X

Hüseyin Özbek

Hüseyin Özbek

Türkiye Barolar Birliği Başkan Yardımcısı

hukukçu, avukat

Kastamonu doğumlu. Çorum Öğretmen Okulu sonrası Erzurum Kazım Karabekir Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünde öğrenim gördü. Edebiyat öğretmenliği yaptı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. 2002-2004 arası İstanbul Barosu Baro Meclisi ve İnsan Hakları Merkezi yürütme kurullarında bulundu. 2004-2006, 2006-2008, 2008-2010, 2010-2012, 2012-2014 dönemleri İstanbul Barosu Yönetim Kurulunda Genel Sekreterlik görevini yürüttü. Roman, öykü çalışmalarını sürdürmektedir. Deneme ve eleştiri türünde yayınlanmış kitapları vardır. ÇEKÜL -Çevre ve Kültürel Değerleri Koruma Vakfı- Yüksek Danışma Kurulu Üyesi, TÜRKEV -Türkiye Tarihi Evleri Koruma Derneği üyesi, 68’liler Birliği Vakfı Danışma Kurulu üyesidir. Evli ve 2 çocuk babasıdır. Serbest avukat olarak çalışmaktadır.

GÖRÜŞ

ÜÇÜNCÜ TAŞNAK TAARRUZU
Av.Hüseyin Özbek

Osmanlı’ dan günümüze ayrılıkçı Ermeni stratejisinin üç aşamasını özetleyelim.

BİRİNCİ DEVRE

1) Batı emperyalizmi, açtığı misyoner okulları vasıtasıyla Osmanlı Ermenileri arasında ayrılıkçı düşüncelerin gelişmesini sağladı.

2) Aslen Gregoryen olan Osmanlı uyruğu Ermeniler, Fransız Misyoner okullarında Katolik, Amerikan Misyoner okullarında Protestan olarak yetiştirildi.

3) Batı ve Çarlık Rusya’sının kışkırtma kampanyaları meyvesini vermekte gecikmedi.
Ayrılıkçı temelde ve silahlı mücadeleyi esas alan TAŞNAK ve HINÇAK örgütleri ortaya çıktı.

4) Osmanlı Başkenti Istanbul ve taşrada TAŞNAK Terör kampanyası çok etkili oldu. Özellikle Doğu Anadolu’da Türk, Kürt ayırmadan bölgeyi Müslüman ahaliden arındırmaya ve Bağımsız Ermenistan kurmaya yönelik etnik temizlik kampanyası acımasızca sürdürüldü.

5) Birinci Dünya Savaşı başlayınca Rus cephesindeki Türk Ordusunun ikmal yolları Ermeni çeteleri tarafından kesildi. Acil ihtiyacı olan erzak ve cephane sevkiyatı engellenen ordu, Ruslar karşısında çok zor durumda kaldı.

6) Van’ da kanlı bir ayaklanma düzenleyen Ermeni çeteleri, şehrin Türk nüfusunu neredeyse tamamen imha etti ve Rus ordusu rahatça şehre girdi.

7) Osmanlı İmparatorluğu Hükümeti, olayların önlenemez boyutlara ulaşması üzerine 24 Nisan 1915 tarihinde Ermeni İhtilalci Komite Merkezlerinin kapatılması kararı aldı.

8) Mayıs 1915 ‘te alınan TEHCİR kararı ile terör unsurları ve destekçilerinin zorunlu göç kararının uygulanmasıyla savaş bölgesinden uzak yerlere sevk ve iskanı gerçekleştirildi.

9) Savaş koşullarında yetersiz kollukla gerçekleşen Tehcir esnasında başı bozuk çapulcu gurupların ve bazı aşiret mensuplarının yağma amaçlı saldırılarıyla trajediler yaşandığı da bir gerçektir. Fakat devletin bu konuda asla bir kastı, ya da onayı yoktur.

10) Özetlersek, üzerinde fırtınalar koparılan TEHCİR, devletin savaş halinde bulunduğu düşmanla işbirliği yapan bazı yurttaşlarını, ordu ve sivillerin güvenliğini sağlama amacıyla zorunlu göçe tabi tutmasıdır.

11) 1915’ten 1921’e kadar devam eden TAŞNAK terör kampanyasında, Sait Halim Paşa ve Talat Paşa olmak üzere sabık iki Osmanlı Sadrazamı ( başbakan ) yüz binlerce sivil ve çok sayıda kamu görevlisi katledilmiştir.

11) Lozan Konferansında, İngilizlerin desteğiyle son kozlarını oynayan TAŞNAK yanlılarının Anadolu toprakları üzerinde tasarladığı Ermeni Yurdu talebi, Türk heyetinin şiddetli ve kararlı tepkisi üzerine gündeme bile alınamadı.
Böylece ilk devre kapanmış oldu.

GÖRÜŞ

Av.Hüseyin Özbek yazdı: TÜRK KOVULUNCA GERİDE TÜRKİYE KALIR MI?

Türkiye Cumhuriyeti, emperyalizme karşı verilen Milli Kurtuluş Savaşıyla (1919-1922) kurulan Türk devletinin adıdır. Emperyalizmin donatıp Küçük Asya Macerasına sürüklediği Yunan Ordusunun hezimetinin ardından toplanan Lozan Konferansı’nda Atatürk’ün tabiriyle asırlık hesaplar görüldü. Çetin müzakerelerden sonra bağımsızlığımızın uluslar arası hukuk tescili olan Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923’te imzalandı.

Başta Mustafa Kemal olmak üzere Milli Kurtuluşun önderleri, kurulacak rejimin ve devletin, gelecekte yeniden çöküş dönemi Osmanlısının durumuna düşmemesi için titiz davrandılar. Milli ekonomi ve sermayeye, milli orduya, milli bürokrasiye, milli eğitime, çağdaş ölçütlerde milli hukuka sahip bir devlet tasarımı bu düşüncenin ürünüdür.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet, üniter yapı temelindeki siyasal mimarisinin zaafa uğramaması, kuruluş felsefesinden sapmamasının teminatı, yeni kuşaklara verilecek olan çağdaş, bilimsel, gelişmelere açık bir milli eğitim politikasıyla mümkün olabilirdi. Bunun için eğitim öğretimden sorumlu bakanlığın adı Milli Eğitim Bakanlığı olmuştur!

Yukarıda anlatılanlar yakın geçmişin, yaşananlar ise bu günün gerçekliğidir. Osmanlı İmparatorluğunun tasfiye projesinin adı Şark Meselesi ( Doğu Sorunu ) idi. Günümüz emperyalizminin ülkemizi de kapsayan bölgesel tasarımı ise Büyük Ortadoğu Projesi olarak adlandırılmaktadır. Irak’ta, Libya’da yaşananlar, Suriye’de ise yaşanmakta olanlar bu kanlı projenin sahaya uygulanmasından başka bir şey değildir.

BOP’un önündeki en büyük bölgesel engel ulus devlet, üniter yapı kurgulu Türkiye Cumhuriyeti olarak görülmektedir. Emperyalizm açısından Irak, Libya ve Suriye’den daha dişli, daha çetin bir hasım olarak görüldüğü için Türkiye’ye yönelik tasfiye projesi diğerlerinden farklı özellikler arz etmektedir.
Türkiye’nin tasfiyesindeki yöntem farklılığının en temel karakteristiği, devletin temel dinamiklerini çökertecek, bağışıklık sistemini tümüyle devre dışı bırakacak bir algı mühendisliğinin, çok etkili bir psikolojik harekatın aynı merkezden yürütülmekte oluşudur. Ergenekon, Balyoz, Amirallere Suikast, Askeri Casusluk vs. davalarının temelinde, ulus devletin, üniter yapının teminatı, kirişleri, kolonları olan milli kurumların hukuk ve yargı üzerinden tasfiyesi düşüncesi vardır.

Türkiye’nin varlığının, bekasının teminatı olan kurumların itibarsızlaştırılması, çökertilmesi, arkalarındaki kamuoyu güveninin yok edilmesi için Türkiye özelinde paralel yargı ve hukuk silahı devreye sokulmuştur. Örselenen, özgüveni ve kamuoyundaki olumlu algısı zedelenen Türk Silahlı Kuvvetlerinin, kışlasında bozguna uğratılması ve karargahta teslim alınması projesinin belli oranda başarılı olduğu kabul edilmelidir.

Yine Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş kodları ile uyumlu, meslek mensuplarının tümünü kapsayıcı ve kucaklayıcı, meslek disiplininin temini anlamında demokratik merkeziyetçi yapıda üyelik zorunluluğuna sahip meslek örgütlerinin dağıtılmak istenmesi aynı stratejinin uygulanmasıyla ilgilidir.

Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyinin, Afrin harekatına ilişkin basın açıklaması, birileri için altın vuruş fırsatı yaratmış görünmektedir. Türkiye Barolar Birliği’nden Türkiye ibaresinin, Türk Tabipler Birliği üzerinden Türk adının çıkarılması, Türkiye’nin hukuk meşruiyetine dayalı olarak yürüttüğü Afrin Harekatının yükselttiği milli tansiyon düşmeden gerçekleştirilmek istenmesine dikkat edilmelidir.

Kuruluşu ve işleyişi kanunla düzenlenmiş olan meslek örgütlerinin, kuruluş ve düzenleniş yasalarına ve mevzuatını uygun olarak kullandıkları Türk ve Türkiye ibaresinin kaldırılması düşüncesi, bu meslek örgütlerinin yönetim yapısından öte, kurumsallıklarının hedef alındığını göstermektedir.
Meslek örgütlerine üye zorunluluğunun kaldırılmasının kaçınılmaz sonucu, her türlü cemaat, tarikat, alt kimlikler ve etnisite temelli gettolaşmanın önünü açacak olmasıdır. Türkiye’nin kuruluş felsefesine aykırı olarak kurgulanan bu girişim, etnik ve mezhepsel ayrışma, postmodern feodal döneme ve post modern Ortaçağ’a dönüş anlamına gelmektedir.
Meslek örgütleri siyasal, etnik, dinsel, mezhepsel, bölgesel olarak paramparça edilmiş bir Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü nasıl sağlanabilecektir? Yoksa gerçek amaç Türkiye’yi yeniden Fetret Devrine döndürmek ve nihayetinde parçalamak mıdır?
Yoksa, kurumlardan, kuruluşlardan, antlardan, marşlardan, kitaplardan, kütüphanelerden Türk ve Türklüğün tasfiyesinin ardından ölümcül son darbenin Türkiye’ye indirilmesi mi düşünülmektedir !

GÖRÜŞ

FLAMAN’IN KOYUNU SONRA ÇIKAR OYUNU
Hüseyin Özbek
10 Haziran 2018

Oyunun ilk perdesinde olağanüstü bir başarı hikayesi anlatılır. Anadolu kökenli göçmen ailenin üçüncü kuşağının zaferi, Binbir Gece Masalları ambalajıyla sunulur. Gurbetçi çocuğunun, Anka misali politikanın Kafdağını aşıp parlamentoya girmesinin övüncünden hepimize okkalı birer hisse düşer. Söze politika ile başlamış olsak da spor, sanat,bilim alanlarındaki bireysel başarı öykülerinin övünç ve sevincinin topyekun hissedarı oluveririz.

Bu tür başarı hikayeleri, gurbetçiler için ikinci sınıf insan muamelesinin, aşağılanan ulus ve inanç aidiyetinin yol açtığı incinmişliğin kolektif terapisi yerine geçer. İşi somutlaştırıp sözü Zuhal Demir’in hikayesine getirelim. Yusuf Özkan’ın 24 Şubat 2017 tarihli Lahey/Hollanda çıkışla haberinden okuyalım: “Tuncelili Zuhal Demir, Belçika’da Devlet Bakanı Oldu“ manşetli haber; “ Belçika Federal Hükümeti’nde yoksullukla mücadele,fırsat eşitliği, engelliler ve bilimsel politikalardan sorumlu devlet bakanlığına Tuncelili Zühal Demir atandı.” Alt başlığı ile devam ediyor.

Yeni Flaman İttifakı (N-VA) lideri Bart De Wever’in bu atamaya ilişkin açıklamasında, Demir’in bu şansı çok iyi değerlendireceğini söylemesi, fırsat eşitliği konusunu topluma en iyi anlatacak ismin Zühal Demir olduğunu vurgulaması, atayan makam açısından başka ölçütlerin ve beklentilerin olduğunun ipuçlarını verse de biz şimdilik pişmiş masala su katmayalım. Fakat Het Belang van Limburg gazetesinin; “Babasının ülkesi, Demir’i anlamıyor” başlığı ile verdiği haberin izini sürelim. Evvela Demir’in ülkesinin Belçika, babasının ülkesinin Türkiye olduğunu anladıktan sonra, Belçika Meclis Başkanı Siegfried Bracke’nin, 2016 Aralık ayında Türkiye’nin Brüksel Büyükelçisi’ne, Demir’e yönelik asılsız suçlamalardan duyduğu rahatsızlığın ne olduğunu anlamaya çalışalım.
İki tarafın çıkarlarının uyuşması, muhatapların ortak paydada buluşması hali için; “kazan kazan” deyimi kullanılır. Belçika ve Zühal Demir işin kazananları ise Türkiye açısından ortada kazanılan bir şey olup olmadığını anlamak için kafayı daha fazla yormayıp, Belçika’nın Flamanca yayınlanan De Standaart gazetesine ufak bir göz atalım: “Türkiye kökenli Belçikalı Bakan öğrencilere Türkçe dersi verilmesine tepki gösterdi!” Bu kadarıyla anlaşılmıyor dediğinizi duyar gibiyim. Biz okumayı sürdürelim: “ Belçika’da Flaman milliyetçisi N-VA partisinden Eşit Haklar ve Yoksullukla Mücadeleden sorumlu devlet bakanı Zühal Demir,Gent şehrinde Türk asıllı öğrencilere okul sonrası Türkçe dersi verilmesine tepki gösterdi.”
Haberin devamından Belçikalı Bakanın, Gent Belediyesinin, Türk öğrencilere okul sonrası Türkçe dersleri için sınıf tahsis etmesini kabul edilemez bulduğunu; “ Nasıl bu kadar saf ve duyarsız olabilirsiniz? Bu yaptığınız entegrasyon karşıtı politikaları desteklemekten başka bir şey değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan Türklerin Flaman toplumuna entegre olmasından çok korkuyor, o yüzden bu Türkçe derslerini sağlıyor” dediğini öğreniyoruz.

Bu kadarı yeter deyip masaldan gerçeğe dönmenin zamanıdır. Geçtiğimiz yıl yaptığı bir açıklamada “Türk pasaportunu geri vereceğini” ifade eden Belçikalı bakanda, babasının ülkesi ve insanlarının sevincinin, gönül desteğinin, basit bir iadei teşekkür duygusuna bile yol açmadığı anlaşılıyor. Babasının ülkesinin gurbette doğan kuşağının, ulusal aidiyetinin ve kültürel kodlarının devamını sağlayacak en küçük girişimin bile Belçika bakanı (!) rahatsız etmesi üzerinde düşünülmelidir.
Zühal Demir’in, hepimize yutturulmaya çalışılan masalından gerçeğe döndüğümüzde, zaferin Belçika hanesine hezimetin Türkiye hanesine yazıldığını görürüz. Avrupa ülkeleri açısından entegrasyon, kendi uygarlık ve kültürel değerlerinin korunması ve sürdürülmesine yönelik devlet politikasıdır. Asya ve Afrika’dan, özellikle İslam coğrafyasından gelenlerin, entegrasyon tornasından geçirilerek, sorun olmaktan çıkarılıp, sindirilebilir hale getirilmeleridir.

Zühal Demir gibilerin başarı masalları, entegrasyon çarkında öğütülmek, ulusal ve inanç aidiyetleri buharlaştırılmak, geldikleri yeri kendilerinin değil; “babalarının ülkeleri” olarak algılatılmak istenen yitik kuşaklar yetiştirmenin sis bombaları olarak düzülmektedir. Masalların sonunda gökten düşen üç elma hakça pay edilir. Flaman Masallarında hakça payı boşuna beklersiniz.

Entegrasyon’un zokası görevi verilmiş Flaman koyunlarından gayrısına buralarda ne elma verilir, ne de altlarına bakanlık koltuğu çekilir !

GÖRÜŞ

SÖMÜRGE EKONOMİSİNİN SÖMÜRGE HUKUKU
Av.Hüseyin Özbek
15 Ekim 2018

1908-1909 yılları İstanbul Barosu Başkanı Yusuf Kemal Tengirşek, 1908 İkinci Meşrutiyet sonrası Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda iki dönem Kastamonu Mebusu olarak bulunur. Tarihçiler, 19. Asrı Osmanlının en uzun yüzyılı olarak kabul ederler. Yusuf Kemal Bey, bu uzun yüzyılın son çeyreğinin hem Istanbul, hem Anadolu’dan tanığıdır.

Tengirşek, Batı emperyalizmi ve finans kapitalinin, yerli yabancı tefecilerin kucağına düşmüş Osmanlının çöküşünün acısını derinden duyumsamış bir hukukçudur.1913’te Paris’te, seçkin bir akademik kurul karşısında savunduğu doktora tezi Pekiyi derecesiyle kabul edilecektir.

Emperyalistler tarafından, Osmanlının terekesinin sulhen paylaşılamaması yüzünden çıkan Birinci Dünya Savaşının mağlubu Türklere, manevi cebirle 30 Ekim 1918’de imzalatılan Mondros Ateşkesi bizim için sonun başlangıcıdır.

30 Ekim 1918 – 11 Ekim 1922 ( Mudanya Ateşkesi ) arası Mütareke Dönemi olarak bilinir. Saltanat ve Hilafet Merkezi İstanbul, 13 Kasım 1918’de, 55 parçalık donanma ile boğaza demirleyen İngiliz, Fransız ve diğer bağlaşıkların işgali altındadır. Bu dönem Istanbul’unun kısa ömürlü kabineleri Mütareke Hükümetleri olarak adlandırılır.

Emperyalistlerce işgal edilmiş bir ülkede şeklen var görünen hükümetlerin ve yüksek makamların aslen ne olduğunu anlamak için Yusuf Kemal Bey’ e kulak vermek gerekiyor.Yusuf Kemal Bey, Mütarekenin ilk günlerinde Adliye Müsteşarıdır. Yusuf Kemal Bey’in; “Vatan Hizmetinde” adlı anı kitabının sayfalarını çevirmeye başlamanın zamanıdır:

” Birgün Mr.Smith isminde bir İngiliz memur müsteşarlık odasına geldi.Yanında iki kişi vardı.Hekim imişler.Müsteşarlık odasının içinde Mr.Simith ayakta idi. Hekimlere yer gösterdim, oturttum. Smith’e “Otur” demedim.Ne istediklerimi sordum: “Tevkifhanede Gayrımüslimleri tahliye edeceğiz” dediler. Bidayet Müddeiumumisi Semih Beyi çağırttım: “Kanunen yapabilirler mi ?” diye sordum. “Hayır!” cevabını verince ben de Smith’e “Olamaz!” dedim. “Nazırınıza danışın” dedi. Telefonla aradım. Nazır Vekili Şerif Paşa’yı Sadrazamın evinde buldum.”Bırakın tahliye etsinler” dedi. Müddeiumumi Semih Bey’ e; “Nazır vekili paşa tahliye etsinler diyor” diye emri tebliğ ettim. Smith; “Sen müsaade etmiyor musun?” dedi.”Hayır!” cevabını verdim, gitti.
Damat Arif Hikmet Paşa Adliye Nazırı oldu.İstifa ettim”.

Yusuf Kemal Bey, 1919 seçimlerinde Kastamonu mebusu olarak, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na girer.Gönlü Anadolu’da yanan başkaldırı ateşinden yanadır.Sivas kongresinde alınan kararlar doğrultusunda, Osmanlı Meclis-i Mebusanı, onca baskıya karşın, meclisin dağıtılması pahasına MİSAK-I MİLLİ’ yi ( Ulusal Yemin ) kabul eder.
İstanbul’un 16 Mart 1920’de vahşice fiilen işgalinde Şehzadebaşı Karakolundaki Mızıka erlerinin şehit edilmesi ve Osmanlı Meclis-ı Mebusanı’nın basılarak vatansever mebusların tutuklanmasının milli vicdanda yarattığı acı ve isyan duygusunu Tengirşek’ten dinleyelim:
“Limandaki yabancı harp gemilerini seyrettim. Toplarını İstanbul’un üzerine çevirmişlerdi. Zavallı İstanbul’un hüznü içime çöktü, yüreğim yanmaya başladı.Bu acı içinde ruhumun derinliklerinden sesler duyuyordum. Bu yazdıklarımı okuyan Türk çocukları, inanın bizi yıkan devletlerin korkunç silahlarının karşısında duyduklarım, korku duyguları değildi. Bu silahların sahiplerinin ve onların elinde alet olan bizim fena idarenin şerrinden Türklüğü kurtarmaya çalışmak için kanım bana yemin ettiriyordu.”

16 Mart 1920’de meclisi dağıtılmış işgal başkentinde zillet içinde beklemenin Tengirşek için artık bir anlamı kalmamıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın ısrarlı çağrısına uyarak Ankara’ya geçecektir.Yusuf Kemal Bey, Mütareke İstanbul’unda arayıp da bulamadığı her şeyi Milli Mücadele Ankara’sının Gazi Meclisinde fazlasıyla bulacaktır. O, TBMM Hükümetinin İktisat Vekili olarak sonuna kadar emperyalizme karşı direnen mazlum bir halkın ekonomik ve siyasi bağımsızlığını savunacaktır.

Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey başkanlığındaki Türk heyetinin, Çiçerin, Karahan, Molotov, Stalin ve Lenin gibi Sovyet önderleriyle uzun görüşmelerin ardından 16 Mart 1921’de imzalanacak Moskova Antlaşması’nın hukuki ve diplomatik her aşamasında bu seçkin hukukçunun alın teri ve emeği vardır.

Yusuf Kemal Bey ve kuşağının yaşadıkları, ülkede hakim ekonomik sistem ile hukuk sisteminin ayrılmaz diyalektiğinin kanıtı olarak tarihsel dersler içeriyor. Yine Yusuf Kemal Bey’in anıları, sömürge ekonomisinin sömürge hukuku ve yargısına, milli ekonominin ise milli hukuk ve bağımsız yargıya götürdüğünü gösteriyor.

GÖRÜŞ

MAĞDURİYET Mİ HUKUK TANIMAZLIK MI?
Av. Hüseyin Özbek

HEYBELİADA PAPAZ OKULU

Yunanistan Başbakanı Çipras’ın iki günlük ( 5-6 Şubat 2019 ) Türkiye ziyareti, Heybeliada Ruhban Okulu’nu yeniden gündeme getirdi.

5 Şubat’ta Ankara’daki resmi görüşmeleri tamamlayan Çipras’ın 6 Şubat’ı İstanbul’a ayırdığı görüldü.

İstanbul programının ilk durağı Ayasofya’nın ardından yerli ve yabancı basının yogun ilgisiyle gerçekleşen Heybeliada Ruhban Okulu ziyaretinin en ince ayrıntılarına kadar aylar öncesinden planlandığı anlaşılıyor. Yine bu ziyaret üzerinden iç ve dış kamuoyuna ve iktidara verilecek mesajların ve amaçlanan sonucun hesabının çok iyi yapıldığı görülüyor.

Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ın refakatinde Heybeliada’ya geçen Çipras, Fener Rum Patriği Bartholomeos ve HRO Başrahibi Lambriniadis
tarafından karşılandı.

Okul içerisinde bulunan Aya Triada Manastırı’nda gerçekleştirilen ayini yöneten, okul başrahibi ve Bursa Metropoliti Elpidophoros Lambriniadis’in, ziyaretten 1 gün önce ulusal basında geniş yer bulan demeci, bir kısım medyanın suyun öte yakasını
kollayan yayın politikası, ziyaret öncesi kulislerinin hayli işe yaradığını gösteriyor.

OSMANLI AÇTI CUMHURİYET KAPATTI MI?

Yunan Başbakanı, Fener Rum Patriği ve HRO Başrahibinin ziyareti fırsat bilerek dile getirdikleri ortak talebi kendi ağızlarından yansıtalım isterseniz.

Çipras, Aya Triada’nın kuruluş yıldönümü olan 6 Şubat’a denk getirilen ziyaretinde Cumhurbaşkanı Erdogan’a; “Dilerim bu okula yapacağım gelecek ziyaret Cumhurbaşkanı Erdoğan’la birlikte olur ve 48 yıldır kapalı olan okulun kapısını
beraber açarız” diye seslendi.

Bartholomeos aynı dileği dua ile dile getirdi: “Osmanlı döneminde açılan bir okulun Cumhuriyet döneminde kapanması ve yarım asra yakın süredir kapalı kalması üzücüdür. Bu konudaki umutlarımızı sürdürüyoruz. Yunanistan okulumuzun açılmasını her zaman destekledi ve bu konuda Sayın Başbakan’a
minnettarız. Okulumuzun kapılarının yeniden açılması için dua ediyoruz”.

Ziyaret arifesinde, “ Sadece Patrikhanenin değil, bütün azınlıkların bir önceki yönetime göre altın çağını yaşadıklarını” söyleyen, HRO Başrahibi ve Bursa Metropoliti Lambriniadis, törenin son konuşmacısıydı: “ Türkiye Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Yunanistan Başbakanımız Sayın
Aleksis Çipras ve Fener Rum Patriğimiz Sayın Bartholomeos gibi 3 dünya liderinin aynı anda görevde bulunması, asırda bir bulunabilecek kadar nadir ve çok büyük bir şans. Okulumuzun kapalı kalması hiçbirimizin yararına değildir.Bu yüzden
okulumuzun yeniden açılmasını ümit ediyoruz”.

BARTHOLOMEOS DÜNYA LİDERİ Mİ

Devlet adamları, siyasi liderler için övgü, hayranlık, takdir anlamında kullanılan “Dünya lideri” sözünün Erdoğan ve Çıpras için iltifat kabilinden söylendiği düşünülebilir. Fakat din adamı Bartholomeos’a gelince iş biraz çatallaşıyor.

Bartholomeos için bu söz bir dil sürçmesi sonucu mu ağızdan çıkmıştır? Yoksa kamuoyu, kendisi için tasarlanan sıfata ve makama hazırlanmak mı istenmiştir?

Geçen ay Ukrayna ( Kiev ) ve Rusya Federasyonu (Moskova) Kiliseleri arasında yaşanan teolojik ayrışmada son sözün Fener tarafından söylediğine, racon kestiğine bakılırsa bu tanıma hak vermemek elde değil!

HEYBELİADA RUHBAN OKULUNUN SEYİR DEFTERİ

Buraya kadar anlatılanlardan ortaya iki sonuç çıkmaktadır.

1- HRO’nun 48 yıldır kapalı kalması, ciddi bir mağduriyete yol açmıştır.

2- HRO’nun haksız biçimde kapatılmasının sorumlusu Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Fikir sahibi olmak için bilgi sahibi olunması zorunluluğundan hareketle işin evveliyatına gitmenin zamanıdır. O halde HRO’nun kapatılması iddiasına biraz daha yakından bakalım. Bu konuda bilimsel makaleleri olan, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Devletler Özel Hukuku Ana Bilim Dalı Başkanı Prof.Dr.Sibel Özel’e kulak verelim:
1- Anayasa Mahkemesi, 12 Ocak 1971 tarih ve 1969 / 31 E. 1971 / 3 K. (Resmi Gazete 26.03.1971- 13790 sayılı) ile Özel Yüksek Okulların Anayasaya aykırı
olduğu kararını vermiştir.

2- Bu karar doğrultusunda, özel yüksek okullara gönderilen resmi yazılarla, 9 Temmuz 1971 tarihinden itibaren hukuki varlıklarının kalmadığı bildirilmiştir.

3- HRO, 1971 tarihli Anayasa Mahkemesi kararı kapsamında bir yüksek okuldur ve okulun yönetmeliği 1965 tarihli Özel Öğretim Kurumları Kanununa tabidir.

4- HRO’nun iptal kararı kapsamında kapatılmasının ardından hukuka uygun hale getirilerek faaliyete geçebilmesinin formülü geliştirilmiş ise de Patrikhane bu çözüm önerilerini kabul etmemiştir. Çünkü Patrikhane, HRO’yu Türk hukukuna tabi
olmayacak, Türk hukukunun denetimi dışında, tümüyle kendine bağlı uluslararası bir teoloji okulu olarak açmak istemektedir.

5- Anayasa m.24/ 3, laikliği tanımlarken “Din ve ahlak eğitimi ve öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır” hükmünü getirmiştir. Bu bağlayıcı hukuk kuralına göre devletin gözetim ve denetimi dışında (İslam ve diğer dinler ayrımı yoktur) din eğitimi verilemez.

6- Anayasa m.130 üniversitelerin sadece devlet tarafından kurulabileceğini öngörmüştür. Bu çerçevede devlet veya vakıf üniversitesi kurulabilir.

7- Vakıf tüzel kişiliği olan HRO, bu kapsamda teoloji üniversitesi olarak açılabilir.
Ancak vakıf üniversiteleri de YÖK denetimine tabi olduğu için Patrikhane bu formülü de kabul etmemektedir.

HUKUK DIŞILIK HUKUK TANIMAZLIK ISRARI

YÖK’e bağlı olmayan, yurtdışından gelecek öğrenciler için bir yüksekokulun faaliyete geçmesi, eşitliğe ve hukuk birliğine aykırıdır. Bu yönde verilecek bir taviz, kaçak medrese eğitiminin de meşrulaştırılması ve YÖK’e bağlı olmayan, İslami cemaatlerin denetiminde özel ilahiyat okullarının da kurulması anlamına gelecektir. Bu durumun laik ve hukuk devleti niteliklerini taşıyan TC’nin sonu olacağını görmezden gelmek mümkün değildir.

HRO’nun siyasi iktidar tarafından ne zaman açılacağı sorusu yerine, Patrikhanenin neden HRO’nun Türk hukukuna uygun olarak açılmasını kabul etmediği sorusunun sorulması gerekmektedir.

Mağduriyet iddiası üzerinden hukuk birliğini derinden sarsacak ayrıcalıklara izin verilmemeli ve meselenin hukuk üzerinden tartışılması sağlanmalıdır.

Koparılan demagojik fırtına ve bilinçli çarpıtmaya verilecek karşılık hiç kuşkusuz Türkiye’nin hukuk devleti olup olmadığının da yanıtı olacaktır.

GÖRÜŞ

Hüseyin Özbek yazdı: ARAYI BULURKEN YİTİRİLEN ADALET
3 Nisan 2019

Mülkün temelinin adalet olduğunu devlet felsefesi yapmış bir gelenekten geliyoruz.

“Mahkeme kadıya mülk değildir” sözü de aynı gelenek ve algının sonucudur. Sürekli olanın Yargı ve hukuk, dönemsel olanın yargıç olduğunu anlatmak için kullanılır. Devlete güvenle yargıya ve hukuka güven bileşik kaplar gibidir. Hukuk ve yargıya güvensizlik gerçekte devlete güvensizlik anlamına gelmektedir.

Türk halkı dava konusu yaptığı hukuki ihtilafın devletin yargıcı tarafından mahkemece çözümlenmesini ister.Her dereceden yargı organlarının kamusal güvencesi altında adil sonuç bekler. Yargı önüne “hak” aramak için gidilir, mahkemeden adil yargılama sonucu ortaya çıkacak “hakkın teslim edilmesi” istenir. Bu nedenle, mülke olan güvenin sarsılmadan
sürdürülebilmesi için yargılama faaliyetinin kamusallığını ve tarafsızlığını yitirmemesi, zayıfı kollayan kamusal güven alanının dışına çıkarılmaması zorunludur.

İş yükü, uzayan davalar, kadro eksikliği ve diğer mazeretler, hukukun ve yargının kamusal alan dışına çıkarılmasını hiçbir şekilde mazur gösteremez. Zayıfın ve haklının arkasında hissetmek istediği devletin yargı alanını boşaltmasının, halkın gönül defterinden silinmesine neden olacağı bilinmelidir.

Yargısal terminolojide; “ hak, yükümlülük, borç,hukuk ve adalet” gibi hukuk kavramlarının yerini; “ ihtiyaç, menfaat, risk, taviz, kazanım” gibi ticari kavramların almış olması, yapılmak istenenleri fazlasıyla açıklamaktadır. Gerçek amaç ile anlatılanlar birbirinden oldukça farklıdır. Çok övülen ve yargısal mucize olarak takdim edilen uygulamanın kısa vadeli sonuçları, ortada ekonomik liberalizmin hukuk ve yargısal yansımasından başka bir şey olmadığını göstermektedir.

Liberal kapitalizmin piyasa ekonomisini, her derde derman postmodern Lokman Hekim reçetesi olarak kutsayanlar, kamusal yargıya da aynı tasfiyeci mantıkla yaklaşmaktadırlar. Uzayan yargı, geciken adaletin sorumlusu olarak devleti gösterenler, yargının özelleştirilmesini mutluluk reçetesi olarak sunmaktadırlar.

Yoğun bir kampanyanın ardından yakın geçmişte uygulamaya sokulan, “6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu” na biraz daha yakından bakalım. Tarafların arabulucu gözetimindeki ilk buluşmasında, kamusal yargıda yıllarca sürecek ihtilafın çözüleceğini vazederken, her ay bordrosuna imza attığı devleti kötüleyen yargı bürokratlarının söylediklerinin gerçekliğini tarafsız bir gözle inceleyelim.

İş uyuşmazlıklarında başlayıp, ticari uyuşmazlıklarla devam eden, aile hukukundan kaynaklanan uyuşmazlıkların dahil edilmesiyle genişlemesi öngörülen arabuluculuk, ilk kez gündeme getirilirken ihtiyari olacağı söylenmişti. Yani her iki tarafın istemesi durumunda mahkeme öncesi bir ara istasyon olacağı açıklanmıştı. Kısa zamanda hem kapsamının
genişletilmesi, hem de isteğe bağlı olmaktan çıkarılarak dava şartı zorunlu arabuluculuk
haline getirilmesinin nedenleri üzerinde iyi düşünülmelidir.

Arabuluculuk uygulamasının olağanüstü başarısının en çok iş uyuşmazlıklarında görülmesi, kapsam genişletilmesine bu başarının dayanak yapılmak istenmesi nasıl değerlendirilmelidir.

Arabuluculuğun zorunlu dava şartına dönüştürülmesinden önce 2017 yılında 210 bin iş
davası açılmış iken, 2018 yılında 92 binde kalması arabuluculuk yanlıları açısından ikna edici bir oran olarak ileri sürülmektedir. Yine arabuluculuk aşamasında çözümlendiği için yargıya intikal etmeyen 238 bin iş uyuşmazlığının, iş mahkemelerini ciddi ölçüde rahatlatması sistemin başarısı olarak gösterilmektedir.

Kamusal yargının hantallığı, kamusal adaletin tarafları tatminden (!) uzak olması, arabuluculuğun kısa sürede sonuç vermesinin avantajları, demagojik yorumlu istatistiklerle güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Arabulucuya giden işçi işveren uyuşmazlıklarında sorulması gereken anlaşıp-anlaşamama oranı değildir. Arabulucu masasından hangi tarafın kazançlı kalktığıdır! Sorulması gereken, işçinin kamusal yargılama sonucu alabileceğinin yüzde kaçını alabildiği hususudur. Sorulması gereken, ilk derece ve Yargıtay aşamasında işçi yanlısı uygulama ve içtihatlardan yakınan işverenlerin, arabuluculuk kurumuna yönelik olağandışı övgülerinin nedenidir.

Sorulması gereken, hangi tarafın arabulucu masasından kazançla kalkarken, hangi tarafın masanın sürekli kaybedeni olduğudur.Sorulması gereken,yurttaşların kamusal yargı önünde çözülmesini istediği hukuki ihtilafların, ülkeyi yönetenlerce bir an önce kurtulmak istenen ağır bagaj olarak görülüp görülmediğidir.

Sorulması gereken, kamusal yargı ve kamusal hukukun yerini piyasa hukuku alırken, kamu kurumsallığının ve çalışma barışının nasıl sağlanabileceğidir.

GÖRÜŞ

İHANETTEN ÖVÜNÇ PAYI ÇIKARMAK
Av. Hüseyin Özbek
17 Aralık 2019

Ali Kemal,
Kanıtlı, belgeli işbirlikçiliği ile ihanet sembolüne dönüşen bir kişilik. İşgal İstanbul’unda Mihran Efendi’nin çıkardığı Peyam-ı Sabah Gazetesi başyazarı. Milli Mücadelenin amansız düşmanı. Adı tiksintiyle anılan, halkın “Artin Kemal” adını taktığı onursuz kalem.

İngiliz doğumhanesinin ürünü İngiliz Muhipleri (dostları) Cemiyeti, Hürriyet ve İtilaf
Partisi gibi ihanet odaklarının önde gelen üye ve yöneticisi. Bu arada ne olur ne olmaz diye
ABD’ yi de ihmal etmeyip, Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kurucu yönetim kurulu üyesi bir
canbaz.

Sadrazam Damat Ferit’in kurduğu Mütareke Hükümetlerinin Maarif ( Eğitim ) ve Dahiliye
(İçişleri) bakanı!

Sivas Kongresinin engellenmesi, Mustafa Kemal’in tutuklanması için kumpaslar kuran bir millet düşmanı. Milli Mücadeleyi eşkıya hareketi, Mustafa Kemal’i eşkıya başı olarak aşağılayan bir dolma kalem.

Üç tanık, üç beyan , hainin altı dokuzluk vesikalık resmi gibidir:
Atatürk; “ 25 Hazirana kadar Amasya’da kaldım. Hatırlardadır ki, o tarihlerde Dahiliye
Nazırlığı görevinde bulunan Ali Kemal Bey, benim görevden alındığımı ve artık benimle
hiçbir resmi muameleye girişilmemesi gerektiği konusunda şifre ile bir genelge yayınlamıştı”.

Vahidettin’in Ali Kemal’e mesajı; “ Beni büsbütün yalnız bırakmayacağınıza güveniyorum. Bağlılığınız, bana büyük ümit ve teselliler vermiştir. Saray, her dakika size açıktır. Refik Bey’le işbirliğinden ayrılmayınız».

İngiliz beslemesi Sait Molla (İngiliz Muhipleri Cemiyeti yöneticisi) İngiliz Ajanı Rahip Frew’e mesajı; “Ali Kemal Bey’e, son felâketi üzerine üzüntünüzü bildirdiğinizi söyledim. Bu zatı elde bulundurmak gerekir. Bu fırsatı kaçırmayalım. Bir hediye takdimi için en uygun zamandır”.

Ali Kemal’i geçmişin ihanet sayfasında bırakıp, geleceğin garabet sayfasında yer alacak
şamataya gelelim. Geçtiğimiz günlerde ulusuna ihanetin, işgalciye sadakatin sembolü Ali
Kemal’in torunu Boris Johnson’un tekrar İngiltere Başbakanı olmasıyla ortaya çıkan
maskaralığı temaşaya duralım.

Boris’in seçim zaferine İngilizlerin, Kalfat muhtarı kadar sevinip sevinmediğini anlamak için Ali Kemal’in atalarının göçtüğü Çankırı’nın Orta İlçesinin Kalfat Köyü‘ne kadar uzanıp, Muhtar
Bayram Tavukçu’ya kulak verelim:
“Hemşerimizin başarısı bizi de gururlandırdı. Seçim sonuçlarını öğrenince mutlu olduk.
Kendisini Türkiye’ye, dedesinin memleketine davet ediyoruz. İngiltere Büyükelçisi
Dominick Chilcott kısa süre önce köyü ziyaret etti. Johnson’u köyümüze davet
ettiğimizi büyükelçiye de söyledik. Bu davetimizi sayın Johnson’a iletmesini
istedik.Kendisini ağırlamaktan onur duyacağız.”

Şimdi de Kalfat sakinlerinden Selvinaz Demirtaş’ı dinleyelim: “Onların kızı bizim amcamızın
gelini. Köyümüze gelmesini isteriz. Dedesi gelmişti zamanında. Kendisinden pek haberimiz olmuyor, ama seçildiğini duyunca çok sevindik. Gelsin, köyünü, memleketini görsün, sılayı ziyaret etsin, misafirimiz olsun isteriz.”

Boris’in seçim zaferini kutlamak için neredeyse zil takıp oynayacak Orta ilçesinin şaşkın
muhtarını köyün ortasında bırakıp il merkezine yollanmanın zamanıdır. Çankırı Karatekin
Üniversitesi Rektörü Hasan Ayrancı, köyden, kasabadan önce vilayete teşrifi uygun olur diye
düşünmüş olmalı. İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği aracılığıyla Boris’i Üniversitenin akademik açılış törenine davet etmiş!

İngilizlere özgü diplomatik incelikle mektuba anında yanıt verildi. Johnson, Ayrancı’ya mektubunda; “Büyük büyükbabamın Türkiye’nin Çankırı ilinden gelmiş olabileceği gerçeğiyle gurur duyuyorum. Bir gün Ali Kemal’in atalarının yaşadığı yerleri görmek ve
Kalfat’ı ziyaret etmeyi çok isterim. Umarım üniversiteniz ile İngiltere’nin bağları güçlü
bir biçimde büyümeye devam edecek ve bizim tüm ikili ilişkilerimizde benzer gelişmeleri yansıtacaktır. İngiltere’nin 31 Ekimde AB’den ayrılması öncelikli durumu nedeniyle 2019-2020 Çankırı Üniversitesi akademik yılına katılmam mümkün olmayacak”. diyerek teşekkürlerini bildirmiş.

Boris’in Çankırı’ya daveti üzerine başlayan eleştirilere Ayrancı’nın öfkeli yanıtıyla üniversite
bahsini de kapatalım:

“Boris Johnson’un dedesi Ali Kemal’in sosyal medya üzerinde vatan haini olduğu
zırvalıklarına bakmayın. Sosyal medya tabiri caizse “klavye silahşörleri” ile dolu.
Cehalet almış başını gidiyor. Okumak ve araştırmak lazım, düşünmek lazım”.

Rektör doğru söylüyor. Gerçekten de düşünmek lazım. Birinci olarak, Kurtuluş Savaşı’nın nefes borusu İnebolu-Kastamonu-Ilgaz-Çankırı-Ankara hattının, niçin İSTİKLAL YOLU MİLLİ PARKI olarak tescillendiğini düşünmek lazım. İkinci olarak, İSTİKLAL YOLU üzerinde bulunan bir kentin rektörüyle, muhtarıyla tescilli bir İHANET YOLCUSUNA tutkulu aşklarının ne anlama geldiğini bir kez daha düşünmek lazım!

Ayrancı’yı bölgeyi Bizans’tan alan Selçuklu komutanı Karatekin’in adını taşıyan üniversitenin
rektörlük koltuğunda, Tavukçu’yu Kalfat’ta bırakıp, kendimizi sorgulamanın zamanıdır:
– Türk Milletini ayakta tutan milli şuuru ne zaman ve nasıl kaybettik?
– Milli bilinci buharlaştırıp, daimi bellek kaybına yol açan bu zehri kimler, nasıl şırıngaladı?
– Milli kimlik yerine yöreciliğin, bölge şovenizminin özendirilmesi, ahaliyi tescilli bir haini beraat ettirecek ölçüde aymazlaştırıp, sevindirik delisi olmuş yeni Kalfatlar yaratmaz mı?
– Eğitimin milli olmaktan çıkarılması, Atatürk ve Cumhuriyet değerlerinin müfredattan
ayıklanması, kuş gribi misali Tavukçuların ülke çapında klonlanmasına yol açmaz mı?
– Bu gidişle toplum algısında hainler kahramana, kahramanlar haine dönüştürülmez mi?
– Bu aymazlıktan bir an önce vazgeçilmez ise tekmil milleti etkisine alacak toplumsal
Alzheimer illetiyle tarih sahnesinden silinmek kaçınılmaz hale gelmez mi ?

GÖRÜŞ

SARIKAMIŞ’TAN ESARETE
Av. Hüseyin Özbek

Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’na katılması bir keyfilik değil kaçınılmazlıktı. Akacak
kan başta durmaz misali kaderde olan yaşanacaktı. Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğunun
mirasının sulhen paylaşılamaması yüzünden çıkmıştı. Savaşın çıkış nedeni ve hedefi olan bir devletin
savaş dışında kalması olanaksızdı.

Ekonomik gücü, askeri kapasitesi ve nüfus yoğunluğu ile doğuda Rusları, batıda Fransızları, Manş’ın
ötesinde İngilizleri tedirgin eden Alman faktörü, patlayacak büyük savaşın bloklarını da belirlemişti!
19. Yüzyıl boyunca Birleşik Krallığın stratejisi, Çarlık Rusya’sının Hindistan yolunun güvenliğini
tehlikeye düşürecek ölçüde güneye sarkmasının engellenmesi üzerine kurulmuştu. Osmanlı
imparatorluğunun siyasi ömrünün beklenenden önce sona ermesi Birleşik Krallığın uykularını
kaçırmaktaydı. 19 yüzyıl boyunca (1877/1878 Osmanlı–Rus Savaşı sonrası Berlin Antlaşmasına
kadar)süregelen Osmanlı İngiliz dostluğu (!) güneş batmayan Birleşik Krallığın belirlediği çıkar
statükosundan başka bir şey değildi. İngiltere’nin Berlin antlaşması sonrası bu geleneksel politikasına
son vermesiyle, Osmanlının dağılmasının önündeki en önemli engel de ortadan kalkmış oluyordu.

Mazlumlar coğrafyasının yağmasından pay isteyen Almanya’ya karşı oluşan İngiliz-Fransız ittifakına,
Türk boğazları ve İstanbul vaadiyle ikna olan Rusya da katılınca hasım bloklar iyice belirginleşmişti:
Bağlaşıkların( itilaf )savaş ganimeti olarak gördükleri Osmanlı İmparatorluğunun, Almanya, Avusturya-
Macaristan(ittifak )bloğuna dahil olması tarihsel diyalektiğin dayattığı bir mecburiyettir.

Avusturya Veliahtının Saraybosna’da uğradığı suikast, çoktandır beklenen büyük kapışmanın nedeni
değil bahanesiydi! Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun 28 Temmuz 1914’te Sırbistan’a savaş
ilanının ardından Ağustos ayında ittifak ve itilaf güçlerinin karşılıkla savaş ilanlarıyla dört yılı aşkın
sürecek 1.paylaşım savaşı genişleyecektir.Çarlık Rusya’sının 2 Kasım 1914’teki savaş ilanıyla Osmanlı
İmparatorluğu da kendisini büyük hengamenin ortasında bulacaktır .

Bağlaşıklar, yakın geçmişte ( 1912 ) göz açıp kapayıncaya kadar tüm Rumeli ‘nin kaybına neden olan
Balkan Bozgununu yaşamış Osmanlının kısa sürede saf dışı olacağını düşünüyorlardı. Öyle ya daha
dünkü Balkan devletçiklerinin karşısında perişan olan Türklerin, emperyalist kodamanlar karşısında
direnmeleri olanaksızdı! İş bağlaşıkların umduğu gibi gelişmeyecek, Balkan utancını silmek için
kanlarını sebil eden Mehmetler Londra’da,Paris’te,Moskova’da yapılan hesapları tersyüzedecek,savaşın dört yıl daha uzamasına neden olacaktır.

Savaşın ilk aylarında, doğu cephesinde yaşanan Türk-Rus kapışmasının en önemli dönemeçlerinden
biri de Sarıkamış harekatıdır.Mehmet Ziya Yergök, Köprüköy ve Sarıkamış Muharebesine 83.Alay
Komutanı olarak katılan bir Türk subayıdır.30 Ocak 1915’teyaralı halde Ruslara esir düşen Yergök,
diğer tutsaklarla birlikte, binlerce kilometrelik uzun ve çileli bir sevkin son durağı olan Sibirya’nın
Krasnoyarsk Esir Kampında5 yıl geçirecektir. Yergök’ün, Sarıkamış Harekatı sürecinde asker, komuta
heyeti, cephe gerisi, lojistik sorunlar, başarısızlığa yol açan aksaklık ve eksiklikler, sivil halkın sosyoekonomik durumuna ilişkin notları dikkatli bir gözlemin, ciddi bir analizin ipuçlarını vermektedir.

Yergök’ün Sarıkamış harekatıyla ilgili olarak; “ Felaketle sona eren Sarıkamış muharebelerinden
hiçbir fayda görmedik mi? Umulmadık bir mevsimde, umulmadık yerlerden yaptığımız bu harekat
Rusları telaşa düşürmüş ve onları bizim ordumuza büyük bir önem vermeye zorlamıştır. Bu nedenle
harbin sonraki dönemlerinde Türk Ordusunun üzerine büyük kuvvetlerle gelmek zorunda kalmıştır.
Hatta denebilir ki Sarıkamış cephesinde karşımıza azla kuvvet çıkarılması,Çanakkale’de de
müttefikleri durdurup Rusya’ya gidecek yardımları engellememiz, Çarlığın devrilmesine ve Bolşevik
İhtilalinin başarıya ulaşmasına etki etmiştir.Avrupa cephelerinde ,üzerlerindeki Rus baskısı azalan
Almanlar Polonya’yı kolayca istila etmişlerdir” değerlendirmesi tarihçiler tarafından da
desteklenmektedir.

Tarihçi Kitabevi tarafından yayınlanan “Sarıkamış’tan Esarete”,1800 sayfalık anıların yalnızca bir
bölümünü oluşturmaktadır. Esir kampındaki günlük yaşam, Türk, Alman, Avusturya, Macar esirlerinin
bireysel ve kolektif davranışları, esaretin bu kesimler üzerindeki etkileri, esir kampında kültürel-
sanatsal etkinlikler, Krasnoyarsk şehrinin demografik durumu, Krasnoyarsk’ta yaşayan Tatar Türklerinin Türk esirlere yardımıcanlı bir şekilde tasvir edilmektedir. Esir kampından kaçış sonrası,
Türkistan coğrafyasında kat edilen uzun ve çileli yolun zorunlu konak yerleri olan, Kırgızistan-Bişkek,
Özbekistan-Taşkent-Semerkant, Aşkaabat, Bakü, Batum üzerinden vatana dönüşün trajik hikayesi,
okuru tekrar o günlere götürmektedir.

Yergök’ün beş yıllık esaret yaşamından,bu gün için de uyarıcı dersler içeren anılarından bir bölümü
daha paylaşalım: “Mekke Şerifi Hüseyin’in düşman tarafına geçmesi ile başlayan Arap İhtilali, esir
Arap subaylarını canlandırdı.Bunlar Ruslara “Biz de sizlerdeniz.Bizlere esir muamelesi yapmayın”
diye iddia edip dilekte bulundular.Yeni hükümet bu iddiayı dinledi ve Arapları serbest bıraktı.Bunlar
şehirde serbest dolaşmakla kalmayıp kaçma teşebbüsünde bulunan Osmanlı subaylarını ihbar edip
yakalatarak esirlikten esirliğe sürüklenmelerine, genel hapishanelere gönderilmelerine neden
oldular.”

“Sarıkamış’tan Esarete” geçmişte yaşanan trajedilerden, kayıplardan ders çıkarılmasının
zorunluluğunu bir kez daha kanıtlıyor. Asla unutmamalıyız. Ders çıkarılmazsa tarih tekerrür eder!
Sarıkamış’tan Esarete ( Tarihçi Kitabevi )

GÖRÜŞ

BAZILARI HELEN SEVER
Av. Hüseyin Özbek
15 Şubat 2020

Televizyon dizilerinde olsun, sinema filmlerinde olsun senaryo, konu ve karakterler asla değişmiyor.

Ters bilinç inşasında algı mühendisliğinin en etkili silahına dönüştürülen sinema endüstrisinden bahsediyoruz. Uzak geçmişten günümüze uzanan tarihsel yolculukta kazanılan zaferlerin, uğranılan yenilgilerin, yaşanan acıların zihinsel tortusu, yön göstergesi milli bilince yönelik kültürel bombardıman günümüzde daha çok sinema sanatı üzerinden sürdürülüyor.

Bu türden psikokültürel operasyonların, Türkleri millet olmaktan çıkarıp, bilinci buharlaştırılmış, yön duygusunu yitirmiş, ulusal belleği boşaltılmış, amaçsız bir sürüye dönüştürmeye yönelik olduğu bilinmelidir. Bireysel ve toplumsal anlamda, uzun bir süreçte oluşan geleneksel duyarlılık yok edilip yerine laboratuvar ÜRÜNÜ imalatı kurgusal algı konabilmektedir. Buna, bilimsel terminolojide “Toplum Mühendisliği” ya da “Algı Mühendisliği” denilmektedir. Bir başka söylemle yapay bilinç inşası olarak adlandırılmaktadır.

Algı mühendisliğinde özellikle beyaz perde ve beyaz camın kullanılması rastlantısal değil, bilinçli bir tercihtir. Kurgulu görsellik insanları hipnoz derecesinde etkiler. Hedef toplulukta istenilen algı ve arzulanan psikoloji oluşturulur. ABD’nin ulusal çıkarlarının gerektirdiği toplumsal algının
oluşturulmasında en etkili kurumun Hollywood film endüstrisi olması boşuna değildir.

Uzun girişten sonra sözü hepimize birer zerresi bulaştırılmak istenen kültürel radyasyonun güncel örneğine getirmenin zamanıdır. Beyaz perdeden yayılan radyoaktif serpintinin son örneği “Aşk Tesadüfleri Sever 2” etkili bir reklam kampanyasının ardından geçtiğimiz hafta gösterime girdi.

Yönetmenliğini Ömer Faruk Sorak’ın yaptığı filmde öncekilerde olduğu gibi (Yabancı Damat-Kırık Kanatlar-Yüreğine Sor-Vatanım Sensin vs.) erkek tarafı Yunan/Helen, kız tarafı Türk olarak kurgulanmış.

Filmin özetine geçmeden önce yok edilen gerçekliğin yerine konulan kurgusallığın iyi anlaşılması için batılıların klasikleşmiş söylemini okurlarımıza bir kez daha hatırlatalım: “Senaryo kutsal kitap, plato kilise, yönetmen Tanrıdır.

Tarihsel deneyimlerin oluşturduğu derin bilinçaltımıza, ortak duyarlılığımıza yönelik beyaz perde hipnozunun özetine geçelim:

“İstanbul Rum’u Niko ile Türk kızı Sema arasında ilginç tesadüflerle başlayan aşk kısa zamanda alevlenir. Senaryo (Kutsal Kitap) ve yönetmen (Tanrı) seyirciyi filmin başından itibaren Niko’nun babası kumaş tüccarı, dürüst esnaf Yorgo ile iyi komşu, şefkatli anne Marika‘nın tribününe yönlendiriyor. Yönetmen ve senarist, Yorgo ve Marika’ya gösterdiği ilgiyi Sema’nın polis memuru babasından ve ev kadını annesinden her nedense esirgemiş. Niko rolü için seçilen oyuncunun Apollon misali yakışıklılığı, ortalama seyircinin dinsel ve etnik aidiyete ilişkin itirazını baştan yok ediyor! Bu tutkulu aşk hikâyesinin arka fonunda verilen 1963 Kıbrıs olayları, seyircinin bu konulardaki ortak bilincinde fay kırıkları oluşturacak bir şekilde yansıtılıyor. Film, Kıbrıs‘taki Rum EOKA saldırılarını ve Türklere yönelik katliamların anavatanda oluşturduğu duyarlılıkları abartılı çarpıtmalarla sunarak, kurgu, görüntü ve efekt olarak seyirciyi Niko ailesinin yanında yer almaya yönlendiriyor. Kıbrıs olayları nedeniyle, barbar Türklerin ve devletin baskısıyla Türkiye’yi terk edip Atina’ya yerleşmek zorunda kalan Yorgo ailesi üzerinden EOKA ve Rum saldırganlığı örtülü biçimde beraat ettiriliyor. Hasılı kelam Antik Yunan’ın, Apollon, Daphne, Hera gibi mitolojik tanrı ve tanrıçalarıyla, Kerem ile Aslı’yı bir araya getirerek oluşturulmak istenen Postmodern Helenseverlik filmin özünü oluşturuyor. 1963 İstanbul’unda filizlenen Niko–Sema aşkıyla 2011 Ankara’sında Kerem ile Defne arasında alevlenen aşkların ortak noktası filmin sonunda ortaya çıkıyor. Kerem-Aslı misali birbirine kavuşamayan Niko ile Sema’nın ikinci evliliklerinden olma çocukları Kerem ile Defne’yi sinemanın kutsal kitabı ve tanrısı tanıştırıp birbirine âşık ediyor. Her nedense ikinci evliliğini de bir Türk kızıyla yapan Niko’nun oğlu Kerem (Apollon) üvey annesi sayılacak Sema’nın ikinci evliliğinden olan kızı Defne(Daphne) ile buluşturan Sinema Tanrı’sı bu kadarla da yetinmiyor. Filmin finalinde kocası vefat etmiş Sema ile karısı vefat etmiş Niko’yu da yeniden buluşturup baş göz ediveriyor!”

15 Mayıs 1919’da Yunanistan, Küçük Asya’nın fethi rüyasıyla, (Troya’yı fethe gelen çağdaş Agamemnon edasıyla) İzmir’e çıkmıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde verilen Kurtuluş Savaşı’yla Türkler, birkaç yıl içinde Yunanistan’ın Küçük Aysa Macerasını “Küçük Asya Felaketi”ne çevirmişti. Geçmişten ders aldılar. Artık İzmir’e çıkmıyorlar. Milli duyarlılığı yok etmek için bilinç limanlarımıza çıkartma yapıyorlar, milli duyarlılığımıza demir atıyorlar!

Üstelik Türk senarist, Türk yönetmen ve Türk oyuncularla!

Asla tesadüfen olduğunu düşünmeyin!

GÖRÜŞ

19 MAYIS 1919 ÜZERİNDEN POSTMODERN HELEN SALDIRISI
Av.Hüseyin Özbek
19 Mayıs 2020

Milletlerin geçmişten geleceğe akıp giden tarihsel yolculuklarında çekilen acılar, kazanılar zaferler
derin bilinçaltına kaydedilir. Orada, yenilgilerin utancı, zaferlerin onuru bir aradadır. Türklerin derin bilinçaltında 15 Mayıs 1919 utanç ve öfkenin, 19 Mayıs, kutsal isyanın ilk adımı olarak kayıtlıdır. Aynı tarihin, suyun öte yakasında nasıl tersyüz edildiğine geçmeden önce biraz tarih diyelim.

Türkler, 1.Paylaşım Savaşı’ndan yenik çıktığına göre, Doğu Sorunun çözümünün önünde hiçbir engel
kalmamıştı. Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) ele vurulan ters kelepçeydi. Sevr (20 Ağustos
1920) kafayı gövdeden ayıracak giyotin olarak düşünülmüştü.

Emperyalizme karşı Kutsal İsyanın ilk adımı 19 Mayıs 1919’da Samsun’da atılacaktır. Samsun, Amasya, Erzurum, Sivas, Ankara’dan önceki önemli dönemeçlerdir. 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM’nin
açılmasıyla, bağımsızlık savaşının meşruiyet temeli oluşmuştur. Mustafa Kemal Paşa’nın; “Askerlik onurundan yoksun katiller sürüsü” olarak tanımladığı Yunan Ordusunun 9 Eylül 1922’de çıktığı yerden, İzmir’den denize dökülmesiyle zafere ulaşılacaktır.

Komşu bir ülkenin toprağını işgale gelenlerin, karaya ayak bastıkları andan itibaren (15 Mayıs 1919) giriştikleri katliamın ilk günkü bilançosu binlerle ifade edilen sivil can kaybıdır. Her türlü tecavüzün, yağmanın, cinayetin yaşandığı 15 Mayıs Türkler için, milli gururun ayaklar altına alındığı bir utanç ve yas günüdür. Aynı tarih suyun öte yakasında sonuç alınamamış “Küçük Asya Seferi”dir!

Komşu bir ülkenin sonuçsuz kalan yağması ve yıkımının özeleştirisi yerine inşa edilen mağduriyet ve masumiyet algısı, Yunanistan sınırları içinde bir ölçüde anlaşılabilir.Ama yapılanlar bunun çok daha ötesinde, dünya kamuoyu nezdinde Türkiye’ye yönelik Postmodern Küçük Asya Seferine dönüşmüş durumdadır. Yunan Parlamentosunun, 19 Mayıs 1919’u “ Pontus Soykırımını Anma Günü” olarak kabulü (8 Mart 1994 ) katliama ve kırıma uğrayan mazlum bir halkın, ülkesini işgale gelenlere karşı meşru direnişine yapıştırılmak istenen asrın iftirası olarak okunmalıdır!

7 Mayıs 2006’da Selanik’te, Atatürk’ün doğduğu evin yakınında Ayasofya meydanına dikilen
ilk soykırım anıtını, Eleftherio-Kordelio meydanında Aya Yorgi Kilisesinin karşısına dikilen
ikincisi ve sonrakilerin takip ettiğini not ettikten sonra, Yunanistan’ın bu konuda iktidarlara göre değişmeyen devlet politikasına birkaç örnek verelim:
Yakın geçmişin Yunan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyannis; “Panhelenik Pontus Dernekleri
Federasyonu” nun Selanikte düzenlediği anma etkinliğine gönderdiği mesajda “Yunan
devleti, Helenizmin tarihi hatırasının yaşatılarak, Pontusluların trajik soykırımının
uluslararası toplum tarafından tanınması ihtiyacını kabul etmektedir. Yunan devleti Pontus
ile ilgili düzenlenen tüm etkinliklerde fiilen yer alarak, konunun uluslar arası toplum
tarafından tanınması için her türlü çabayı sarfediyor”.

Dönemin Cumhurbaşkanı Papulyas; “Yunanistan’a göç eden Pontuslu Rumlar, kaybedilmiş
vatanlarını hafızalarında yaşatıyor. Pontusluların baba topraklarından kovulmalarından bu

yana geçen 90 yıl içerisinde göçmenlik fidanıyla aşılanan ulusal ağaç yeni ürünler verdi. Bu
süreç içerisinde anavatan topraklarında yaşayan Pontuslular tüm olumsuzluklara rağmen
yaralarını sardı ve köklerini koruyup (kaybedilmiş vatanlarının) hatırasını yaşatarak, ulusun
yeniden doğuşuna katkıda bulundu”.

Dönemin PASOK lideri Yorgo Papandreu; “Pontus soykırımını uluslararası toplum tanımak
zorundadır”.

Dönemin Güney Kıbrıs Rum lideri Tasos Papadopulos; “Pontus Helenizmini kökünden kazıyan, insanlık dışı haksızlık olan Türk yayılmacılığının son safhası Kıbrıs trajedisidir.”

Pontus Cemiyetleri Federasyonu Başkanı Yorgo Parharidis; “Pontus soykırımının uluslar arası
alanda tanınması gerekmektedir. Pontus Helenizminin soykırımı tarihi olay. Türkiye için en iyisi bunu kabullenmesi. Atalarının yaptığı bir şey için özür dilemek kötü değildir. Bu tarihi
bir olay, özür dilenirse tarihimiz teyit olacak. Bu talebimizi Yunan hükümeti nezdinde dile
getiriyoruz.Talebimizi Brüksel’de de dile getireceğiz.”

Sözün burasında, Nutuk’u açıp Atatürk’e kulak vermenin zamanıdır. Osmanlı uyruğu kimi
Ortodoksların 1908 yılında Samsun’da kurdukları Gizli Pontus Cemiyeti’nin önce Müdafaayı
Meşruta’ya, sonrasında Mukaddes Anadolu Rum Cemiyeti’ne dönüştürülerek Batum’dan
İnebolu’ya kadar şubeler oluşturduğunu anlattıktan sonra, Kurtuluş Savaşının zor günlerini
fırsat bilip, Pontus Devleti kurmak amacıyla başlattıkları silahlı kalkışma için şunları
söylemektedir: “Pontus Eşkıyasının kuvveti başlangıçta 6.000-7.000 silahlı idi.Daha sonra
her taraftan katılanlarla 25.000’e yaklaştı.Bu kuvvet yeterli küçük birliklere ayrılarak,çeşitli
yerlerde barınıyordu.Pontus çetelerinin bütün işleri İslam köylerini yakmak, Müslüman
halka karşı akıl ve hayale sığmaz zulümler yapmak,cinayetler işlemek gibi kan içici bir
sürünün yaptıklarından başka bir şey değildi.”
Böyle giderse suyun ötesinin bilim ve tarihsel gerçeklik dışı algı inşasıyla kurguladığı
Postmodern Küçük Asya Seferinin, ikinci Küçük Asya felaketine dönüşmesi kaçınılmazdır.

Komşu, Mustafa Kemal Atatürk’ün, savaştan sonra uzattığı dostluk elinin değerin bilmeli,
halklara acıdan başka bir şey getirmeyecek çılgın maceralardan kaçınmalıdır.Unutulmamalıdır
ki tarihin tekerrür etmek gibi bir huyu vardır.

Kategoriler: H
Benzer Biyografiler