X

Mevlana

Mevlana

Mevlana Biyografisi

Fars kökenli İslam ve tasavvuf şairi, filozof, Mevlevi‘liğin lideri. Tüm dünyada aşkın, sabrın ve hoşgörünün sembolü olmuştur. Din felsefesini yani tasavvufu oldukça ileri bir noktaya götürmüş, dansı, müziği, şiiri dinsel ritüellere katmasıyla İslam rönesansını yaşatmıştır. Allah ile kul arasındaki ve kâinat ile insan arasındaki bütünselliği kavrayarak ortaya koyan bir filozoftur. Engin bir şefkatle ve derin bir hoşgörüyle insana sadece insan olduğu için değer veren Mevlâna’nın düşünceleri tüm dünyada büyük ilgi görmekte, Amerika ve Avrupa’da, Mevlevi ve Sufist sayısı gün geçtikçe artmaktadır. “Sevgiyle acı, tatlı olur. Sevgiyle dertler, şifa bulur. Sevgiyle ölüler dirilir” deyişiyle yüzyıllar öncesinden bugüne ışık yakan engin bir dehadır. Doğudan batıya, dünyanın dört bir yanında eserleriyle insanlığa yol gösteren bir rehber olarak görülmektedir. İngiliz doğubilimcisi A.J. Arberry, Mevlânâ’yı “dünyanın en büyük ozanı” olarak nitelendirmiş, Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Felsefi Bilimler Ansiklopedisi adlı eserinde Mevlana’dan “Muhteşem Mevlana” şeklinde söz etmiştir. Ünlü iran şairi Jami Mesnevi’si için, “O bir peygamber değil, ama yazdığı kutsal bir kitap” demiştir. Mevlana’nın Johann Wolfgang von Goethe üzerindeki etkisi de büyük olmuş, Rembrandt tablosunu yapmıştır. Muhammed İkbal felsefesini onun düşünceleri üstüne kurarken, İngiliz doğubilimcisi Nicholson 30 yıl çalışarak Mesnevi yi İngilizceye çevirmiş ve yapıtın Batı dünyasında tanınmasını sağlamıştır. Mesnevi, ABD’de en çok satan kitaplar sıralamasında birinciliğini sürdürürken, Hawaii, Japonya ve Güney Kore‘de Mevlevihaneler inşa edilmektedir. 2007 yılı Mevlânâ’nın 800.doğum yılı olduğu için Unesco tarafından “Dünya Mevlânâ Yılı” ilan edilmiştir.
30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi’nin Belh şehrinde dünyaya geldi. Gerçek adı Mevlânâ Celâleddin Mehmed Rumi’dir. Yaşadığı dönemde Anadolu‘ya Diyarı-ı Rum denildiği için Rumi soyadını; zaman içinde de kendisine duyulan büyük saygının ifadesi olarak efendimiz anlamına gelen Mevlana adını almıştı. Dönemin kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan, Sultan-ül Ulema (Bilginler Sultanı)lakabıyla anılan din bilgini ve hukukçu Bahaeddin Veled‘in oğluydu.

Asil bir ailesi olan Mevlana’nın annesi, Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harezmşahlar Hanedanlığı’nın Türk prensesi, Melike-i Cihan Emetullah Sultan’dı. Eflaki’ye göre Mevlana’nın büyükbabası Hüseyin Hatibi, derin bilgisiyle dönemini oldukça etkilemiş olan bir alimdi ve öğrencileri arasında İslam ilimleri alimlerinin büyüklerinden biri olarak kabul edilen, şairliğiyle de tanınan Nişaburlu Raziyüddin de vardı. Kaynaklara göre, babası Bahaeddin Veled’in, anne tarafından Hazret-i Muhammed’in(sav) torunu olan Hazret-i Hüseyin’le ondördüncü göbekten, baba tarafından da yine Hazret-i Muhammed’in seçilmiş dört dostundan ilki olan Hazret-i Ebu Bekir Sıddık’la onuncu göbekten yakınlığı vardı.

BELH’TEN AYRILIŞ VE BATI’YA GÖÇ SÜRECİ

Bazı tarih bilimciler , Bahaeddin Veled’in ailesi ve müritleriyle birlikte Belh’ten ayrılıp Batı’ya gitmesinin nedeni olarak Moğolların 12151220 yılları arasında Orta Asya’yı istila etmesini gösterirken, diğer kaynaklar, göçün farklı sebepleri olduğunu savunuyorlardı. Buna göre, tasavvufla ilgilenenlere iyi gözle bakmayan ve bunların Harezmşah katında saygı görmelerinden hoşlanmayan Fahreddin-i Razi’nin Harezmşah’la Bahaeddin Veled’in arasını açtığı ve Veled’in bu sebepten Belh’i terk ettiği söylenmekteydi.

Bahaeddin Veled, ailesi ve müritleriyle birlikte şehirden 12121213 tarihlerinde ayrıldıktan sonra Hacca gitmeye niyet etmişti ve Nişabur’a uğradı. Nişabur’da ünlü şeyh Feridüttin Attar tarafından karşılanan kafile, Attar ve Veled’in önemli konuşmalarına şahit oldu. Mevlana’nın da dinlediği bu konuşmalar sırasında Attar, Esrarname (Sırlar Kitabı) adındaki ünlü kitabını Mevlana’ya hediye edip, onunla ilgili olarak babasına “Bir deniz bir ırmağın ardına düşmüş gidiyor. Umarım yakın bir gelecekte oğlunuz alem halkının gönlüne ateş verecek ve onları yakacaktır.” açıklamasında bulundu. Mevlâna o tarihten itibaren Esrarname ‘yi her zaman yanında taşıdı, daha sonra Mesnevi’sinde Nişabur’da gerçekleşen konuşmalardan ve Attar’ın kıssalarından sık sık söz edecekti.

Ardından göç kervanıyla birlikte Bağdat’a giden, kısa bir süre burada da kalan Veled, Kufe yolundan Kâbe’ye hareket etti. Hac dönüşü, Şam‘dan Anadolu’ya geçerek Erzincan, Akşehir, Larende‘de (günümüzde Karaman) konakladı. Bu konaklama periyodu toplam yedi yıl sürmüştü.

Karaman’da bulundukları 1225 tarihinde onsekiz yaşında olan Mevlana, babasının isteğiyle saygın bir kişiliği olan Semerkantlı Hoca Şerafeddin Lala’nın kızı Gevher Banu ile evlendi. Oğulları Mehmet Bahaeddin (Sultan Veled) ile Alaeddin Mehmet, Karaman’da dünyaya geldiler.

BAHAEDDİN VELED VE KONYA

3 Mayıs 1228 tarihinde Selçuklu sultanı I. Alaaddin Keykubad’ın ısrarlarıyla Bahaeddin Veled ve Mevlana Selçukluların başkenti Konya’ya yerleştiler. Keykubat tarafından Altınapa Medresesi’nde ağırlanan Mevlana ve ailesine ordunun ileri gelenleri, medreseliler ve saray eşrafı büyük saygı duyuyor, Bahaeddin Veled’i sevenler gün geçtikçe artıyordu. Çok geçmeden Sultan I. Alaaddin Keykubad, sarayında Bahaeddin Veled’in şerefine büyük bir toplantı düzenleyip, bütün ileri gelenleriyle birlikte onun manevi terbiyesi altına girecekti.

Veled’e gönülden bağlılığıyla bilinen I. Alaaddin Keykubad, onu hayranlıkla överken şu ifadeleri kullanıyordu: “Heybetinden gönlüm tir tir titriyor, yüzüne bakmaktan korkuyorum. Bu eri gördükçe, gerçekliğim, dinim artıyor. Bu alem, benden korkup titrerken, ben, bu adamdan korkuyorum, ya Rabbi, bu ne hal? İyice inandım ki o, cihanda nadir bulunan ve eşi benzeri olmayan bir Allah dostudur.”

Bahaeddin Veled, 24 Şubat 1231 tarihinde ardında ona yürekten bağlı binlerce müridini ve Maarif adlı eserini bırakarak dünyaya gözlerini yumdu ve Selçuklu Sarayı’nda “Gül Bahçesi” denilen yere defnedildi. Hükümdar yas tutarak bir hafta tahtına oturmadı ve kırk gün süreyle imarethanelerde onun için yemek dağıtıldı.

HOCASI SEYYİD BURHANEDDİN-İ MUHAKKIK-I TİRMİZİ

Şöhret peşinde olmayan ve tek dileği etrafındakilerin de aydınlanmasını sağlamak olan Bahaeddin Veled, oğlu Mevlana’ya tasavvufu öğretmişti. Onu yetiştirirken, doğru yolu bulması, derin ve incelikli düşünebilmesi için sırlarını paylaşmıştı. Babasının vasiyeti, müritlerinin ısrarlı ricaları ve sultanın buyruğu üzerine Mevlana, ölümünden sonra Bahaeddin Veled’in yerine geçti. Ancak Mevlana, babasından sonra, Seyid Burhaneddin’i buluncaya kadar bir yıl mürşidsiz kaldı.

1232 tarihinde babasının halifesi Seyyid Burhneddin-i Muhakkık-ı Tirmizi’nin Konya’ya gelmesiyle, Mevlana onun manevi terbiyesi altına girdi. Tirmizli olduğu için Tirmizi diye anılan Burhaneddin, Mevlana’yı o dönemde geçerli olan tüm İslam bilimleriyle ilgili olarak bir sınava tabii tuttu. Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’in daha sonra İbtidaname (Başlangıç Kitabı) adlı kitabında da anlatacağı üzere Tirmizi sınav sonucunu açıklarken şu ifadeleri kullanacaktı: “Bilgide eşin yok; gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki, baban hal ehli (gönül ve ruh adamı) idi; sen kal ehlisin (söz adamı). Kal’i bırak, onun gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun gerçek varisi olursun, ancak o zaman Güneş gibi alemi aydınlatabilirsin”.

Tirmizi’nin bu tavsiyesinden sonra, Mevlana, samimiyetle, Seyyid Burhaneddin’i babasının yerine koydu ve gerçek bir mürşid bilerek gönülden, tam dokuz yıl ona hizmet etti. “Seyr-ü Sülük” denen tarikat eğitiminden geçtikten sonra Halep’e gitti. Yüksek ilimlerde daha çok derinleşmek için Halaviyye Medresesi’nde, fıkıh, tefsir ve usul ilimlerinde bilgin olan Adim oğlu Kemaleddin’den dersler aldı. Mevlana, Halep’teki öğrenimini tamamladıktan sonra Şam’a geçti. Burada, ilmi incelemeler yapmak için dört yıl kaldı ve bu süreçte Şam’daki âlimlerle tanışıp, onlarla sohbet etme imkanı buldu. Eflaki’ye göre Tebrizli Şems ile ilk kez Şam’da tanışan Mevlana, sonraları Şems ile çok yakın arkadaş olacaktı.

Halep ve Şam Medreseleri’ndeki 7 yıllık öğrenimini tamamlayıp Konya’ya dönen Mevlana, Tirmizi’nin rehberliğinde nefsini yenmeye çalıştı, art arda üç kez çile çıkarttı, yani üç defa kırkar gün az yemek, az içmek, az uyumak ve vaktinin tamamını ibadetle geçirmek suretiyle nefsini arıttı. Üçüncü çilenin sonunda Seyyid Burhaneddin, Mevlana’yı kucaklayıp öperek; “Bütün ilimlerde eşi benzeri olmayan bir insan, nebilerin ve velilerin parmakla gösterdiği bir kişi olmuşsun… Bismillah de yürü, insanların ruhunu taze bir hayat ve ölçülemeyecek bir rahmete boğ; bu suret aleminin ölülerini kendi mana ve aşkınla dirilt.” diyecek ve onu irşat ile görevlendirecekti. Mevlana, Mesnevi adlı eserinde bu süreçle ilgili şu bilgileri verecekti: “Piş, ol da bozulmaktan kurtul… Yürü, Burhan-ı Muhakkık gibi nur ol. Kendinden kurtuldun mu, tamamıyla Burhan olursun. Kul olup yok oldun mu sultan kesilirsin.”

Tirmizi, bir süre sonra öğrencisi Mevlana’nın tüm ısrarlarına rağmen Konya’dan ayrılmaya karar verdi. Kaynaklar, Tirmizi’nin bu kararıyla ilgili Mevlana’ya şu açıklamayı yaptığını yazacaktı: “Buraya güçlü bir gönül aslanı yöneldi, sana gelecek. Ben de bir din aslanıyım. Biz birbirimizle geçinemeyiz, birbirimize ağır geliriz”. Bu açıklamadan sonra Kayseri’ye giden Tirmizi 1241 yılında hayata gözlerini yumdu. Ölüm haberini aldıktan sonra Kayseri’ye giden Mevlana, hocasının bıraktığı kitapları da alarak Konya’ya geri döndü ve bu kitaplarla ders notlarını toplayarak, Tirmizi’den yaptığı alıntılarla Fihi-Ma Fih (Ne Varsa İçindedir) adlı yapıtını yazdı. Tirmizi’nin ölümünden sonra ona bağlı olanlar da Mevlana’nın çevresinde toplandılar, dolayısıyla Mevlana daha büyük bir halkaya hitap etmeye başladı. Bu dönemde Mevlana bir yandan Tirmizi’nin geleceğini söylediği “Gönül Aslanı”nı bekliyor, öte yandan Tirmizi’nin kaybının büyük üzüntüsünü yaşıyordu.

Tirmizi’nin kaybından sonraki beş yıl süresince medreselerde fıkıh ve din bilimi okutan ve vaizlerine devam eden Mevlana, bir ilim adamı olmuştu. Tefsir, hadis, fıkıh, lügat ve Arapça’yı öğrenmiş, babası, Bahâeddin Veled ve şeyhi Seyyid Burhaneddin Tirmizi’den aldığı eğitimle manevi olarak sağlam bir yolda ilerlemişti. Müridleri ve öğrencileri için çalışıyordu. Ancak, Mevlana’nın manevi alemdeki yükselişi sona ermemişti. Babasını ve şeyhini kaybeden Mevlana yalnızdı, dolayısıyla bu yükselişin tamamlanması, yalnızlığın da giderilmesi gerekiyordu.

TEBRİZLİ ŞEMS İLE KARŞILAŞMASI

Tirmizi’nin “Gönül Aslanı” olarak nitelendirdiği kişi Şemsettin Muhammed Tebrizi’ydi (Tebrizli Şems) Tebrizli Melekdad oğlu Ali’nin oğlu olan Şems, öğrenimini tamamladıktan sonra, zamanının tek şeyhi olarak gördüğü Tekbirzi Şeyh Ebu Bekir Sellebaf’ın manevi terbiyesi altına girip olgunlaşmıştı. Şems, olgun mürşidler bulmak arzusuyla yıllarca seyahat etmiş, dönemin bilginleriyle görüşmüştü. Bu bilginler spiritüalizme güçlü yöneliminden dolayı Şems’e, Şems-i Perende (Uçan Güneş) adını vermişlerdi.

Şems, çocukluğundan itibaren kendinden geçercesine ilahi aşkı yaşıyor, fikren ve ruhen hür bir derviş olarak biliniyordu. Şems, kendisini ruhen tatmin edecek seviyede bir Hak dostu arıyordu ve Allah’a bunun için dua ediyordu. Makalat (Sözler) adlı kitabında da anlattığına göre, bir aradığı vardı. Gönlü aradığını Konya’da bulacağını söylüyordu ve aldığı ilhamla 29 Kasım 1244 yılında Konya’ya geldi. Kaynaklarda anlatılanlara göre bu büyük karşılaşmada ikisi arasında geçen konuşma şu şekildeydi:

“Mevlana’nın ders saatinin bitmesini bekleyen Şems, İplikçi Medresesi’ne doğru yola çıktı. Mevlâna’yı atının üstünde gördükten sonra atın dizginlerini tutarak ona şunu sordu: “Ey bilginler bilgini, söyle bana, Hz. Muhammed mi büyüktür, yoksa Bayezit Bistami mi?” Mevlânâ yolunu kesen bu garip yolcudan çok etkilenmişti ve sorduğu soru onu şaşırtmıştı: “Bu nasıl sorudur?” şeklinde cevap verip devam etti: “O ki peygamberlerin sonuncusudur; O’nun yanında Bayezit’in sözü mü olur?” Bunun üstüne Tebrizli Şems: “Neden Hz. Muhammed ‘kalbim paslanır da bu yüzden Rabbime günde yetmiş kez istiğfar ederim’ diyor da, Beyazıt ‘Kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, bedenimin içinde Allah’tan başka varlık yok’ diyor; buna ne dersin?” Bu soruya Mevlâna’nın yanıtı şu oldu: “Hz. Muhammed her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makamın yüceliğine vardığında önceki makam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu. Oysa Bayezit ulaştığı makamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve kendinden geçti, gücü sınırlıydı. Onun için böyle konuştu”. Tebrizli Şems bu yorum karşısında “Allah, Allah” diye haykırarak onu kucakladı. Evet, aradığı O’ydu, yolculuk ve arayış bitmişti. “

Kaynaklar, bu buluşmanın gerçekleştiği yeri Merec-el Bahreyn (İki denizin buluştuğu nokta) diye adlandırmıştı. Karşılaştıklarında Şems 60, Mevlana 38 yaşındaydı.

Mevlana’nın hayatında dönüm noktalarından biri olan bu karşılaşma sonrası, Şems’le birlikte uzun sohbetler dönemi başladı. Şems ve Mevlana kaynaklarda 6 ay olarak belirtilen ve Mevlana’nın ders vermeyi, dostlarıyla görüşmeyi ve kitap okumayı bıraktığı dönem olarak nitelendirilen bu süreçte kendilerini tamamen Allah’a verdiler. Ancak Mevlana’nın müritleri çok geçmeden bu duruma isyan etmeye başladılar, şikâyetleri arttı hatta içlerinden Şems’i ölümle tehdit edenler bile oldu. Çünkü yeni derviş Mevlana’ya tüm görevlerini unutturmuştu. Şems’in bu durumla ilgili olarak Mevlana’ya Kuran’dan “”İşte bu, sen ile ben’in arasındaki ayrılıktır” anlamına gelen bir ayet okuduğu söylendi. Olaylar üzücü bir hal alınca Şems, 1245 yılında, kimseye haber vermeden Konya’yı terk etti. Şems’in gidişinden büyük üzüntü duyan Mevlana, uzun süre hiç kimseyle görüşmeye yanaşmadı, sema meclislerine ve dost toplantılarına katılmadı. Gönderdiği ulaklar aracılığıyla kıtanın dört bir yanında Şems’i aratan Mevlana’nın üzüntüsünü gören müritleri pişman olup ondan özür dilediler. Şems’in izini sonunda Şam’da bulan Mevlana, oğlu Sultan Veled ve yirmiye yakın arkadaşını Şam’a gönderip, onu Konya’ya geri getirtti.

Şems’in geri dönüşünden sonra ikili yine toplumdan uzak şekilde sohbetler etmeye devam ediyordu ancak dervişlerin Mevlana’yı ondan uzak tutmaya çalışması yüzünden bu durum uzun sürmedi. Zira Şems’e karşı olanların arasına Mevlana’nın oğlu Alaeddin Çelebi de katılmıştı. Sabrı tükenen Şems, 1247 yılında ortadan kayboldu. Ancak Eflaki’ye göre, Şems ortadan kaybolmamıştı, aralarında Mevlâna’nın oğlu Alâeddin’in de bulunduğu bir grup tarafından öldürülmüştü. Sultan Veled’in belirttiğine göre Mevlâna adeta deliye dönmüştü; ama sonunda onun gene geleceğinden umudunu keserek yeniden derslerine, dostlarına, işlerine dönmeye karar verdi.

SELAHATTİN ZERKÜB VE HÜSAMETTİN ÇELEBİ

En candan dostunu kaybetmenin üzüntüsünü yaşayan Mevlana, Selahattin Zerküb’le arkadaşlık etmeye başladı. Ancak Mevlana’yı tüm dostlarından kıskanan müritleri bu kez Zerküb’ü hedef aldılar. Kısa bir süre sonra Zerküb’ün kızı Fatma Hatun ile Mevlana’nın oğlu Sultan Veled evlendirildi. Mevlana, on yıl süren arkadaşlıklarından sonra Zerküb’ün, 1258’deki ölümüyle yeniden sarsıldı. Ancak Zerküb, cenazesinin ağlayarak değil, neyler ve kudümler çalınarak kaldırılmasını vasiyet ettiği için, isteğine uygun biçimde hareket edildi.

Zerküb’ün arkadaşlığının yerini bir süre sonra Hüsamettin Çelebi alacaktı. Hüsamettin’in babası, Konya yöresi ahilerinin reisiydi ve Vezir Ziyaettin tekkesinin de şeyhiydi. Çelebi, Mevlana’nın müridi olduktan sonra tüm varlığını, Mevlevi cemaati için harcadı ve İslam tasavvufunun en önemli ve en büyük yapıtı olan Mesnevi, Hüsamettin Çelebi aracılığıyla yazıldı.

MESNEVİ

Mevlevilerin bir toplantısında Çelebi, müritlere, tasavvuf yolunda bir şeyler öğrenmek için sadece Hakim Senai‘nin Hadika’sını (Bahçe) ya da Attar’ın İlahiname‘sini ve Mantık-ut-Tayr‘ını (Kuş Dili) okuduklarını, kendilerine ait eğitici bir kitap olmadığını söyledi. Bunun üzerine Mevlâna sarığının katları arasından çıkarttığı ve Mesnevi ‘nin ilk 18 beytini yazdığı kâğıtları Çelebiye uzattı ve şunları söyledi: “Ben başladım, gerisini sen yazarsan ben söylerim.”

Mesnevi’nin yazılması çalışmaları yıllar boyu sürecek ve Mesnevi, İslam âleminde Kur’an ve Hadis’ten sonra üzerinde en çok durulan eser olacaktı. Yapıt, 25.700 beyitin oluşturduğu 6 ciltlik bir çalışmayı kapsıyordu. Tasavvuf öğretisini ilgi çekici öyküler aracılığıyla anlatan, olayları yorumlarken tasavvuf ilkelerini açıklayan Mesnevi tamamlandığında Mevlana, oldukça yaşlanmış ve yorgun düşmüştü.

Bir süre sonra sağlığı da bozulmaya başlayan Mevlana, 17 Aralık 1273‘te hayata gözlerini yumdu. Mevlâna’nın cenaze namazını vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna’yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayılınca namazı Kadı Sıraceddin kıldırdı. Cenazesine sadece Müslümanların değil, Hıristiyan ve Yahudilerin de katıldığı bilinmektedir.

Mevlâna ölüm gününü kötü, ümitsizlik verici bir şey değil de yeniden doğuş olarak kabul etmekteydi, çünkü öldüğünde sevdiğine yani Allah’ına kavuşacaktı. Bu yüzden Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen “Şeb-i Arûs” demişti.

Vasiyetinde belirttiği üzere ölümünden sonra kimsenin ağlamasını istemiyordu ve konuyla ilgili olarak şu ifadeleri kullanıyordu:

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir”

Bu yüzden Konya’da her 17 Aralık gecesi Şeb-i Arus, “Düğün Gecesi” olarak kutlanmaktadır.

MEVLANA’NIN KİŞİLİĞİ VE FELSEFESİ

Dünya malına ilgisizliği ve spirütüel gelişimine büyük önem veren yapısıyla Mevlana, cömertliğiyle dikkat çekmekteydi. Eli açıklığının ulaştığı nokta, dilenen birini gördüğünde verecek hiçbir şeyi yoksa bile elbisesini çıkartıp vermesiyle hafızalara kazanmıştı. Mevlana, insanlara günahkâr da olsa, kâfir de olsa, engin bir görüşle; rahmet ve şefkat dolu bir şekilde yaklaştı. Çünkü ona göre kim nasıl olursa olsun, her şeyden önce ‘insan’dır. Türk tasavvuf kültürünün en önemli kişiliklerinden biri olan Mevlana yalnızca ruhani bir lider değil, aynı zamanda insanoğlunun yüzyıllardır üzerinde tartıştığı konulara çözümler sunan bir filozoftu. Odak noktası tamamıyla insandı.

Yaşadığı dönemin İslam dünyasında, rasyonalizm ve rasyonel ilimler odaklı bir düşünce anlayışı egemen olan Mevlana, kendi dönemine aşk ve muhabbet getirdi. “Aşktan hapishane gülistan olur, aşksız olursa bahçe küllük olur.” diyerek aşkı yüceltti ve tüm insanlığı aşka çağırdı. Ona göre aşk, insanların hırs, kibir, kıskançlık ve kin gibi olumsuz huylarının tek çözümüydü ve toplumda ilâhî sevgi ile gönüllerini arındıran insanlar çoğunlukta olduğu zaman, aksaklıklar düzelmekte, kötülükler sona ermekte ve huzur hâkim olmaktaydı. Mevlâna; aşkı dinin özü olarak tanımlamakta,

Aşktan nasibi olmayanlar imanın tadına ulaşamayan, yaratılışın sırrını idrak edemeyen, fani benliğini ebediyete yükseltemeyen zavallılardır” ve “Her kim aşk ile yanıp tutuşmamışsa; o, uçmayan, kanatsız bir kuş gibidir. Mademki âşık olmuyorsun, git yün ör, iplik eğir. Yüz işin var, yüz renge boyanmışsın, yüz rengin var, yüz alacan. Mademki kafatasında aşk şarabı yok; var, geliri bol kişilerin mutfağında kâse yala. demekteydi.

Oldukça dindar olan Mevlana, tasavvufa ve düşünceye verdiği önem kadar, ibadete de önem vermekteydi. Yardımcılarının kaynaklarda anlattıklarına göre, namaz kılarken çok ağlıyordu ve yüzü, sakalı, gözyaşlarıyla ıslanıyordu. Soğuğun şiddetinden sakalında buz taneleri oluşuyor, ancak o namazını terk etmiyordu.

Mevlâna, güzel ahlâk sahibi ve örnek insan olmanın tarifini verip, gönülleri eğitirken ahlâk ve ahlâkî değerlere özellikle dikkat çekiyordu. Zira Mevlâna; toplumun huzur ve barışı için öncelikle her bireyin kendi iç dünyasında huzur bulmasına, bunun da sevgiye ve güzel ahlâka sahip olmakla gerçekleşeceğine inanmaktaydı. İdeal insan modelini betimlerken, yalnızca güzel ahlâkın erdemlerini anlatmamış, aynı zamanda kötü ahlâkın olumsuzluklarını da dile getirerek, kıyaslamalar yoluyla bilgi vermişti.

Mevlana’da tasavvuf anlayışı ve onun insanlara sunduğu mesaj; tembellik, işsizlik ve ruhbanlık değil, aksiyon, gayret, kazanma, çalışma ve sosyal hayatta aktif rol almaktı. Ruhbanlığı ve dünya işlerini terk etmeyi İslam’ın ruhuna aykırı buluyordu.

Mevlana’ya göre, dünya her nefeste yeniden yaratılıp durmaktaydı ve insanların pek çoğu mahkûmdu. Bedenleri zindanda olup ruhları yedinci kat gökte olan kişiler çok azdı. Bu dünya zıtlıklar üzerine kuruluydu, her şey zıttıyla vardı ve göreceliydi. Ona göre insanlar Allah’a kul olmadıkları zaman altın ve gümüşün tutsağı oluyorlardı. Mevlana, hırstan kurtulmanın tek yolunun aşk olduğunu söylüyordu ve ona göre dünya malı insana hırs veriyordu.

MEVLANA VE SEMA DANSI

Mevlâna, İslam dinini, şiir, sanat, raks ve müzikle bir araya getirmiş ve dini en incelikli şekilde yorumlayan kişi olmuştu. Sema dansı onu ve tasavvufunu ifade eden en önemli araçlardan biriydi.

Sema dansı Mevlana’nın şiirlerini bir direğin etrafında dönerek okumasından dolayı ortaya çıkmış ve felsefi anlamlar yüklenmişti. Mevlana’nın ölümünden çok sonra oğlu ve torunu tarafından bugünkü formu kazandırılan Sema Töreni, bütünüyle Mevlana’nın felsefesini yansıtan sembollerden oluşmaktaydı. Mevlana ve Sema, bildiğimiz ve alıştığımız dünyanın ötesindeki bir gerçekliğe işaret eden kapıydı. Buna göre her insanın yüreğinde “Sır” adı verilen bir şey saklıydı ve bu sır, her insana verilmiyordu. Bu sırra ancak uzun çabalar ve lütuf sayesinde ulaşılabiliyordu.

UNESCO, sema dansını korunması gereken dünya kültür mirasları listesine almıştır.

Mevlâna’nın ilkelerinden ve İslam inancına getirdiği yorumdan Mevlevi tarikatı doğmuştur ancak Mevlâna bir tarikat kurucusu değildir. Mevlevilik onun ölümünden sonra oğlu Sultan Veled ile halifesi Hüsamettin Çelebi’nin birlikte oluşturdukları bir örgütlenmeye göre kurulmuştur. Mevleviler Kurtuluş Savaşı‘nın en büyük destekçileri arasındaydı. Yeşil kurdeleli İstiklal Madalyası ile ödüllendirildiler. Abdüllahim Çelebi, ilk Meclis’te Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün yardımcısıydı.

DÜNYADA MEVLANA

1997 yılından beri Amerika’da en çok okunan şair olan Mevlana’nın eserleriyle batının buluşması, yapıtlarının 1900‘lerde İngilizceye çevrilmesiyle olmuştur. 1980 yılında Mevlana eserlerinin Batılı okuyucu tarafından daha rahat biçimde anlaşılabilmesi amacıyla tercümelerdeki dil sadeleştirilerek okurun Mevlana’yı daha yakından tanıması sağlanmıştır. Amerika genelinde 3 milyonluk bir satış rakamı elde eden Mevlana’nın eserleri, Batı dünyasının manevi boşluğuna, ayrılıklarına, acılarına, aşklarına ve ölüm acılarına çözümler sunmaktadır.

Ünlü modacı Donna Karan tasarımlarında Mevlana’dan ilham alıp, defilelerinde onun şiirlerini okuturken, Oliver Stone, Mevlana konulu bir film yapmak istediğini açıklamıştır. Madonna birçok ünlüyle beraber hazırladığı “Gift of Love” adlı albümünü Mevlana’dan esinlenerek yazmış olduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Demi Moore ve ABD’nin eski Başkanları’ndan Bill Clinton’un eşi Hillary Clinton ise Mevlana’nın eserlerini yakından takip eden ünlü isimlerinden sadece birkaçıdır. George W. Bush’un ise zaman zaman konuşmalarında Mevlana’nın sözlerinden alıntı yapığı söylenmektedir.

1996 yılında hazırladığı Mevlana belgeseli ile ABD’den Japonya‘ya kadar tüm dünyada adını duyuran ve Amerika’da Mevlana profesörü ilan edilen Fehmi Gerçeker ise bu alanda bir çalışma yapmak isteyen dünyaca ünlü isimlerin koştuğu ilk adres olmuştur. Gerçeker, şu sıralar çeşitli ülkelerde ‘Rumi Geceleri’ düzenlemekte ve bu gecelerde Mesnevi felsefesinden yola çıkarak hazırladığı ‘Dream‘ (Rüya) ve “Healing of the Heart” (Kalbi iyileştirmek) adlı iki oyunu sergilenmektedir.

Sufi müzisyen Latif Bolat, geçtiğimiz yıl ABD’de yayınladığı ‘‘Infinite Beginning’’ adında albümüyle oldukça popüler olmuştur. Montreal’de yaşayan Mercan Dede yani DJ Arkın Allen, doğuya özgü Sufi müziğin ilahi geleneğini çağdaş müziğin tınılarıyla incelikli bir şekilde harmanlayarak eski ve yeniyi, Doğu ile Batı’yı birleştiren albümleriyle tüm dünyada büyük ilgi görmüştür.

MEVLANA’NIN ESERLERİ

Mesnevi

Divan-ı Kebir

Fih-i Ma Fih

Mektubat

Mecalis-i Seb’a

MEVLANA’DAN

Gel, gel her kim olursan ol yine gel. İster kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol, yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni buzmuş olsan da yine gel.Sevgide güneş gibi ol, Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, Hataları örtmede gece gibi ol, Tevazuda toprak gibi ol, Öfkede ölü gibi ol, Her ne olursan ol, Ya olduğun gibi görün, Ya göründüğün gibi ol.Muhabbetle acılar, tatlı olur. Sevgiyle bakırlar altın olur. Muhabbetle tortular, berraklaşır. Sevgiyle dertler, şifa verir. Muhabbetle ölü, canlandırılır. Sevgiyle padişah, köle yapılır.

Suyun susuzu kandırması gibi, doğru söz de kalbe temizlik getirir.

Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır.

İyi dostu olanın aynaya ihtiyacı yoktur.

Bir mum diğer mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez.

. Bütün cihanı araştırdım, iyi huydan daha iyi bir liyakat görmedim.

İçteki kiri su değil ancak gözyaşı temizler.

Fikir ona derler ki bir yol açsın, ona derler ki bir gerçeğe ulaşsın. .

Dua ve ibadet Allah ile olmaktır, Allah ile olan kimse için ölüm de ömür de hoştur.

Sopayla kilime vuran kilimi dövmez, tozlarını silkeler.

Bu denizde ne ölmek var bize Bu denizde ne gam, ne dert, ne keder. Bu deniz alabildiğine muhabbet Bu deniz iyilikten, cömertlikten ibaret.

Başkalarına imrenme, çok kimseler vardır ki senin hayatına imrenirler.

Cahil olanların merhameti ve lütfu azdır.

Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı.

Her kanat denizi aşamaz.

Herkesin bakmadığı yönden bak dünyaya.

İçte ki kiri su değil, ancak gözyaşı temizler.

İnsana aradığı şeye bakılarak değer biçilir.

İnsanin kanadı, gayretidir.

Kargalar ötmeye başlayınca bülbüller susar.

Kimseden sana kötülük gelmesini istemiyorsan fena söyleyici, fena öğretici, fena düşünceli olma.

Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma.

Kötü adın çirkinliği harften, deniz suyunun acılığı kapatan değildir.

Muhabbet ve merhamet insanlığın, hiddet ve şehvet de hayvanların sıfatlarıdır.

Su ateşe galiptir, ancak bir kaba girerse ateş suyu kaynatır, yok eder.

Tuzağa saçtığın taneler cömertlik sayılmaz ki.

Kategoriler: M
Benzer Biyografiler