öğretmen, yazar
1951 yılında Adapazarı’nda doğdu. Kurtuluş İlkokulu (1962), Adapazarı Ortaokulu (1965), Adapazarı Lisesi (1968) ve Atatürk Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü’nü (1976) bitirdi. Ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Edebiyatı Bölümü’nden (1992) mezun oldu. Öğretmenlik ve yazarlıkla geçinmektedir. İlk yayınlanan ürünü Göz Açıpta Gördüğüm (öykü, Sanat Olayı Dergisi, 1985)´dür. Yazdığı dergiler: Sanat Olayı, Bakış, Kadınca, Bursa´da Olay, Irmak. Romancı Tarık Buğra’nın eşidir.
ESERLERİ:
Umursanmayan Kadınlar (Öykü,1989)
Umursanmayan Kadınlar, adından da anlaşılacağı gibi, kadınları konu alan öykülerden oluşuyor. Kırsal kesimde ya da kentte Umursanmayan Kadınlar’ın topluma, toplumun da onlara bakışı yirmi öyküde ele alınıyor. Günümüzde kadın; en canlı, en sıcak tartışma konularından biri. Çalışan, üreten, seven, paylaşan, ya da yaşamı olduğu gibi kabul eden bir varlık olarak sürekli gündemde. Hatice Bilen de eğitim ve yaşam düzeyleri farklı her kesimden birçok kadının öyküsünü yazdı.
Ayın Uysal Işığı, (Öykü, 1991)
Hatice Bilen’in bu hikâyeleri her kesimden kadınlarımızın meselelerini başarıyla anlatıyor.
Aynadaki Boşluk (Roman, 1995)
Bir kasaba çevresindeki insanların aile ilişkilerini, iç dünyalarındaki çarpıklıklarını güzel türkçesi ve akıcı üslubuyla el almakta.
Tarık Buğra’dan Notlar (Günlük,1996)
Güneş Rengi Bir Yığın Yaprak (Tarık Buğra’nın Roman çalışması,1996)
Cumhuriyet Döneminde Resim Edebiyat İlişkisi (İnceleme, 2000)
1914’lerden 1940’lara Türk Resim ve Romanında Gerçekçilik (2007)
OKUMA PARÇASI
“Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun” / Hatice Bilen Buğra
“Masa yuvarlaktı; hem karşı karşıyaydılar, hem de yan yana. Tırnağıyla örtünün üstüne şekiller çizen kadın, erkeğin yüzüne baka baka düşünüyordu; Neden yüreğim kupkuru, ıssız; neden aramızda korkunç uzaklık! Dalgın görünüşlü adam, kendi içinde gezintiye çıkmış doygun birisini andırıyordu. Çevresine hissettirmeyen bir kendi üstüne kapanış halindeydi. Ona nasıl ulaşacağını, kendisini bir kader gibi kuşatan yalnızlığı nasıl alt edeceğini bilmiyordu kadı. Her şey birbirine dolaşık; her şey karmakarışıktı içinde. Geçmiş günlerin aynasında hiçbir mutlu yansıma, hiçbir parıltı kalmamış, bütün güzellikler silinip gitmişti sanki! Düş kırıklığına uğramış birisinin burukluğu içinde, avare bir can sıkıntısı ufkunu köreltmiş gibiydi. Kalbinin en derin, en ulaşılmaz noktası bile karanlıktı; soğuk, çürümeye yüz tutmuş; ama, birden, bir ışık düştü içine: Önce lokantayı dolduran sesleri bastıran bir müzik, ardından, bir kadının; “Ah bu şarkıların gözü kör olsun” diyen buğulu sesi duyuldu. Sonra da, Kadıköy´deki eski iskelenin önünde, lacivert ceketli, külrengi etekli bir genç kız kadınla yer değiştirdi. Turnikeden ürkek, telaşlı geçti; bekleme salonunun kalın sütunlarından birine dayanmış kendisine gülümseyen erkeğe doğru süzüldü. Adamın elâ gözleri menevişlendi. (…)”
(“Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun”, Hatice Bilen Buğra, Irmak Dergisi, S.1, y.1, Ocak-2001, s.10)
SÖYLEŞİ
‘Kimsenin umurunda olmayan kadınları yazıyorum’
ZEHRA ONAT -[RÖPORTAJ]
Zaman 18 Hazıran 2015
Hatice Bilen Buğra’nın altıncı öykü kitabı “Geçmişin Aynasında” Ötüken Neşriyat’tan çıktı. Duru bir sesle kadınların dünyasına mercek tutan Buğra ile öyküsünü, metinlerine yön veren kadınların dünyasını ve “Sana soracak olurlarsa, ‘Bu adam beni sevdi, yalnız beni sevdi.’ de.” diye tembihleyen merhum eşi Tarık Buğra’yı konuştuk.
“Geçmişin Aynasında” naif, gerçek öykülerin olduğu bir kitap. Bizim de bir şekilde hayatımıza giren ama görmezden geldiğimiz, fark etmediğimiz karakterler var. Onlar sizin dikkatinizi nasıl çekiyor?
Hikâye zaten hayatın bir parçası, özeti. Ben öyle düşünüyorum. Cümleler topluyorum, insanların arasına girince, sokaktan geçerken kulağıma çarpan kelimeler, cümleler… Sonra da işte bu cümleleri bir hikâye haline getiririm. Kahramanlarım böyle; doğrudan birilerinden etkilenerek yazmıyorum hikâyelerimi. Hep toplayarak yakalamaya çalışıyorum.
‘Kıskançlık’taki Şerife ninenin yeni komşuya karşı duyduğu kıskançlık, ‘Boşanma Haberi’ndeki Cavidan’ın, kızı boşanıyor diye duyduğu mutluluk… Öykünüz bu minik anlardan mı yola çıkıyor?
E tabii… Ben o anlara dikkat çekmek istiyorum. Küçük, iddiasız insanların dünyasına bir ayna tutmaya çalışıyorum. İlk hikâye kitabımın adı da “Umursanmayan Kadınlar”. O kadınlar hâlâ var bu toplumda, kimsenin umurunda değiller. Yazdığım hikâyelerle onları yansıtmaya çalışıyorum, onların dünyasının sesi olmak istiyorum.
“Umursanmayan Kadınlar” dediniz, bu son kitabınızda da hep öyle kadınlar var. Çoğu şiddet mağduru. Ama şiddet bir hatıra olarak yer alıyor kadın karakterlerinizin dünyasında. Neden?
Keşke öyle olsa. Baskın olsun istemedim şiddet. Hikâyelerimde kötü karakterler de fazla yoktur. Kötüler var tabii ama bilinçsiz kötü onlar. Kötü yürekli oldukları için değil, hayat onları o hale getirdiği için kötüler. Herkes birbirini ezmeye çalışır. Evet, Şerife nine gibi, küçücük bir şey elde etmiştir, onu kaybetmek istemez, o yüzden de kötüleşir. Aslında o davranışının da mücadelesini kendi içinde verir. Ama sonunda duygularına yenilir. Şiddeti ise hissettiririm. Doğrudan doğruya yazmıyorum. Orada bir kötülük, kadına bir hakaret var. Dayak olmasa bile, bir horlama var. Benim kadınlarım hep ikinci plana itilmiştir.
İlk öykü kitabınızdan bu yana bıkıp usanmadan kadın sorunlarını ele alıyorsunuz. Edebiyatın kadına yeteri kadar duyarlı olduğunu düşünüyor musunuz?
Tabii, her yazar kendi açısından bakıyor hayata, insana. Ben çocukluğumdan itibaren böyle kadınlar gördüm. Benim ailemde olmadı ama komşularımız oldu, kiracılarımız oldu. Onların ezilmişliği beni hep üzmüştür. Onların sesi olmak istedim, yola öyle çıktım. Bu bilinçli bir seçim değildi. Hep bana bizi yaz, bizi yaz dediler farkında olmadan. Ben de yazdım.
Erkek egemenliği yalnız sosyal hayatta değil, edebiyatta da kendini gösteriyor. Kadının her ortamda yok sayılması için ne dersiniz?
Kadınları artık bence bizim kadın yazarlarımızın anlatması gerekiyor. Erkekler kendilerine daha yakın buldukları için herhalde kahramanları hep erkek. Kadılar da olsa bile figüran durumundalar. Ama kadın yazarlar bunu yapabilir. Benim okuduklarımın içerisinde kıyısından köşesinden buna bulaşmış olanlar var. Hayatın her safhasında önce erkekleri görüyoruz. Onlar daha ortadalar ve mücadeleleri de daha aşikâr. Kadınlar hep bastırılmış, itilmiş… Yazan kadınlar bile bütün işleri bitirdikten sonra kaçak bir işmiş gibi oturup yazmaya çalışıyor. Eve gelip de yemek bulmadığında ‘Aferin sana’ diyen bir erkek var mı? Benim eşim hariç! Ben eğer Tarık Bey’in daktilosunda yazıyorsam, ki o zaman bilgisayar yoktu, kapıyı kendi açardı, zili bile çalmazdı. Ben kalktığım zaman da ‘Sen kımıldama,’ derdi, sen yazmana, çalışmana bak derdi. O yazar olduğu için bunu diyordu tabii. Başka biri olsaydı herhalde öyle demezdi.
YAZMAYA TARIK BUĞRA YÖNLENDİRDİ
Söz açılmışken soralım, ilk öykülerinizi Tarık Buğra hayattayken yazdınız. O sizin yazı dünyanızı nasıl etkiledi?
Ben hep edebiyata meraklı bir çocuktum, hiçbir şey bulamazsam gazete kâğıdından yapılan kese kâğıtlarını çözer, okurdum. Anlatmayı da seven bir insanım. Önceleri, anlattığım için Tarık Bey, ‘bunları yazsana,’ demişti. ‘Anlatıp ziyan etme, bunları yaz.’ O bir teşvik oldu benim için. Edebiyatla ilgiliydim ama hikâye yazmayı düşünmüyordum, Tarık Buğra’nın beni böyle yönlendirmesine kadar. Düşündüm ve sonra sonra yazmaya başladım.
Yazı pratiği olarak ondan neler öğrendiniz?
Şunu öğrendim… Tarık Buğra asla müsveddeli çalışmazdı. Öncesinde bir çalışması olurdu, okuyarak, düşünerek. Sonra oturduğu zaman da hiç müsvedde yapmadan, daktiloyla çalışırken bile, kâğıdını değiştirdiği çok nadirdir. Ben de öyle çalışıyorum, hiç müsvedde yapmadan. Şimdi bilgisayarda kolay gerçi, ekle yapıştır, kes, at. Ama daktiloyla yazarken de öyleydim. Bunu ondan aldım. O öyle çalışırdı, beni de etkiledi.
“Tarık Buğra’yı ağlamadan anamadım”
“Daha bugüne kadar Tarık Buğra’yı ağlamadan anamadım. Bu bir hastalık gibi oldu bende aslında bunu yenmeyi çok istiyorum ama yenemedim. Tarık Buğra güzel bir insandı, son derece beyefendiydi, zarif bir insandı, sevgi doluydu. O hikâyelerin, romanların sevgisini içinde taşırdı. Ve şu evin içinde, diyelim ki masada oturuyoruz kahvaltı ettik, kalkacağız, bir kez olsun benim önümden yürüyüp gitmemiştir. Kesinlikle orada beni bekler ve önüne alırdı. Öyle bir insandı. Eşi menendi yok. Öyle işte. 21 yıl böyle geçti, hep onunla. O zaten ölmeden önce elimi tuttu ‘Ben hep seninle olacağım’ dedi ve gerçekten hep benimle. Ben her yere onu taşırım.”