Ekim 2002, Bildiriler, s. 425-429’da özel yaşamım ve meslek hayatımla ilgili bilgi bulunmaktadır. Bu ikisinde bulunan bilgilere doğum yerim, doğum tarihim yetiştiğim çevre ve ailemle ilgili olarak şunları ekleyebilirim:
Bana ‘Nerelisin?’ diye sorduklarında: ‘Öğünmek gibi olmasın, Kayseriliyim’ derim. Aslında Kayseri’nin ilçesi olan Develi’denim. Kayseri ile Develi arasında Erciyes Dağı vardır. Yalnız, Develi’den Erciyes’in görünüşü değişiktir. Kayseri yönü kayalıklı, muhteşem tek bir zirvedir. Develi’den ise düzgün üç zirve hâlinde görünür. Çok az yükseklikte olan ortadaki zirvenin üzerinden yaz aylarında bile kar hiç eksik olmaz. Develi’nin konumu Kayseri’den daha yüksekte, Erciyes’e daha yakın olduğundan yazları serin olur. Kayseri ile Develi arası 80 km olup Kayseri-Adana tren yolu üzerindeki Kayseri’nin İncesu ilçesinden ayrılan asfalt bir yolla Erciyes’in güneyinde bulunan Develi’ye varılır. Develi’nin bulunduğu yer sapa olup ticarete elverişli değildir. Bundan dolayı gençler ancak okuyarak iyi bir gelecek elde edebilirler. Bu yüzden Develi’de bütün çocuklar okutulur.
Develi’nin eski adı Everek’ti. Selçuklular zamanında Everek’e 4 km uzaklıktaki tepenin üzerinde Dev Ali adındaki bir Selçuklu kahramanı, askerî yönden önemli olan Kayseri-Adana yolunun gözetlenmesi için bir gözetleme yeri kurmuş. Dev Ali adının halk tarafından zamanla Develi biçiminde söylenmesinin yer adı olarak kullanıldığı halkın anlattığı etimolojik bir açıklamadır.
Cumhuriyet’ten sonra Everek adı kullanılmamış, Develi bütün ilçenin adı olmuştur. Selçukluların kurduğu gözetleme yeri olan Develi, Yukarı Develi adıyla Develi ilçesinin bir mahallesidir. Bu yüzden XIX. yüzyılın tanınmış halk şairlerinden Seyranî hakkında yayımlanmış ilk eserde Everek adının belirtilmesi gerekli görülmüş olup: “Ahmet Hazım, Everekli Sânihât-ı Seyranî, 1924” yazılmıştır.
Develi’de eskiden Ermeni ve Rum çokmuş Ermenilerin çoğu “tehcir” olayında Suriye’ye gönderilmiş. Rumların hepsi mübadele yoluyla değiştirilerek Yunanistan’a gitmişler, Türklerle evlenen Rum kadınlardan çocuğunu bırakıp gidenler olmuş. Çocukları olan Ermeni kadınlar Türk adları alıp Müslüman olduklarını söyleyerek Develi’de kalmışlardır. Erkek çocuklar büyüyünce ayakkabıcılık, terzilik, marangozluk gibi işler yaparlardı. Kadınların hepsinin kıyafeti aynı olup kalın siyah kumaştan etek ve üstlük giyerlerdi. Bunun yas kıyafeti olduğunu sanıyorum. Genç kadın ve kızların giyinişi normal ve sade idi. Cumhuriyet Döneminde pazar günleri kiliseye giderek ayinlerini rahat yaparlardı. Develi’de kalanlar birer birer İstanbul’a göçtüler ve çok zengin oldular. Ancak yeşil Everek’i hâlâ unutmadıklarını söylerler.
Develi’nin Türk halkı XII. ve XIII. yüzyıllarda Orta Asya’dan birbiri ardınca sürekli olarak Anadolu’ya gelen Oğuz Türklerinden güneyde Maraş yoluyla gelmiş olan Türkmen aşiretleridir. Bu tarihî yerleşme dolayısıyla Develi halkı ile Kayseri halkı arasında Erciyes Dağı kadar fark vardır. Bu yüzdendir ki ben de Kayseri’de işe yaramayan okumuşlar sınıfındanım.
1928 Temmuzunda yeni Türk harflerini öğretmek için ev kadınları ve okulu eski yazıda bitirenlerle okumakta olan öğrenciler için “Halk Mektepleri” adıyla kurs açılmıştı. İlkokul ikinci sınıfta olan küçük ablamın yanında ben de altı yaşında bu kursa giderek okumayı öğrendiğimden, eylül ayında ilkokula başladım. 1933’te yaşımın küçüklüğü nedeniyle ortaokula gidebilmem için mahkeme kararıyla yaşım büyütülerek doğum tarihim nüfusa 1922 olarak kaydedildi.
Ortaokulda başarılı bir öğrenci idim. Özellikle edebiyat ile Fransızca derslerinde durumum çok iyi idi. Edebiyatı üç yıl Makbul Özdil Bey okuttu. Makbul Özdil Hoca deneyimli, bilgili, anlayışlı ve çok kibar bir öğretmendi. Öğrencilerle ayrı ayrı ilgilendiğinden edebiyatı bütün öğrencilerine sevdirmişti. Makbul Özdil Hocanın dersi beni de etkilemişti. Edebiyatı çok seviyordum. Yazmış olduğum iki kompozisyon ödevimi o zamanki adıyla Maarif Vekâletine gönderdiğini söyleyerek beni yönlendirmek istemişti. 1940 yılının Haziran ayında Kayseri Lisesinin Edebiyat Şubesini birincilikle bitirmemde ve Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne girmemde Makbul Özdil Hocamın beni yönlendirmesi etkili olmuştur.
Türkolojiyi meslek olarak seçmemin ikinci bir nedeni de ailemin edebiyata ve sanata olan sevgisi ve eğilimidir. Fakültenin ikinci sınıfında iken İranlı bilgin şair Sa’di’nin tanınmış eseri Gülistan’ı yaz tatilinde babamla birlikte okumuştuk. O zaman 60 yaşlarında olan babacığım rüştiyede okuduğu Farsçayı unutamamıştı. Hâlâ sakladığım diplomasında (şahâdet-nâme) şu dersler yazılıdır: Arabî, Farisî, Türkî, İmlâ ve İnşa, Tarih-i İslâm, Hesap, Hendese, Coğrafya, Sülüs, Rik’a. Not toplamı pekiyi (aliyyü’l-a’lâ) olan Şahâdet-nâme Muallim-i Evvel, Muallim-i Sâni ve beş mümeyyizin mühürlü imzası ile 1306’da Develi Kaymakamlığı tarafından verilmiştir. Bugün edebiyat fakültelerinin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Arapça, Farsça, Rik’a ve Sülüs (Paleografya) seçmeli yardımcı ders olarak okutulmaktadır.
Ben doğduğumda babam 45, annem 42 yaşındaymış. İkisi erkek dört de kız kardeşin en küçükleri bendim. Anneciğim Ankara’ya beni görmeye geldiğinde veya ağabeylerimin yanına gittiğinde babam, annemin özlemiyle yazdığı şiirleri bizlere gönderirdi. Her iki ağabeyim de vakit buldukça şiir yazarlardı. Büyük ağabeyim saz, küçük ağabeyim de keman çalardı. Üç ablam eski yazı ile yeni yazıyı okurlar ve yazarlardı. Ortanca ablam ut dersleri de almıştı. Ben müzikle hiç uğraşmadım. Türk müziği ile klasik batı müziğini dinlemeyi severim. Benim de aruzla ve serbest olarak yazılmış birkaç şiirim vardır.
– Türk dili ile kültürü ve medeniyeti arasında nasıl bir ilişki vardır?
Dil ile kültür ve medeniyet arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bu konuda önce dil ile kültür arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışayım. Yalnız daha önce kültürün ve medeniyetin tanımının yapılması yararlı olacaktır. Kültür ve medeniyetle ilgili eserlerde her ikisinin de çeşitli tanımları yapılmıştır. Burada ben kültürün kısa bir tanımını yaptıktan sonra dil ile olan ilişkisini belirtmeye çalışayım: Kültür, bir toplumun, bir ülke halkının tarih boyunca toplumsal yaşama biçiminin bütünüdür. Kültür, o toplumun veya o ülke halkının gelenekleri, ahlak görüşü, inancı, sanatı gibi toplumsal yaşama özgü maddi ve manevi bütün özelliklerini içine alır. Dil ile kültürün ilişkisine gelince: Toplumsal bir varlık olan insanlar konuşmak, düşündüklerini birbirlerine söylemek ihtiyacıyla dili yaratmışlardır. Dil ile düşünce arasında sıkı bir bağ, karşılıklı bir etkileşim vardır. Bir insan düşüncesini anlatırken kullandığı sözcüklere özen gösterdiği ölçüde dilini geliştirir. Ancak dil, asıl eğitim ve öğretimle geliştirilir. Eğitim ve öğretimde önde gelen en önemli araç dildir. Eğitim ve öğretimle geliştirilmiş bir dille kültürün tanıtılması daha etkili olur. Bu yüzden Türk kültürünün dünyaya tanıtılmasında Türk dilinin geliştirilmesi büyük önem taşır. Türk Dil Kurumunun, daha ilk kurultayında “Türk dilini kültürümüzün eksiksiz anlatım aracı durumuna getirmek” amacı belirtilmiştir (İstanbul, 17 Ekim 1933, s. 10; S. D. I, 380).
Dilin medeniyetle olan ilişkisi üzerinde durmadan önce medeniyetin de bir tanımını yapmaya çalışayım: Medeniyet, bir toplumun veya bir ülke halkının toplumsal yaşamında bir sorunu yoksa, insanlar düşünce ve inançlarını belirtmekte özgürse, başkalarının düşünce ve inançlarına da saygılıysa, insan sevgisi, toplumsal yardım, hoşgörü gibi insanlık duyguları gelişmişse, eleştiride gerçeği söylemekten korkulmuyorsa ve kişinin onuru düşünülerek ölçülü davranılıyorsa o toplum uygar olup medeniyette ilerlemiştir. Böyle bir toplumun insanları birbirleriyle ilişkilerinde düşünceli ve nazik davranırlar. İnsanlar bu düzeye eğitim ve öğretimle erişebilir. Dil ve kültür ilişkilerinde olduğu gibi bu konuda da dil en başta gelen önemli bir araçtır. Uygarlık yani medeniyet aileden başlayarak eğitim ve öğretimle gelişir. Eğitim ve öğretimin bütün basamaklarında gençlere yukarıda tanımlamaya çalıştığım niteliklerin kazandırılması, eğitim ve öğretimin bilimsel temele dayalı programlarla düzenlenmiş olan Türk dili ve Türk kültürünün okutulup öğretilmesine bağlıdır. Ulu önder Atatürk Türk milletinin kültürde ve medeniyette yükselebilmesi için ilimde ve teknikte (fende) yüksek meslek sahiplerinin yetiştirilmesini istemişlerdir (S. D. I. S. 230). Yurdumuzu dünyanın en bayındır ve en uygar ülkeleri düzeyine eriştirmek yüce Atatürk için en büyük ideal olmuştur (S. D. II, s. 271).
-Üzerinde çalışmalar yaptığınız Eski Anadolu ve Osmanlı Türkçesi göz önüne alınırsa Türk dili, Türk kültürünü ve medeniyeti ne ölçüde yansıtmaktadır?
Eski Anadolu ve Osmanlı Türkçesinin Türk kültürünü ve medeniyetini ne ölçüde yansıttığı sorusunun yanıtı oldukça geniştir. Bu geniş kapsamlı soruyu burada ancak özetleyerek yanıtlamaya çalışayım:
Eski Anadolu Türkçesi bilindiği üzere 12. yüzyıldan 1453’te İstanbul’un fethine kadar olan dönemdir. 1071’de Malazgirt zaferiyle Oğuz Türklerine Anadolu’nun kapıları kesin olarak açılmıştır. 12. yüzyılda Anadolu’nun Türkleştirilmesi mücadelesi verilirken Oğuz Türklerinin sözlü gelenekle getirdikleri Oğuz Destanı, Ahmed-i Yesevî’nin hikmetleri, din büyüklerinin kahramanlık destanları, Anadolu’da yaratılmış olan Battal-nâme, Dânişmen-nâme, Dede Korkut gibi destan ve hikâyelerle birlikte atasözleri, fıkralar ve masallar vb. ile Türk kültürü Anadolu’da yerleşmektedir. Bunda savaşçı alperenlerin, şehirlerde ve köylerde yerleşmiş Türk halkı ile aşiretler arasında dolaşan Ahmed-i Yesevî, Harezmli Rıfâî, Kalenderî, Hayderî, vb. dervişlerle birlikte Rum (Anadolu) erenleri abdalların yararları olmuştur. Orta Asya’da Cengiz’in askerlerinin korkunç yıkıcı istilâsının önünden kaçarak Anadolu’ya sığınan bu derviş grupları arasında Yesevî, Kübrevî, Rıfâî gibi Sünnî inançlı dervişler yanında, toplum yaşamına ve karşı şeriata aykırı, Bâtınî düşünceler taşıyan Kalenderîler gibi yarı çıplak giyinişli, saç, sakal kaşlar tıraşlı cavlaklar (cevlakan) denen dervişler bulunmaktadır.
Ayrıca Cengiz istilâsından kaçarak Anadolu’ya sığınmış büyük mutasavvıflar vardır. Daha önce Âlimlerin sultanı (Sultânü’l-ulemâ) lâkabıyla ünlü Bahaüddin Sultan Veled, oğlu Mevlânâ Celâlüddin ile birlikte Harezm’de Belh’ten ayrılmış, İran yoluyla Hicaz’a gitmiş, oradan Anadolu’ya gelerek önce Karaman’da sonra da Konya’da yerleşmiştir. Sultanü’l-ulemâ’nın talebesi ve Mevlânâ’nın hocası Seyyid Burhanüddin Tirmizî de Konya’da yerleşmiş mutasavvıf bir bilgindir. Konya’da Sadrüddin-i Konevî, Mahmud-ı Hayrânî, Kayseri ve Sivas’ta Necmüddin-i Dâye, Tokat’ta Fahrüddin-i Irakî gibi büyük mutasavvıflar yaşamaktadır. Sadrüddin-i Konevî’yi yetiştiren Muhiddin İbni Arabî de Anadolu’da büyük ilgi ve saygı görmüştür. Bu mutasavvıflar eserlerini Farsça ve Arapça yazdıklarından dolayı bunların eserlerindeki tasavvuf düşüncesinden ancak medreseden yetişmiş olan insanlar yararlanmışlardır.
Hacı Bektaş-ı Velî Horasan’dan (Nişabur-1271 Hacıbektaş) Anadolu’ya gelmiş bir mutasavvıftır. Ahmed-i Yesevî (öl. 1166) etkisi altında kalarak onun ocağında yetişmiştir. Anadolu’ya Yesevî’nin işaretiyle geldiği Vilâyet-nâme menkıbesinde anlatılır. Hacı Bektaş Selçuklu Devleti’ne karşı isyan eden Baba İshak’ın müritlerindendir. Hacı Bektaş-ı Veli Makalât adındaki eserini Arapça ile yazmıştır. Hacı Bektaş şeriata bağlı bir mutasavvıf olduğunu Makalât adlı eseriyle göstermektedir. Ahmed-i Yesevî’nin Fakr-nâme’siyle aynı konuda yazılmış olan Makalât’da şeriat, tarikat, marifet ve hakikat ile bunlara bağlı kırk kapı anlatılır. 14. yüzyılda Yunus Emre’nin etkisi altında şiirler yazan Said Emre Makalât’ı nesirle, 15. yüzyılda Muhammed Hatipoğlu manzum olarak Türkçeye çevirmişlerdir. Esat Coşan Makalât’ın eksik ve dağınık el yazmalarını karşılaştırarak tam metnini tespite çalışmış ve kurduğu metni Türkçeye çevirmiştir (Seha Neşriyat, Ankara, 1971).
Hacı Bektaş-ı Velî şehirlerde halk arasında özellikle köylerde dolaşarak Türkmenlere tasavvufu anlatmış, onları aydınlatıp doğru yola yöneltmeye çalışmıştır. Tanrı’ya sevgi ile ulaşılacağını, Tanrı’nın niteliklerini taşıyan insanı sevmeyi, bütün insanların kardeş olduğunu, bu yüzden dinî ayrılıkların gereksizliğini anlatan Hacı Bektaş-ı Veli halk arasında büyük bir ün kazanmıştır. Bektaşîlik tarikatı Hacı Bektaş-ı Veli tarafından kurulmamıştır. Balım Sultan (öl. 1516) Hacı Bektaş‘ın düşünceleriyle hakkında söylenegelen menkıbeleşmiş bilgilerden de yararlanarak Bektaşîlik tarikatının esaslarını kurmuştur. Bundan dolayı Bektaşîler Balım Sultanı ikinci pir olarak kabul ederler. Hacı Bektaş’ın menkıbeleştirilmiş olan hayatını 15. yüzyılın ilk yarısında II. Murad zamanında yazıya geçirilmiş olan Vilâyet-nâme’den öğrenmekteyiz. (Abdülbaki Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî, İstanbul, 1958).
Hacı Bektaş’ın Vilâyet-nâme’sinde anlatıldığına göre Ahi Evren de Hacı Bektaş-ı Veli gibi Anadolu’ya Horasan’dan gelmiş bir mutasavvıftır. Kırşehir’de kurduğu tekkesinde Horasan’dan getirdiği Ahilikle ilgili düşüncelerini halka yaymaya çalışmıştır. Dinî-tasavvufi-ekonomik bir lonca kuruluşu olan Ahilik 13. yüzyılın ikinci yarısında Selçuklu Devleti’nin zayıfladığı, Moğollara verilen ağır vergiler yüzünden halkın sıkıntı çektiği bir dönemde çok yararlı olmuş dinî-tasavvufî toplumsal bir kuruluştur. Zengin kişilerin yardımıyla kurulan vakıfların imarethanelerinde açlar doyurulmuş, yolcular yaptırılan hanlarda parasız yatırılmış, yedirilmiştir. İlk kuruluşta dokumacılık ve dericilik (debbağlık) geçerli iş olduğundan Ahi Evren ilk olarak debbağlık loncasını kurarak loncanın şeyhi olmuştur. Ahi Evren insanların Ahilik yoluna girerek dine ve tasavvufa bağlanıp çalışmakla iki dünya için de yararlı bir insan olmalarını öğütlemiştir. 676 / 1277 tarihinde düzenlenmiş Arapça vakfiyesi Vakıflar Genel Müdürlüğünde vardır. Vakfiyenin çevirisi de yaptırılmıştır. Elimizde başka eseri yoktur.
13. yüzyılda Anadolu’da din ve tasavvufun iyice yerleşmiş ve yayılmış olması edebiyat alanını da etkilemiştir. Şairlerin ve yazarların eserlerinde din ve tasavvuf konusu ağırlıktadır.
Mevlânâ bütün eserlerini Farsça olarak yazmıştır. Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr veya Şemsü’l-Hakayık adındaki Divanı’nında Türkçe ancak bir iki dize ve birkaç kelime vardır. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’in Farsça Divan’ındaki tasavvuf konusunda yazılmış olan Türkçe gazelleriyle Farsça yazılmış İbtidâ-nâme mesnevisinde 76 Türkçe beyit, Rebab-nâme mesnevisinde 162 Türkçe beyit vardır. Mecdut Mansuroğlu tarafından Sultan Veled’in Türkçe Manzumeleri adıyla yayımlanmıştır (İstanbul 1958). Bu Türkçe şiirler daha önce Veled Çelebi (İzbudak) tarafından Dîvân-ı Türkî-i Sultan Veled adıyla eski harflerle bastırılmıştı (İstanbul 1341). Sultan Veled’in Türkçe şiirlerinde dili kuru olup başarılı değildir. Kendisi de Farsça daha kolay şiir yazdığını söyler. Mevlevîlik tarikatını Sultan Veled kurmuş ve 28 yıl Mevlevî tarikatının şeyhliğini yapmıştır.
Ahmed Fakih Câmiü’n-nezâir’de bulunan “Çarh-nâme Der Bî-vefâî-i Rûzgâr” başlıklı tasavvufî şiiriyle ilk kez Fuat Köprülü tarafından tanıtılmıştır. Köprülü, Fakih’in 13. yüzyılda yaşamış olduğu görüşündedir. Mevlânâ’nın babası Bahâüddin Veled’in talebesi ve Mevlânâ’nın da hocası olan Ahmed Fakih ile Çarh-nâme yazarı Ahmed Fakih karıştırılmıştır. Mevlânâ’nın hocası Ahmed Fakih’in Konya’nın batısında türbesi vardır. Türbenin kapısı üzerindeki taşta ölüm tarihi h. 618 ve 628 okunabilmektedir. Çünkü taşın tarih kısmında hafif bir kırıklık vardır. Ben de Konya’da türbeyi ziyaret ettiğimde bu durumu gördüm.
British Museum Kütüphanesinde Ahmed Fakih’in Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-Şerîfe adıyla Hicaz’a giderken ziyaret ettiği camileri anlattığı 339 beyitli bir eserini buldum. Önce Türk Dili dergisinde ve X. Türk Dili Kurultayı’nda eseri tanıttıktan sonra yayımladım (TDK yayını 1974). Bu eserin de Çarh-nâme’nin yazarı Ahmed Fakih’e ait olduğu kanaatindeyim.
-Bu duruma göre bir yazar hem din hem de tasavvuf konusunda eser verebilir mi?
Bir yazarın hem din hem tasavvuf konusunda eserler ve şiirler yazdığının örnekleri çoktur. Vezinleri aynı, dilleri birbirinden farksız, konuları tasavvuf ve din olan Çarh-nâme ile Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-Şerife’nin ikisi de Ahmed Fakih’in eseridir. Fuat Köprülü’nün Çarh-nâme yazarı Ahmed Fakih’in 13. yüzyıl şairi olduğunu herhangi bir araştırma gereğini duymadan ben de kabul etmiştim. Osman Fikri Sertkaya’nın Ahmed Fakih’in dil özelliği dolayısıyla 14. yüzyılın ikinci yarısı ya da 15. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olabileceğini ve Çarh-nâme sahibi olan Ahmed Fakih’ten başka bir Ahmed Fakih olduğunu ileri sürmesi yetersiz bir dayanaktır. Bir eserin yalnız dili, yazıldığı zamanı göstermeye yetmez. 13. yüzyılda Dehhânî’nin, 14. yüzyılın başında Yunus Emre’nin (öl. 1320) dillerinin özelliğinden ve güzelliğinden dolayı 15. yüzyıl başında yaşadıklarını söyleyebilir miyiz? Ben Çarh-nâme ile Mesâcidi’ş-Şerîfe yazarı Ahmed Fakih’in en geç 14. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olacağını söyleyebilirim.
13. yüzyıl şairlerinden Dehhânî Horasan’dan gelerek Konya’da I. Alâüddin Keykubad (veya III. Alâüddin Keykubad) zamanında yaşamıştır. Dehhânî’nin Alâüddin Keykubad’a yazdığı bir kasideyle 6 gazeli vardır. Kasidesinde memleketine dönmesi için padişahtan izin istemektedir. Alâüddin Keykubad’ın emriyle yazdığı 20 bin beyitli Farsça Şehnâme kaybolmuştur. Dehhânî usta bir şairdir. Kasidesinde ve gazellerinde dilinin güzel ve akıcı olması Farsçayı çok iyi bilmesi yüzündendir. Anadolu’da divan şiirini ilk başlatan şair Dehhânî’dir.
Şeyyad Hamza’yı da ilk kez tanıtan ve 13. yüzyılda Anadolu’da yaşamış olduğunu bildiren Fuat Köprülü’dür. Şeyyad Hamza gezgin bir şair olup aruz ve hece vezinleriyle din ve tasavvuf konusunda şiirler yazmıştır. Kızının Akşehir’de bulunan mezar taşından, Şeyyad Hamza’nın Akşehir’den veya yöresinden olduğu sanılmaktadır. Din dışı konuda iki gazel ile doğu Türkçesine yakın bir de gazel yazmıştır. Şeyyad Hamza’nın Yûsuf ve Zeliha mesnevisi Anadolu’da bu konuda yazılmış ilk eserdir. Yûsuf ve Zeliha’nın elde bulunan tek ve bozuk yazması Dehri Dilçin tarafından Türk Dil Kurumu yayını olarak bastırılmıştır (1946). 1529 beyit olan eldeki tek yazmada bulunan dil bozuklukları düzeltilemediğinden eserin dilinden yeterince yararlanılamamaktadır. Metin Akar tarafından yayımlanan bir kasidesinde veba salgınını anlatması, kasidenin sonunda tarihini de vermiş olmasından Şeyyad Hamza’nın 14. yüzyılın ilk yarısında yaşadığı kesinleşmiştir. Metin Akar bu önemli bilgiyi V. Millî Türkoloji Kongresi’ndeki (1983) bildirisiyle duyurmuştur.
13. yüzyılın ikinci yarısı ile 14. yüzyılın başlarında yaşamış olan Yunus Emre (1240-1320) yalnız Eski Anadolu Türkçesi döneminin değil Anadolu’da gelişen Türk dili ve edebiyatının en büyük ilk şairidir. Yunus Emre, dehasıyla Oğuzcanın yaşadığı dönemde mükemmel edebî bir dil olduğunu şiirleriyle göstermiştir. 13. yüzyılda Anadolu’yu kaplamış olan tasavvuf düşüncesini en rahat bir söyleyişle şiirlerinde anlatmıştır. Yunus Emre’nin içtenlikle söylediği şiirleri sekiz yüzyıl boyunca canlılığını yitirmemiş, her devirde halkın en çok severek okuduğu tek şairimiz olmuştur. İlahi aşkın yüceliğini, Tanrı aşkının gerçek aşk olduğunu içten duymuş, gece ve gündüz (dün ü gün) hep bu heyecanın coşkusuyla yaşamıştır. Bazı yazarların hümanist (insanlık yanlısı) bir şair olduğunu vurguladıkları Yunus Emre insan sevgisinde ruhunun bütün inceliklerini doruğa çıkarmıştır. Tasavvuf ona yetmiş iki millete bir gözle bakılmasını öğretmiştir.
Yunus Emre’nin en çok okunan şiirleri hece vezniyle millî nazım birimimiz olan dörtlük biçiminde söylenmiş olanlardır. Bunlar yazma Yunus Emre divanlarında divan şairlerinin şiirleri gibi beyitler hâlinde yazılmıştır. Onun aruz vezniyle yazdığı şiirleriyle Risâletü’n-Nushiyye adındaki tasavvuf ve ahlak konulu mesnevisi de ustaca yazılmış şiirlerdir. Yunus Emre’nin dili arı bir Türkçe değildir. Arapça ve Farsça kelimelerin de kullanıldığı herkesin anlayabileceği sade bir Türkçedir. Yunus Emre’nin etkisiyle 14. yüzyılda şiirler yazan Said Emre ile tasavvuf konusunda manzum ve mensur eserler yazmış olan Kaygusuz Abdal tasavvufi halk edebiyatını başka bir deyişle tekke edebiyatını başlatmışlardır.
14. yüzyıldan 15. yüzyılın ortasında 1453 İstanbul’un alınmasına kadar süren Beylikler Döneminin Türk dilinin gelişmesine büyük katkısı olmuştur. Anadolu Selçuklu Devleti Döneminde Anadolu’nun uç sınırlarına çoğu Türkmen aşireti olan beyler yerleştirilmişti. Selçuklu Devleti 1343’te Moğollara Kösedağ Savaşı’nda yenilmiş, 1346’da Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in de ölümüyle büsbütün zayıflayarak Moğolların egemenliği altına girmiştir. Selçukluların gücünü yitirmesini ve Moğolların bütün Anadolu’yu ele geçirmemiş olmasını fırsat bilen uç beylerinin özgürlüklerini elde etmesiyle büyüklü küçüklü yirmi kadar beylik ortaya çıkmıştı. Beyliklerin başında bulunan beylerin yeterli kültürleri bulunmadığından, Arapçayı ve Farsçayı da bilmediklerinden bilginleri, yazarları ve şairleri korumuşlar, kendilerinin ve halkın yararlanması için onlardan din, ahlak, tarih, tıp gibi konularda eserler yazmalarını, tanınmış Arapça ve Farsça eserlerinden de Türkçeye çeviriler yapmalarını istemişlerdir. Bundan dolayı yazarların ve şairlerin sayıları arttığı gibi telif ve tercüme pek çok eser yazılmıştır. Din ve tasavvuf konusunda yazılan eserlerden başka din dışı konularda da eserler, şiirler yazılmış, şairler divanlar düzenlemişlerdir. 14. yüzyılda yazılmış bütün eserlerde 13. yüzyılda olduğu gibi Arapça, Farsça kelimeler ve tamlamalar bulunmakla birlikte Türkçe kelimeler ağırlıkta olup dil çok sadedir.
Beyliklerde beyler birbirleriyle yarışırcasına bilginleri, yazarları, sanatçıları koruduklarından beyliklerin bazılarında daha çok eser ortaya konmuştur. Aydınoğulları bölgesinde Hacı Paşa adıyla ünlü Celâlüddin Hızır (1325-1425) tıpta Arapça olarak çok önemli eserler yazmıştır. Aydınoğlu Mehmed Bey adına 1381’de Arapça olarak yazdığı Şifâu’l-eskam ve devâu’l-âlâm adlı önemli eserinden dolayı Hacı Paşaya Anadolu’nun İbn-i Sînâ’sı denilmişti. Mehmed Bey adına Kısasu’l-Enbiya ile Tezkiretü’l-Evliyâ adında iki eser de Arapçadan çevrilmiş olup kimin çevirdiği bilinmemektedir. Mehmed Beyin oğlu İsa Beyin isteği üzerine Hacı Paşa, tıptaki bilgisini Teshîlü’ş-şîfâ adlı eseriyle özetleyerek onun yararlanmasını sağlamıştır. Kütüphanelerde kısaca Teshîl adıyla kayıtlı olan bu eser halk tarafından da çok okunmuştur. Fahrî adındaki şair İsa Beyin isteği üzerine Nizâmî’nin Farsça Hüsrev ü Şîrin mesnevîsini Türkçeye çevirmiştir (Barabara Flemming, 1974, Wiesbaden). Mehmed Beyin oğlu Aydınoğlu Umur Bey adına Kul Mes’ud aslı Sanskritçe olan ahlaki hayvan hikâyeleri Kelile ve Dimne’yi Farsçadan Türkçeye çevirmiştir.
Germiyan Beyliğinde Şeyhoğlu Sadrüddin Merzuban-name ile Kabus-name’yi Germiyanoğlu Süleyman Şah adına Farsçadan çevirmiştir. Merzuban-name aslı Hintçe olan öğretici hayvan hikâyeleridir. Sadrüddin’in Farsçadan yaptığı bu çeviri Zeynep Korkmaz tarafından yayımlanmıştır (1973). Kabus- name de Farsça bir nasihatname olup öğretici bir eserdir. II. Murad’ın emriyle Mercimek Ahmed’in sade bir dille yaptığı Kabus-name çevirisi bastırılmıştır. (O. Ş. Gökyay, İstanbul, 1944) Şeyhoğlu Mustafa’da 1387’de yazdığı 7640 kayıtlı büyük mesnevîsi Hurşid-nâme’yi de Germiyan Beyi Süleyman Şah adına yazmıştı. Candaroğullarından İsfendiyar Beyin adına Cevâhirü’l-esdâf adıyla Kur’an çevirisi yapılmıştır.
Beylikler zamanında hayvan bakımı ile ilgili olarak Baytar-nâme çevirisi avcılıkla ilgili Bâz-nâme, kıymetli taşlar hakkında Cevâhir-nâme, rüyaları açıklayan Tabir-nâme gibi pratik hayatta yararlı olan eserler de yazılmıştır. Beyliklerin başındaki beyler yazarları, şairleri, sanatkârları koruyarak beyliklerini kültür ve sanat yönünden değerli ve güzel eserlerle zenginleştirmişlerdir. Camiler, medreseler, hanlar, hamamlar gibi yapılarda mimarlar kendilerine özgü değerli buluşlar göstermişlerdir. Taş ve tahta işçiliğinde insanı hayrette bırakan incelikte ve güzellikte sanat eserleri yaratılmıştı.
Yukarıda Beylikler Döneminde yazılmış olan eserlerden çok kısa olarak söz edebildim. Bu dönemde yazılmış olan bütün eserler hakkında benim Türk Ansiklopedisi’ne yazdığım Eski Türk Edebiyatı maddesinde daha geniş bilgi bulunmaktadır (cilt XXXII, 1982, s. 80-134) 14. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Gülşehrî ile Âşık Paşa iki büyük mutasavvıf şairdir. Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr ve Âşık Paşanın Garib-nâme adlı mesnevileri halka tasavvufu öğretmek için yazılmış iki önemli eserdir. Adı Süleyman olan Gülşehrî Ahi Evren’in dervişidir. Gülşehrî Kırşehir (Gülşehir)’de kurduğu tekkesinde tasavvufu özellikler de Mevlevîliği yaymıştır. Gülşehrî Mantıku’t-tayr adlı eserini 1317’de bitirir. Eser İranlı tanınmış mutasavvıf şair Feridüddin Attâr’ın Mantıku’t-tayr adlı eserinden yapılmış bir çeviridir. Ancak Attâr’ın eserinin tam bir çevirisi değildir. Attâr’ın eserine bazı yerlere Mevlâna’nın Mesnevî’sinden, Kelile ve Dimne’den, Kabus-name’den alınmış olan metne uygun hikâyeler konularak yapılmış bir çeviridir. Böylece Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ı telif bir eser hâlini almıştır. Gülşehrî Mantıku’t-tayr’ın içinde Kudûrî (972-1037) den fıkıhla ilgili manzum bir çeviri yaptığını yazmışsa da eser elde yoktur. Gülşehrî bir gazelinde kasideler, gazeller yazdığını söyler. Ancak elimizde yalnız yedi gazeli vardır. (A. Sırrı Levend, Mantıku’t-tayr, TDK yayını, tıpkı basım, s. 30-31) Gülşehrî’nin tasavvuf konusunda Farsça olarak yazıdğı Felek-nâme (Sadettin Kocatürk, Ankara 1982) ile Kerâmât-ı Ahi Evren (Franz Taeschner, Wiesbaden 1955) yayımlanmıştır. Bu son eserin Gülşehrî’nin olduğu şüphelidir. Gülşehrî’nin bir şair olduğu Mantıku’t-tayr’ı ile gazellerinden anlaşılmaktadır. Gülşehrî’nin dili sade, üslubu akıcıdır. Şiirlerinde şairliği ile övünmüş olduğundan çağdaşı şair Ahmedî tarafından eleştirilmiştir.
Âşık Paşa da Gülşehrî gibi 14. yüzyılın önemli bir kültür merkezi olan Kırşehir’dendir. Âşık Paşa’nın dedesi Baba İlyas Anadolu’ya Horasan’dan gelmiştir. Babası Muhlis Paşa Anadolu’da doğmuştur. Kırşehir’de doğan Âşık Paşa iyi bir öğrenim görmüş, Arapçayı, Farsçayı ve İslami ilimleri öğrenmiştir. Oğlu Elvan Çelebi Menâkıbu’l-Kudsiye’sinde yazdığına göre Âşık Paşa dünya işleri ile uğraşmayıp kendisini yalnız tasavvufa vermiş bir mutasavvıftır. 10 bin beytin üzerinde olan Garib-nâme eserini halka tasavvufu öğretmek için yazmıştır. Mevlâna’nın Mesnevi ile halka tasavvufu öğretmek ve yaymak isteğini Âşık Paşa Türk diliyle yazarak yerine getirmiştir. Âşık Paşa’nın 1330’da bitirdiği Garib-nâme’de Türk diline kimsenin önem vermemesi ve Türklerin hiç beğenilmemesi yüzünden millî duygularını yaralamıştır. Garib-nâme’de dile getirdiği yakınmaları arasındaki ”Türk diline kimesne bakmazıdı Türklere hergiz gönül akmazıdı” beytiyle Türk’e ve Türkçeye önem verilmesini istemiştir. Âşık Paşa’nın bu ünlü beyti dilini seven her Türk için geniş anlamlı özlü bir söz, bir uyarıdır. Türk Dil Kurumu Garib-nâme’nin güzel bir yazma nüshasının metnini tıpkıbasım olarak 4 cilt hâlinde yayımlamıştır (İstanbul 2000). Eser Kemal Yavuz tarafından baskıya hazırlanmıştır.
Eski Anadolu Türkçesinde dinî-destani konuda yazılmış mesneviler de vardır. Peygamber’in mucizelerinin anlatıldığı Kesikbaş Destanı, Güvercin Destanı, Ejderha Destanı, Geyik Destanı gibi. Bunların yazarları belli değildir. Destanın bir yazmasının (altında bulunan ad ile) değişik nüshalarında farklı adlar bulunduğundan yazar ile destanı anlatan karıştırılmıştır. Bu yüzden destanı yazanın hangisi olduğunun tespit etmek güçtür. Dinî-destani konularda yazılmış başka mesneviler de vardır. Tursun Fakı’nın Kıssa-i Mukaffa adıyla Peygamber’in Mukaffa adındaki putla savaşı, Maazoğlu Hasan’ın Selâsil Kal’ası, Cenâdil Kal’ası savaşları, Meddah Şâzî’nin Maktel-i Hüseyin’i gibi konularda yazılmış bu dinî-destanî hikâyeler halk meclislerinde kıssa-hân denilen hikâye okuyucular tarafından anlatılmıştır. Dinî-destani mensur destanlardan Hamzavî’nin Hamza-nâme’si, Ebû Müslim Destanı, Battal-nâme, Dânişmend-nâme, Dede Korkut Destanı da halk meclislerinde okunan ve ilgiyle dinlenen hikâyelerdir.
14. yüzyılda şair ve yazar sayısının arttığını din ve tasavvuf dışı şiirler ve eserler yazıldığını ve divanlar düzenlendiğini söylemiştim. Kadı Burhanüddin’in Divanı’nın British Museum’da bulunan tek yazma nüshasının Türk Dil Kurumu tarafından tıpkıbasımı yapılmıştır (1944). Muharrem Ergin tıpkıbasım hâlindeki Kadı Burhaneddin Divanı’nı yeni harflerle yayımlamıştır (1980). Ahmedî Divanı basılmamıştı. Tunca Kortantamer’in doktora tezi olan Ahmedî Divanı üzerindeki incelemesi Almanya’da bastırılmıştır (Fribourg, 1973). Şeyhî Divanı’nın en eski yazmasının tıpkıbasımı Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanmıştır (1946). Divanın içinde bulunan Har-nâme 126 beyitli küçük bir mesnevi olup sosyal hiciv konusunda yazılmıştır. Har-nâme Divan şiirinde zarif ve ince hiciv örneği olarak çok tanınmış bir mesnevîdir. Ali Nihat Tarlan’ın Şeyhî Divanı’nı Tetkik (1964) adlı önemli eserinden başka Mustafa İsen-Cemal Kurnaz Şeyhî Divanı’nı yeni harflerle bastırmıştır (Akçağ yayını, Ankara 1990).
Ahmed-i Dâî Türkçe ve Farsça olmak üzere iki divan düzenlemiştir. Türkçe Divanı’nı Mehmet Özmen yayımlamıştır (Konya, 1949). Ahmed-i Dâî’nin hayatı ve eserleri üzerinde İsmail Hikmet Ertaylan değerli bir monografi yayımlamıştır (İstanbul 1952). Fatih’in babası II. Murad’a Şehzadeliğinde hocalık yapmış olan Ahmed-i Dâî’nin eserleri hakkında Ertaylan ‘ın kitabında verilen eserler içerisinde ona ait olmayanlar da vardır. Bununla birlikte Ahmed-i Dâî kesin olarak 13 değerli eser yazmıştır. Şehzade Murad’ın yararlanması için yazdığı ‘Teressül mektup yazma kurallarını öğreten bir inşa kitabı olup medreselerde de okutulduğundan kütüphanelerde yazma nüshaları çoktur.
14. yüzyılda Eski Anadolu Türkçesiyle yazılmış belli başlı mesneviler Ahmedî’nin tıp konusunda yazılmış Tervîhü’l-ervâh’ı 10 bin beyit dolayında büyük bir mesnevi olup basılmamıştır. Ahmedî’nin tanınmış bir mesnevî olan 8754 beyitli İskender-name’si bastırılmıştır (İsmail Ünver 1983). Şeyhî’nin 6944 beyit olan Hüsrev ü Şîrin’i Faruk Timurtaş tarafından bastırılmıştır (İstanbul, 1963). Daha sonraki yüzyıllarda bu konuda yazılmış olan mesnevilerin de en güzeli olduğu görüşü yaygındır. Şeyhî’nin Divan’ı içinde bulunan 126 beyitli sosyal mesnevîsinden daha önce söz etmiştim. Ahmed-i Dâî’nin Çeng-nâme adındaki tasavvufi-temsilî eseri orijinal konusuyla dikkat çekici bir mesnevidir (Gönül Alpay Tekin, Cambridge, 1975).
Eski Anadolu Türkçesiyle yazılmış olup konularının ağırlığı din ve tasavvuf dışı olan romantik aşk hikâyeleri vardır. Bunların çoğu bastırılmıştır. Yayımlanmamış olanlar daha azdır. Bunlar Yûsuf ile Züleyhâ, Ferhâd ile Şîrin veya Hüsrev ü Şîrin vb. adlarla yazılmış olan mesnevilerdir. Bunlar İran edebiyatında daha önce yazılmış olan mesnevilerin çevirileridir. Şairlerimiz İran şairlerinin yazdıkları mesnevileri çevirirken çok kez yalnız konuyu alarak olaylarda değişiklikler yapmışlar, bazı olayları eklemişler veya çıkarmışlardır. Mesnevideki kahramanların adlarını da ya aynen almışlar veya değiştirmişlerdir. Şairlerimiz yaptıkları bu değişikliklerle kendi şairlik güçlerini gösterebilmek için edebî bir yarış yapmak gereğini duymuşlardır. Yazarların bir konuyu birkaç kez yazmalarının İslami edebiyatta ve Batı edebiyatlarında örneği çoktur. Hatta hem İran şairleri hem divan şairleri aynı konuyu birkaç kez yazmışlardır. Önemli olan konunun işlenişi ve ortaya konan eserin sanat değeridir.
Eski Anadolu Türkçesiyle Kur’an’daki Yûsuf Suresi’den ilham alınarak romantik mesneviler yazılmıştır: Bunlardan Şeyyad Hamza’nın Yûsuf ve Zelihâ mesnevisini Dehri Dilçin’in yayımladığını söylemiştim (TDK yayını İstanbul 1946). Sulı Fakih’in Yûsuf ve Zeliha’sı yayımlanmamış olup üç bin beyitten fazladır. Erzurumlu Darîr’in Kıssa-i Yûsuf da denilen Yûsuf ü Züleyhâ mesnevisi Leylâ Karahan tarafından bastırılmıştır (TDK yayını, 1994).
Nizâmî aslında Türk olan büyük bir şairdir. Farsça ile yazdığı beş mesnevisi (Penc Genc) bizim şairlerimizi çok etkilemiştir. Eski Anadolu döneminde Nizâmî’nin mesnevileri az çok değiştirilerek Türkçeye çevrilmiştir. Bunlardan Şeyhoğlu Mustafa’nın 1387 de yazdığı 1740 beyitli Hurşid-nâme’sini Hüseyin Ayan Atatürk Üniversitesi yayını olarak bastırmıştır (1979). Ahmedî’nin 1403’te yazdığı 4799 beyit olan Cemşîd u Hurşîd mesnevisini Mehmet Akalın Atatürk Üniversitesi yayınları arasında bastırmıştır (Ankara, 1975).
Yine Nizâmî’nin Eski Anadolu Türkçesiyle yapılan çevirilerinden Fahrî’nin 1367’de yazdığı Hüsrev ü Şîrin’i Barbara Flemming tarafından yayımlanmıştır (Wiesbaden 1975). Şeyhî’nin II. Murad adına çevirdiği Hüsrev ü Şîrin mesnevîsi Faruk Timurtaş tarafından bastırılmıştır (İstanbul 1990).
Eski Anadolu Türkçesiyle yazılmış Süheyl ü Nev-bahâr ile Işk-nâme mesnevilerinin Farsça hangi eserlerden çevrilmiş olduğu belli değildir. 1354’te yazılmış olan 5703 beyitli Süheyl ü Nev-bahâr Hoca Mes’ud tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Cem Dilçin’in doktora tezi olarak hazırladığı eseri Atatürk Kültür Merkezi bastırmıştır (Ankara 1991).
Mehmed’in Işk-nâme’si Ferrûh ile Hümâ arasındaki aşkın hikâyesidir. Farsça aslından Doğu Türkçesine nesirle çevrilmiş bu hikâyeyi Mehmed manzum olarak yazmıştır. 8000 beyitten fazla olan hikâye 1398’de bitirilmiştir. Bibliothèque Nationale’de tek yazması bulunan bu romantik mesnevîyi Sedit Yüksel yayımlamıştır (İstanbul, 1965).
Yukarıda özetle anlatmaya çalıştığım Eski Anadolu Türkçesi Döneminde bilginlerin, şairlerin, sanatkârların eserleriyle Türk dilinin, Türk kültürünü ve medeniyetini geniş ölçüde yansıtmış olduğu açıkça görülmektedir.
-14. yüzyıldaki bu edebî miras Osmanlı Devleti Döneminde şair ve yazarları nasıl etkilemiştir?
Fatih Sultan Mehmed 1453’te Doğu Roma İmparatorluğu’nun merkezini fethederek Osmanlı Devleti’ne başkent yapınca en büyük arzusu öncelikle İstanbul’u doğunun en büyük kültür merkezi yapmak olmuştur. Bunun için İran’dan, Arabistan’dan gelen şairlere ve sanatçılara çok ilgi göstermiştir. Padişahın bu ilgisi İstanbul şairlerinin yakınmalarına neden olmuştur. İyi bir şair ve usta bir hattat olan Priştinalı Mesihî şöyle yakınır:
Mesihî gökten insen sana yer yok Yürü var gel Arabdan ya Acemden Fatih’in amacı Araptan ve Acemden gelen şair ve sanatçıların Türk şair ve sanatçılarını yetiştirmesidir. Ne var ki bu durum Türk şairlerinin Arapça ve Farsçaya daha çok yönelmelerine neden olmuştur. Bu duruma tepki olarak 15. yüzyılda Aydınlı Visâlî, 16. yüzyılda Edirneli Nazmi, Tatavlalı Mahremî Arapça Farsça kelime kullanmadan şiirler yazarak “Türkî-i basît” denen bir yol açmak istemişlerse de özellikle o dönemde şairler için çok zor olan bu tarz tutunmamıştır. Bu yüzden edebiyat tarihimizde Klasik Devir denen 16 ve 17. yüzyıllarda divan şiirinde Türkçe daha çok kaside alanında Arapçanın ve Farsçanın gerisinde kalmıştır.16. yüzyılda özellikle de 17. yüzyıldan itibaren mesnevilerde yerli renklere önem verilmesinin gittikçe artması Türkçenin daha çok kullanılmasına yardım etmiştir. Türk dili sağlam gramer yapısıyla kaside ve özellikle de gazelde ahenkli ve güzel sesini her yüzyılda daha çok duyurmuştur. Böylece Osmanlı Türkçesi şiir alanında doruğa yükselmiştir. Ancak Osmanlı Türkçesinin Türk kültürünü ve medeniyetini yeterince yansıtmış olduğu söylenemez.
-Bir Türkolog olarak Eski Anadolu Türkçesini ele alırsak, söz gelimi 12. ve 14. yüzyıl Anadolu Türkçesi ile Orta Asya Türkçesi ne kadar benzeşmektedir?
12. ve 14. yüzyıl Anadolu Türkçesi ile aynı yüzyılda Orta Asya’daki Türkçesi kökleri bir olan iki lehçedir. Coğrafi ve tarihî sebeplerle aralarında farklılıklar meydana gelmiştir. Bu yüzden kelimelerdeki fonetik ayrılıklar yanında kelime yapımında (morfoloji) kelimelerin önüne ve sonuna getirilen eklerde değişiklikler olmuştur. Ayrıca yakın komşularından giren yabancı kelimelerle söz hazineleri değişmiştir. Doğu Türkçesi benim çalışma alanım değildir. Bu konuda örneklerle karşılaştırmalar yapılarak her iki lehçe arasındaki ayrılıkların birer birer gösterilmesi gerekir.
-Türk medeniyetinin nasıl bir geleceğe uzandığını Türk dilinden yola çıkarak nasıl açıklayabiliriz?
İlimde ve teknikte ilerlemiş ülkelerin çalışma yöntemlerinden, ilim ve teknik alanlardaki üstünlüklerinden yararlanabilmek için Türkçenin ilim dili olarak geliştirilmesi üzerinde önemle durmamız gerekmektedir. Ancak bu sayede medeniyette ilerleyebiliriz. Türkiye’de eğitim ve öğretimin bazı meslek okulları ve üniversitelerde yabancı dilde yapılmasının Türkçenin bilim dili olarak gelişmesini önleyeceği kanısındayım. Medeniyette ilerleyememenin en büyük sebebi budur. Bilimde kullanılan yabancı terimlere Türkçe karşılıkların bulunması Türk dilinin bilim dili olarak gelişmesinin tek yoludur. Ancak pek çok ulusun ortak olarak kullandığı yabancı sözcüklerden televizyon, radyo sinema gibi yaygın olanları biz de kullanıyoruz. Yalnız bunlarla ilgili terimlere Türkçe karşılıklar bulmalıyız. Devlet dairelerinde, hastanelerde yabancı bir çok kelime ve terim maalesef yerleşmiş durumda. Medya, spor ve moda yoluyla giren yabancı kelimeler bir bilgiçlik gösterisi olarak kullanılıyor. Mağazalar, dükkânlar, çiçekçiler vb. tabelalarında yabancı kelime yazarak müşteri çekmeye çalışıyor. Onlar için para millî duygudan önce geliyor. Bütün bunlar dil bilincimizin yetersiz olmasından ileri geliyor. Bu bilinci ancak eğitimle güçlendirebiliriz. İlkokulda ve ortaöğretimde Türk diline ve kültürüne ağırlık verilip okutulması yararlı olacaktır. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Türk dili bilimsel bir dil olarak gelişmedikçe Türk medeniyeti çağdaş bir düzeye erişemeyecektir.
-Bir Türkolog olarak tarihten günümüze Türkiye Türkçesi açısından düşünecek olursak bir dil felsefesinden söz edilebilir mi?
Türkler Orta Asya’da tarih sahnesinde göründükleri çok eski dönemlerden beri dillerini yitirmeyerek varlıklarını ve kimliklerini koruyabilmişlerdir. Türk insanı yaratılışında bulunan yöneticilik karakteriyle her dönemde Türk boylarını bir araya getirerek bir devlet kurmuştur. Çeşitli nedenlerle yıkılan bir Türk devleti yok olmayıp arkasından yeni bir devlet kurulmuştur. Kurulan her devletin adaleti ve çalışkanlığı, Türkün yaratılışındaki doğruyu, yeniliği ve güzelliği sevme eğilimi ve yardımlaşma duygusu ile kurulan her yeni devlet, döneminin en güçlü devleti olmuştur. Böylece Türklerin yok olmamaları dillerini korumaları sayesinde mümkün olmuştur. Bu durum Türk dilinin bir felsefesidir.
Atatürk’ün Afet İnan’ın Medenî Bilgiler kitabına (Ank. 1969) kendi el yazısıyla yazdıkları düşünceleri de Türk dilinin felsefesidir: “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkı Türk milletidir. Türk milleti demek Türk dili demektir. Türk dili Türk milleti için en kutsal bir hazinedir, çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felâketler içinde ahlakını, ananelerini, hatıralarını, menfaatlerini, kısacası bugün kendi milletini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu gösteriyor. Türk dili Türk milletinin, kalbidir, zihnidir.”
-Genç bilim adamlarına Türkoloji alanının özellikleriyle ilgili olarak ne gibi bilgi donanımlarını önerirsiniz? Türkologlar hangi tür yan bilgi alanları ve dallarıyla yüklü olmalıdırlar?
Türkoloji alanında çalışan gençlere önerilerim şunlar olacaktır:
1. Gençlerin Türkolojide seçtikleri uzmanlık alanının başından başlayarak yazılmış olan bütün metinlerini okumalarını ve anlamlarını da bilmeleri;
2. Uzmanlık alanına yakın ilgisi olan Arapça, Farsça, Çince, Sanskritçe, Moğolca vb. yardımcı dillerden en az birini iyi bilmeleri;
3. Batı dilerinden, çalışma alanı için yararlı olacak dillerden yine birini iyi derecede bilmeleri; Türkolojide birkaç dil bilmenin büyük yararı vardır. Gençlerin bir tek yabancı dil bilmekle yetinmemeleri;
4. Çalışma alanındaki yayımlanmamış metinleri tespit ederek en az bir tanesini yayımlamaları; böylece metin yayımında deneyimleri olacaktır.
5. Bütün bunların yanında elbette ki, Türkoloji alanında çalışan gençlerin Türk tarihini çok iyi bilmeleri başlıca önerimdir.
-Eski Anadolu Türkçesiyle günümüz Türkçesi arasındaki ses değişiklikleriyle, gramer ve anlam açısından farklılıklar nelerdir?
Eski Anadolu Türkçesindeki kelimelerin çoğu günümüzde halk ağızlarında yaşamaktadır. Ancak her ikisi arasında fonetik, kelime yapımı ve kelimelere getirilen eklerde değişiklikler olmuştur. Bütün değişikliklerin metotlu bir biçimde karşılaştırılarak ve transkripsiyon işaretleri de konularak gösterilmesi gereklidir. Ben burada söz gelimi aklıma gelen Eski Anadolu Türkçesindeki birkaç kelimenin karşılığını söyleyeyim: degül: değil, yanut: yanıt, eyü: iyi, karındaş: kardaş, gelür: gelir, alup: alıp, idüpdür: itmiştir, ol geliser: o gelecek, men gelürem: ben gelirim ya da gelirin, men alurven: ben alırım alırın, anuñ gözi: onuñ gözü, odanıñ öñi: odanın önü, binüm sözü: benim sözüm vb. Karşılıklı olarak verdiğim bu kelimelerde Türk dilinin büyük ahenk kanunu olan kalın seslerle kalın sesli, ince seslerle ince sesli harf uyumunun değişmediği görülmektedir. Ancak Eski Anadolu Türkçesinde kelime ve eklerdeki ünlü seslerde çok kez bir yuvarlaklaşma olmaktadır. Bu yuvarlaklaşma bugünkü ağızlarda düzleşmiştir. Bütün halkın konuşmasında da düz sesli ünlü ile düz, yuvarlak sesli ünlü ile yuvarlak ünlü gelmektedir. Yalnız şimdiki zaman eki olan -yorur ile -yor eki Eski Anadolu Türkçesinde, halk ağızlarında ve bütün halkın konuşmasında ve edebî yazı dilinde düz ünlü sesle düz, yuvarlak ünlü sesle yuvarlak uyumunun dışındadır: Eski Anadolu Türkçesinde “geliyorur”, bugünkü Türkçede “geliyor”dur.
Eski Anadolu Türkçesinde bulunan kelimeler yerinde bugünkü ağızlarda Arapça, Farsça karşılıkları kullanılan ya da büsbütün unutulmuş olan kelimeler ve deyimler vardır. Unutulmuş olan kelime ve deyimlerin hepsinin tespit edilmesiyle Türk dilinin zenginliğine önemli bir katkı yapılmış olacaktır.
Halk ağızlarında bugün unutulmuş olan kelimelere örnek olarak: assı: fayda, issi: sahip, sin: mezar, iltürmek: iletmek, eslemek: dinlemek, köymek (göymek): yakmak, köynük (göynük): yanmış ilk aklıma gelen kelimelerdir.
Eski Anadolu Türkçesiyle bugünkü halk ağızları arasındaki bütün değişikliklerin gösterilmesi geniş bir inceleme konusudur. Bu konuda bilimsel, doyurucu çalışmaların artırılması Türk dilinin ve kültürünün daha etraflı tanınmasına yardım edecektir.
Bölgeler arası ağızlarda bulunan değişiklikler bugün ilköğretim ve ortaöğretim ders ve kitaplarında “İstanbul ağzı” edebî konuşma ve yazı dili uygulamalarıyla düzeltilmektedir. Ancak ağızlar bazı eserlerde belli bir amaçla kullanılabilir.
-Burada sözünü ettiğiniz “belli amacın” ne olduğunu açıklar mısınız?
Belli amaçtan maksadım bazı yazarların hikâye ve romanlarında köylerde, kırda ve yaylalarda yaşanan hayatı ve doğanın güzelliklerini kendi şiveleriyle betimleyerek tanıtmaktan hoşlanmalarıdır.
-Türkiye Türkçesinde yaşanan değişiklikleri belirlemek için bir dil laboratuvarına gereksinim var mıdır? Bu konuda neler söylersiniz?
Türk Dil Kurumunun Ağız Araştırmaları Kolundaki çalışmaların son teknik olanaklardan yararlanabilmesi için bir dil laboratuvarının kurulması düşüncesindeyim. Çünkü sözlü kayıtları ses değişimi açısından değerlendirecek olan laboratuvarın Türk Dil Kurumunda bulunması gereklidir. Ancak sözlü kayıtların ve ses bantlarının yazıya geçirilmesinin uzman kişiler tarafından yapılmasını uygun bulmaktayım.
-Genel Dil Bilimi ile Türk dili tamamen birbirlerinden ayrı iki bilim dalıdır. Her iki bilim dalının birbirleriyle ilgisi nedir? Bu konuda neler söylersiniz?
Dil Bilimi Kolunun çalışma konularının açıkça belli olması ve dil biliminin Türk dili ile olan ilişkisinin birbirinden ayrılan ve ortak olan yönlerinin belirtilmesini çok yararlı buluyorum. Ancak bu soru benim çalışma alanım dışında olan bir konudur.
-Bugün Türk dilinde karşılaşılan sorunlar nelerdir? Toplumda bir dil bilincinin oluşturulması için neler yapılabilir?
Bugün Türk dilinde karşılaşılan en önemli sorun yabancı sözcüklerin özellikle İngilizcenin Türk dilini istila etmesidir. Bu durum ile Türk Dil Kurumu çok yakından ilgilenmektedir. Bu konuda duyarlı olan belediyeler, öğrenciler ödüllendirilmekte, seminerler, açık oturumlar ve yayınlar yapılmaktadır. Ancak Kurumun bu saldırıyı durduracak bir yaptırım gücü yoktur. Öncelikle her aydın insanın ana dili olan Türkçe konusunda çok dikkatli olması gereklidir. Ne yazık ki bu konuda yeterli bilincimizin bulunmadığını yukarıda söyledim. Benim öteden beri düşündüğüm ve söylediğim resmî bir önlemdir. Yüce Atatürk bu konuda bütün devlet kurumlarının dikkatli ve ilgili olmalarını istemişlerdir: “Türk dilinin kendi benliğine, güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet kurumlarımızın dikkatli, ilgili olmasını dileriz.” (S. D. I, 332) Bunun için parlamentodan çıkartılacak bir kanunla bütün resmî ve özel bütün kurumlar Türk dilini korumaya zorunlu tutulmalıdır.
-Zamanınızı bize ayırdığınız, anılarınızı ve bilgi birikiminizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.